27 Haziran 2008 Cuma

Huzun ve Mutluluk Iliskisi

Huzun iki bahce arasinda, yer alan bir nehirin ortasinda mevcut.

Ayak diremeye kimsenin cesaret edemedigi o nehirin icerisinde ki akintinin goturdukleri, getirdikleri ve muhafaza ettiklerinin olcusuzlugu ile urkekligim sende ey sevgili dunya.

Korkularinin bictigi cezalarinin mahkumiyeti ile, korkakca etrafina dil suren kene gibi insanlar. Nasilda etrafi dilleri ile bulandiriyorlar? Sikismis kumlarin burundukleri form olan, cam gibi kisiliklerin sonu, nasil oluyor da bu kadar populerlesmeye uygun bir hale erisebiliyor saskinlik verici.

Ay-lak-aklanmalarinizin gerceklestigi, gokkusagimin altindan size her yagmur damlalarinin intihari sonrasinda aci bir tebessum ile bakiyorum. Cikar duskunlugunu savunan sancili beyinleriniz ile tutkunu oldugunuz bu garip yapaylik ile daha ne kadar ilerleyebileceksiniz demiyecegim. Cunku bir guruhun temsilcilerisiniz siz. Cekirdek bir yapinin meyveleri, ilk olgunlasmis urunlersiniz yaptiklariniz ve yapacaklariniz ile.

Olumun bictigi en guzel gercek bir daha sizin icin tekrarlanmayacak olusudur. Bilginizin yitikligini savunacaginiza biraz savasinda kendiniz ile sisinmeyerek, bildikleriniz ile yetinmemeyi ogrenin. Ve savasin bilginin elcileri olabilmek icin. Eger bunu gerceklestirebilirseniz. Iste o zaman huzunun bahcelerini senlendirip, nehrin goturduklerini mutlulugun tohumlari haline getirebilir, ve dunyanin en derin denizlerine, en heybetli daglarinin yamaclarina tasiyabileceksinizdir mutluluklarinizi. Ve bu ancak cikarlarinizdan siyrildiginizda fikirlerinizi olanakli hale gelecektir.

Mutluluk paylasildikca guzeldir.

LiberterKedi

19 Haziran 2008 Perşembe

bitmemis safsatalar

Zamansiz cekismeler ile ruhumdaki irkilmeler. Acinin, huznun, ofkenin ve duygusal bir kaos firtanasinin ruhumu gidiklamasi ile uyandigim bu sanri, ne kadar aci bilemezsin benim icin. Dipsiz bir kuyu icerisinde bulundugum gun, bugun. Kuf tutmus acilarimin, karnima sapladigi hancer ile beni korelttigi dunya, neden ben sana acilmak istedikce sen beni kovugunun icerisinde muhafaza ediyorsun...Neden gozyaslarim ile ruhumu yakiyorsun. Neden!

Pandora

Pandora Yunan mitolojisinde, tanrılar tarafından kendisine emanet edilmiş, içi yeryüzünde bulunabilecek bütün kötülüklerin doldurulduğu ve bunun yanına bir de dünyanın kötülüklerine direnme gücü sağlayan umudun kapatıldığı bir kutunun emanet edildiği meraklı, tedbirsiz bir kadını simgelemektedir. Pandora meraklı ve tedbirsizdir. Biraz da düşüncesiz. Çünkü kendisine söylenmesine karşın merakını yenemez ve bu tehlikeli kutunun kapağını aralar ve tabii bu aralıktan bütün kötülükler dünyaya yayılır. Zavallı Pandora'nın aklı başına gelir ama olan olmuştur. Kutunun kapağını kapatır, içeride yalnız umut kalmıştır. Mitolojik motiflerin hemen hepsinde olduğu gibi, Pandora mitinde çok eski, ilkel inanışların altında yatan etkilerin izlerini çok silik de olsa fark edebileceğimiz ip uçları bulabiliyoruz. İlkel kabile yaşamında doğal işbölümü, erkeklerin daha fazla güç ve organizasyon yeteneği gerektiren avcılık faaliyetiyle uğraşmalarına, kadınların ise toplayıcılık ve klanın çocuklarını yetiştirme işleriyle meşgul olmaları sonucunu doğurmuştu. Toplayıcılık, vahşi hayvanların avlanması ile kısmen karşılanan yaşamak için gerekli ihtiyaçları tamamlamaktaydı ve bu iş klanın kadınlarına ait bir faaliyet alanıydı. Kamp alanının uzaklarında bulunan ve yararlı maddelerin taşınması sorununun çözümü ise bir dizi teknolojik çözümü gerektiriyordu.. Sonuçta bir insanın topladığı meyva, yenilebilir kökler vb. şeyler ellerde ancak sınırlı miktarda taşınabiliyor bu da hem uzaklara gitmeyi engelliyor, hem de daha fazla sayıda sefer gerektirdiği için enerji kaybına neden oluyordu. Herhalde kadınların yanlarında taşımak zorunda oldukları çocuklar da bu faaliyeti sınırlayan önemli bir etkendi.

Sorun bir ölçüde ağaç dallarından sepet örülmesi tekniğinin bulunmasıyla aşıldı ama bu alet fazla dayanıklı değildi ve sıvıların taşınmasında yararlı olmuyordu. Bundan sonraki en önemli aşama, ağaç dallarından örülen sepetin killi çamurla sıvanması ve önce güneşte kurutulması, dayanıksız olduğu görülünce bir şekilde ateşte pişirilmesiyle çömlekçiliğin keşfedilmesi oldu. Bu önemli teknolojik üretim de kadınların işiydi. Çünkü kendilerine biçtikleri -veya dayatılan. Bilmiyoruz.- işin uzantısıydı.

Aslında çömlekçilik gizemli bir işti. Bir yaratma faaliyetiydi. Malzemeler bir dizi değişikliğe uğruyor ve sonunda ilk halinden çok farklı bir nesne meydana getiriliyordu. İyice pişen çömleğin çın çın ötmesi, her cismin içinde bir canlı olduğu şeklindeki ilkel bir inanışın göstergesi olarak algılanıyordu. Pişme işlemi sırasında kötü malzeme kullanımından veya pişme ısısının iyi ayarlanamayışından dolayı çatlayan çömleklerin çıkardıkları sesler de çömleğini terk eden cinler olabilirdi. Klan kadınları ise bu cinlere hükmettiklerine göre, kutsal varlıklardı, yaratma eyleminin yaratıcılarıydılar.

Ve teknoloji gelişiyor, çömlekçi çarkı bulunuyor. Bu teknolojik gelişme, eskinin elle şekillendirme veya bir kalıba bastırılarak şekillendirme yöntemlerini ortadan kaldırıyor ve en önemlisi kitle halinde çok miktarda ve hızlı üretimi olanaklı kılıyordu. Artık çömlek ruhuna hükmetme yetisi kadınların elinden uçup gitmişti dolayısı ile artık kutsal da değildiler. İktidarı kaybeden kadınların yeni bir mücadeleye kalkışmamaları için iyice ezilip aşağılanmaları gerekiyordu.

Aşağılandılar çünkü artık yavaş yavaş ortaya çıkan mülkiyet kavramı ile başka klanların sahip oldukları metaları elde edebilmek için yapılan örgütlenmelerde yer de almıyorlardı. Artık onların kendileri bir meta idi, varlıkları sahip olan erkeğe zenginlik sağlıyordu. Aşağılanma, eski ilkel inanışlardaki kutsal kadınları aslında kötülüklerin kaynağı olarak algılanmasına kadar vardı.

Aşağılanmanın mitoloji dünyasındaki izlerini taşıyan baştaki hikayeye dönersek, Pandora'nın aslında baba tanrı Zeus tarafından insanların başına bela olsun diye yaratıldığını görüyoruz. İnsanlardan kasıt yalnızca erkekler olmalı çünkü bela kadın görünümünde ve çok çekici. Tanrılar Tanrısı baba Zeus insanları (yani erkek cinsinden insanları) neden böyle bir bela ile karşılaştırmayı istiyor?

Tanrılarla insanların beraber katıldıkları bir ziyafette Titan soylu Promethus, Baba tanrı Zeus'a u aldatmış, kurban etinin en güzel kısımlarını işkembe ve deri parçaları ile örtmüş, kemikli kısımları ise yağ parçaları ile kaplayarak Zeus'un seçimine sunmuş. Obur ve aç gözlü baba tanrı Zeus doğal olarak iyi görünümlü yağlarla kaplı parçayı seçmiş.(Acaba bu seçim erkeklerin derinlikten yoksun görünüşe aldanan öngörüsüz taraflarını mı simgeliyor?) Aldatıldığının farkına varınca da çok kızmış baba Tanrı. İnsanları cezalandırmaya karar vermiş ve onlardan ateşi geri almış. Böylece insanlar ışıktan ve sıcaktan yoksun kalmışlar. Ama kurnaz ve ölümlü insanları destekleyen Promethus, tanrılar katından bir *** içine sakladığı ateşi insanlara geri vermiş. Eh artık bu affedilir bir davranışmıydı koca Tanrı için? O da Önce Promethus'u zincirlerle bir kayaya bağlamış ve dev bir kartal Promethus'un ciğerini yemeğe başlamış ama kartal yedikçe ciğer büyüyormuş. Bu Promethus'a verilen ceza.

İnsanlar için (Yine erkek cinsinden insanlardan söz ediyoruz.) daha büyük bir ceza düşünmüş baba tanrı Zeus. Sanatkar Tanrı Hephaistos Zeus'un buyruğu üzerine bir parça toprakla suyu karıştırmış, yüzü ölümsüz tanrılara, vücudu güzel ve alımlı genç kızlara benzeyen bir kadın yapmış. Tanrıça Athena da kadınsı marifetler bağışlamış. Kharitler boynunu altın gerdanlıklarla süsler, Hermaias ise bir köpek yüreği, tilki huyu koyar içine. Belalı bir yaratıktır ama bir o kadar da güzel. İsmi "tanrılar armağanı" anlamına gelen PANDORA olur. Pandora Promethus'un düşüncesiz ve aptal kardeşi Ephimethus'a verilmiş. Böylesine alımlı bir kadını gören Ephimethus, ağabeysinin"Zeus'tan sakın bir armağan alma, alırsan ölümlülerin başını derde sokarsın" diye tembihlemesini hiç hatırlamayarak Pandora ile evlenir ve kendisine emanet edilen sandığı açarlar ve tüm dertlerin yeryüzüne saçılarak insanların başına bela olmasına yol açarlar.

Bu hikayede önce Tanrıların insanlara sudan sebeplerle öfkelenmesini buluyoruz. Çağdaş kutsal kitaplarda da Tanrının insanlara karşı hemen hemen böylesine nedensiz bir kini ve öfkesi ile karşılaşıyoruz. Sonra da insan soyunu cezalandırmak için kadın kılığında bir bela musallat ediyor. Çağdaş inanışlarda Havva'nın yasak meyvayı şeytanın elinden alarak insan soyunun (erkeklerin) cennetten kovulmasına yol açmaları da aynı hikayenin başka bir çeşitlemesi değil midir?

Tevrat metninde (Tekvin 2-3), Adem'in Cennetten nasıl kovulduğunu ve bunda kadına biçilen rolü ve Hıristiyan inanışındaki kadın kavramını anlatıyor. "..Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi, ve gözlere hoş, ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvasından aldı, ve yedi; ve kendisiyle beraber kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve kendilerinin çıplak olduğunu bildiler; ve incir yaprakları dikip kendilerine önlükler yaptılar. Ve günün serinliğinde bahçede gezinmekte olan Rab Allahın sesini işittiler; ve adamla karısı Rab Allahın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler.

Ve Rab Allah adama seslenip ona dedi; Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim, ve korktum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Onda yeme diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi? Ve adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi:Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan, ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin; karnının üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın Ve arzun kocana olacak O da sana hakim olacaktır. Ve ademe dedi: Karının sözünü dinlediğin, ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın; çünkü topraksın ve toprağa döneceksin. Ve adam karısının adını Havva (= hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu."

Adem, yani erkek, dünyadan bihaber gezinirken Havva, yani kadın Tanrının yasakladığı bir şeyi sorguluyor. Meraklı ama öngörüsüz. Hilekar yılanla işbirliği yapıyor. Yılan kılık değiştirmiş şeytandır yahut şeytanın yönlendirdiği bir kışkırtıcıdır. Kadın yılanın da etkisiyle Tanrının emrine karşı geliyor ve yasağı deliyor, Adem'i de suçuna ortak ediyor. Adem sanki büyülenmiş gibi hiçbir şey demeden kadının teklifini kabul ediyor, sonra da Tanrı tarafından azarlanınca suçu kadının üstüne atıyor. Tabii cezalandırılmaktan kurtulamıyor. Bizde kalan izlenim de Adem'in saf ve temiz olduğu, Havva'nın yüzünden cezalandırıldığı oluyor. Bu arada kadının erkeğin hakimiyeti altına girmesi de sağlanmış oluyor.

İslam'da da aynı anlayışı buluyoruz. "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler." (En-Nisa suresi 34. Ayet.)

Neolitik devrimden bu yana aşama aşama kadınların iktidardan uzaklaştığını ve bu eylemin mitoloji ve inanç dünyasındaki yansımalarını izledikçe ana tanrıçadan baba tanrıya geçişin ciddi bir devrim olduğunu, süreci pekiştirmek ve tamamlamak için de inanç alanında da kadının aşağılandığını görüyoruz

Cevaplanması gereken -belki hiç cevaplanamayacak- soru; topluluklar halinde yaşamaya başlayan ve ilkel sosyal organizasyonlar kurmaya başlayan insanlarda hakim olan anaerkil eğilimlerin veya en azından eşitlikçi tavrın giderek nasıl babaerkil bir toplum yarattığıdır.

İktidarların el değiştirme tarihi bize hiçbir erkin gönüllü olarak terk edilmediğini göstermektedir. Kadınlar acaba bu iktidarlarını nasıl terk etmiş olabilirler. Herhalde gerçeği hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz ama bazı akıl yürütmeler yapabiliriz. Kanlı bir ihtilal sonucunda erkekler toplum üzerindeki hakimiyetlerini sağlamış olmaları pek doğru olmasa gerek çünkü organize bir şiddet hareketinin o toplumu zayıflatması tehlikesi her zaman korku yaratmaktadır.

Yok olma korkusu insanlığın en güçlü endişesidir. Beraber ava gittiği, toplayıcılık yaptığı, küçük çapta tarımsal faaliyetlerini sürdürdüğü, hele başlarda kadınların ve erkeklerin yapması gereken işlerin ayrımlanmadığı dönemlerde. (Bugün bile böyle bir ayırım var mı?) böylesine önemli bir üretim gücünden vazgeçmeyi göze almak kolay olmasa gerek. O halde nasıl oldu? Cevap belki de akla gelen ikinci halde. Yani anaerkil tavırdan gönüllü vazgeçme. Kadınlar topluma hakim olmaktan vazgeçiyorlar ama karşılığını da alıyorlar rahat ve risksiz yaşamı seçiyorlar. İlk başta erkeklerle birlikte ava giden (mağara resimleri bize dev hayvanların ellerinde ilkel taş aletler bulunan kabilenin kadın erkek tüm mensupları ile beraberce avlandığını göstermektedir.)kadınlar, bu işin sıkıntılarına ve risklerine katlanmak yerine kamp yerlerine yakın bölgelerde toplayıcılık yapmayı, çocuklara bakmayı ve tarım yapmayı tercih etmişlerdir.

Yiyecek temin etme, tehlikeleri bertaraf etme, yani kısaca yaşamı sürdürme sorumluluğu erkeklere kalmıştır.

Erkekler ise, kendilerine sunulan veya ustaca yedirilen bu görevi ciddiye almışlar, gerçekten insan cinsinin üstün bölümünü meydana getirdiklerine inan-dırıl-mışlardır. Erkekler gerçekten kadın cinsine göre üstün müdürler? Yoksa kendilerini öyle mi sanıyorlar?

Pandora / Bülent Akgezer

15 Haziran 2008 Pazar

Zaman Ahmakliğı

Zamanımı anladım ve çağdaşlarımın ahmaklığını, kibirlerini, hırslarını sömürdüm.

Bu, benim itirafım, acı bir itiraf, görünebileceğinden daha acı verici. Ama en azından ve en sonunda dürüst olma gibi bir değeri var.


Picasso

Hiyerarsi ve yonetme gudusune dair

Hiyerarsi ve yonetme gudusu ile olanlar.
Unutmayin ki; Ozgurluk dusuncede,
veri halindedir.
Dusunce dile dustugunde,
hipotez halini alirken,
dile dusen dusunce
eyleme aktarildiginda,
teori halini almaya baslamistir.

Iste bu noktadan sonra,
kitlesel bir duzeye
yukselttiginizde citanizi
sizler hem ozgur,
hemde basarilisiniz...

LiberterKedi

12 Haziran 2008 Perşembe

Meşru Bir Mutluluk

Bilseydi bilmezdi,
bilemezdi.
Bildikleklerim,
bilmediklerimmiş.
Tam bir kaos..

Nedir ki bilmemek; intiharı bilmezsiniz, ölümü bilmezsiniz, yazmayı bilmezsiniz ama her konuda ahkam kesersiniz neden?

Ruh reçeli olmuş yaşamlarımız, ne kadar cıvık bir -tatlı lezzet - bırakıyor etrafınıza. Bilmediklerimizin kasosu içersinde, sahip olduğumuz balık hafızası beynimiz, ne kadar bizi yönlendirici. Köleleştirdiğimiz idelerimize, neden bu kadar bağlıyız. Efendileşmeye çalıştığımız, kölelik yaptığımız, kendimizin çobanı olduğumuz dünya da, neden bu kadar hegemonya düskünüyüz.

Kimler böyle meşru bir mutluluğa sahiptir?

Gözyaşlarınızdaki Sanrılar

Ne kadar da yalandı sen ve senin gibiler. Ne dediğini bilmediğimi sandığın zamanlarda, sanrılarım her daim doğru çıktı. Bir yazılanı bu kadar uzatmasaydın keşke demiyeceğim size, sebebini biliyorum ben şimdi bu duruşunun. Kutu kolaya tecavüz eden bir idenin damlası olan, okyanusumda yağmur damlasısın unutma.

Artık bu gün menşeii belli olan kaçışının sebebini öğrendiğimde, yaptıklarınla gösterişli bir podyumda yürümek isteyişindi buna sebep. Unutma ki "Ben sina çölünde bir bedevi, kömür madenlerinde bir işçi, ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektarım" yeri geldiğinde ayaklarının altında bir merdiven olsam da sana göre, unutma seni yukarı çıkartan seni merdivenlerdi karanlıklarında...

Kaçın devam edin kişiliklerinizden... yazdıklarım dökülecekler peşinizden. Ve siz öldürdüğünüzde de beni, tıpkı annesi belli olmayan bir velet gibi, düşüncelerim sizleri ezecekler. Sahip olduğunuz kişilik boşluklarınıza, yağmur olup yağacaklar, kirlenmiş toplumsallık dışı safsatalarınızı çürütmek icin.

Korkmayın. Artık bir yıldız gibi gökyüzünden kayıyor, evrenin derinliklerine doğru simasını terk ederek, is düşmüş dilinizin bacasına yakınlaştırın ki, rahatça dumanını dışarı kusasınız. Sıkıştığınız kişiliksizliklerinizin köşe başlarında...

Sokak lambalarının bile küstüğü sokaklar, neydi benim suçum sizce?

"Benim sina çölünde bir bedevi, yeri geldiğinde kömür madenlerinde bir işçi. Ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektar olmamam mıydı?"

Yoksa sahteliklerin verdiği ürkekliği, kiraz tatlısı tadında aşkları doyasıya yaşamak isteyen yüreğimin rotasını, şaşırtan kalbim miydi!

Tek gerçekliği ise gözyaşlarınızdaki sanrılardı kanımca...

Duzenlenmektedir...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gereksiz yaşamlar

Gereksiz yaşamlarında kavak sanırlar kendilerini ömürleri gelincikler gibi olan, popülerlik hayranı insanlar. Gündelik deyilerinde, geyik sohbetini ideoloji haline getirmişler bunlar.

Asosyal alanlarında bile etki gösteremeden, kaybolup gittikleri hayatlarını, ne kadar da kabul edilir bir şekilde gösterirler...-belki, belkide, olabilir mi -diye saldırdıklarını sandıkları insanların, onlar ile inceden inceye geçtikleri kinayeli anlattımları ile, vurduğu tokatları hissedemezler yüzlerinde.

Peki neydi menşeii bunun acaba?

Sakatlanmış bir toplumsal refleksin kaybolduğu zamanların git gide artışını hissedemeyenlerin, anlamadıkları konular hakkında, bu kadar aslan parçası kesilmesinin sebebini merak ediyorum. izah edin bana. Sanrımca, ola giden bu vakıa, bir bedevinin yaşattıklarını anlamayan, toplumsal önyargılara sahip bilinçsizlikti!

Günümüzde bastırılmış duyguların doğurduğu porno sitelerine bile baktığınızda bir estetiği vardır. Pornografik bir estetik. Ama bunların söylemlerinde ise bir hic mevcuttu. Sanatı ve Felsefe'yi bilmeden, kendilerinin kültürel ve sanat alanında birikimi olduğunu sananların, şu içler acısı durumunu artık kaldıramayacağını her anlayanın, ne kadarda sıkıldığını -ne halleri varsa görsünler - gibi basit bir mantığı kabullendiğini gördükçe. Felsefeyi, sanatı, kültürü ne gibi bir oyun içersine çektiklerini sorguluyorum kendimce. Ve sonunda vardığım yargı -bu böyle devam edecekse yeni bir oyun oynayalım- "kimin burnu kimin bir yerinde"- ve birbirimize salya sümük destekçi olalım.

Ne güzel değil mi?

Gelen övgüler ile şişinelim birlikte, büyütelim yanlışları, ve sonunda bize bişeyler anlatmaya çalışanları linç edelim. Her elde edilen birliktelik ile, kazanılmış zafer ile; doğru olanı vecizelere çevirmeye çalıstığınız yalanlariniz ile değiştirelim. Kutu kolaya tecavüz misali bir serinlik ile bu zaferlerin ardindan, yerimizden kalktığımızda;

"aaa bugün yine bayağı egomu tatmin ettim, yeni birisini daha yıkabildim, onda yarattığım depremin artçılları ile bile onu sarsmaya devam edebildim. Ne güzel allahım..."

diye bir anlayyiş gelişmiş bugün...

Ama yıkmışlarmışlermıdır bence sadece vakit kaybı!Sadece bir ego tatmini peki neyse bunun temelleri tarihsel bir boyutta ele alındığında çıktığı yerin ilkel kombinal yaşama geçtikten sonra insanoğlunun ilk işi bireyleri öldürmek olmuş bunu sebebi ise birey olabilmek ilkel bir güç-erk işi olmasından kaynaklanıyordu.Mesela kabile reisinin birey olma hakkı vardır. Diğerleri artık topluluktan ibarettir. Yani kabileye,kabile reisine boyun eğmek zorundadır birey. En güzel kadınlar onundur falandır filandır!!!

Neyse uzun lafın kısası olmasa da,sonuç olarak çıktığımız nokta bu yazıda pek anlaşilır olmasa da kimilerince demek istediğim bilişim çağı insanlığa vurulan son darbe yaşadıklarımız ile! Sanattan,felsefeden bir düşünceden bahsederken insanların vermiş olduğu tepkiler bunun çok güzel örneği! Bu kadar önlemli cümleler kurmak bile çok sinir bozucu,ne kadar salağim neden böyle cümleler kuryorum ki bunlar süslü makyajlı sözler,ben neyim ne değilim neyse sonuç olarak hep ünlü bir değersiz felsefeci ve ünlü bir şahısın dediği şu laf aklıma geliyor "Bir yerde herkes körse, sende bir gözünü çıkarmalısın" ne kadar doğrudur değildir tartışılır ama bu bir incelemedir ama hayatta gördüğüm nokta şu oluyor zamanımızda bir dişi nükte gerçek yıldızlı üyeye lafı gediğe koyma fırsatı verir! Diğeri de yüksek zekasını sergileyerek ona apoletler ile dolu aynı fikirdeyim mesajı yollar ve diğer gereksiz üyenin egosunun üstünde libido noktasına ulaşilmış olunur yani üretmek anlaşılır bir kavramdır tüketenler için bu böyle olmuş ve olmaya devam edecektir!!!

Neyse sonuç olarak ne yapacağiz bu bilişim çağinda herkese hay hay diyerek sen haklısın diyeceğiz,gelincik gibi görünüp kavak gibi upuzun bildiklerimizi görmezden gelip bilmediklerimiz ile ilgileneceğiz okuyacağiz araştıracağiz yani,bilmek ve gelincik olmamak için !


Duzenlenmektedir.

Kuylariniza Defolun!

Siz alin buralari,
aliniz ki allansin
yanaklariniz,
alin inancinizi ve
gidin diyarlarimdan.
Defolun!

Sizin renginiz,
duygusuzlugunuz
morunuz,
mor renginiz.
Inandım sizin
dizgilerinize.

Tanrınız büyük amenna
Siirleriniz coskun
dolu olsa da,
gomuleceksiniz
foseptiklerinizin ardina.
Ve kuyularinizdan
yukselen
kokularinizda cabasi.
Elveda sizlere
kuyularinizda...

LiberterKedi

Katı olan her şey buharlaşıyor

Marx, Herakleitos Ve Bugün

Katı olan her şey buharlaşıyor” sözü, Herakleitos‘un “Aynı nehirde iki defa yıkanamayız” yaklaşımını hatırlattı bana. Süregiden bir değişimi, devinimi, periyodik sürekliliği olan bir değişimi ifade etmek için çok önceden bu sözü söyleyen fikrin bugün farklı bir cümleyle ifadesidir Marx’in söylediği. Aslında bu iki cümle arasındaki – mana olarak aynı olmasına rağmen- söyleniş farkı bu fikri destekleyen bir örnek olarak görülmelidir. Yani aynı fikrin ifadesi olarak görebileceğimiz, değişerek gelen bir söylem var ortada ve bu durum gayet destekleyicidir sözün anlamını. Ancak mantıksal uzantıları değişimi öngörmesine karşın iki yaklaşımı aynı tavırla ele almak doğru olmaz kanısındayım. Çünkü Herakleitos varlığın tanımlanması adına çalışmalar yapıyor ve varlığın değişkenliğini öne sürüyor ancak aydınlanmayı, sanayi devrimi, ekonomik buhranlar ve sınıflaşmış toplumları gören ve tezini bunlardan bağımsız geliştireceğini düşünemeyeceğimiz Marx’in değişimi ifade eden yaklaşımı oldukça farklı olarak ele alınması gerekir.

Marxizm gibi iktisadi ajanların çok önemli olduğu bir düşünceyi ele almak için mikrodan makroya doğru bir yol alarak tartışmak gerekirse şu basit örneklemeyle başlamak faydalı olur; Ulaşım ve iletişim araçlarının ve imkanları çok gelişmiş bu değişim her zamankinden daha hızlı gerçekleşmiştir. Meydana gelen değişmeler bazen bizi kendine benzetirken, bazen de yok sayabilmiştir. Örneğin internet cafeler, atari oyun salonlarını bitirdi. CD’ler, kasetleri bitirdi. Bilgisayarlar, müzik setlerini bitirme noktasına getirdi. Cep telefonları, çalar saat dönemini kapattı. Tüm bu örnekleri arttırmak oldukça mümkün ancak bu kadar detaylayarak temel düşünce olan değişimi perdelememek açısından bu mikro değişimlerin ardındaki gerçek nedenleri yani “ eritici” etkisi olan nedenlere bakmak gerekir.

Berlin Duvarı yıkılmış, SSCB dağılmış, savaş meydanlarındaki üstünlük savaşı enformatik alana kaymış, dünya ortak bir pazar olma yoluna girmiş, bölgesel entegrasyonlar oluşmuş, Amerika her alanda etkinliğini hissettirir hale gelmiş, bir zamanlar sömürülen zenciler özellikle NBA ve futbolda çok yüksek paralar kazanır olmuştur..İşte süreç bu şekilde iç çelişkileriyle gelişe durmuştur. Tıpkı Lenin’in dediği gibi “Gelişme, karşıtların 'savaşımı’ “ olarak kendini göstermiştir. İşte tüm bunlara bakıldığı zaman tıpkı doğa bilimlerinin temel yasalarından olan eriğme yani form değiştirme olgusunu sosyal gelişmeleri de bu tür form değiştirmelerle ifade edebiliriz.

Tüm bunların yanı sıra değişimin tek yönlü olmadığını ve değişim sonucu oluşan yeni objenin/ürünün de tekrar değişmesi olanağı yok mudur? Evet vardır. Nasıl ki eriyen bir buz su olduktan sonra buharlaşıyorsa ve ardından gelen bir soğumayla tekrar su / yağmur olarak yeni bir şekle bürünüyorsa sosyal olgular da aynı kaderi yaşayabilir. O halde buharlaşan katının yeni formunu da belirtmek lazım. Bu konuda G. Politzer’den bir alıntı ile devam edelim: “Karşıtların birbirine dönüştüğünü söylediğimiz zaman, bununla, basit bir sıra değiştirmeyi, yani birinden ötekine geçiş bir kez olduktan sonra, gene de hiçbir şeyin değişmemiş olacağı bir sıra değiştirmeyi anlamıyoruz. “ . Evet eskinin feodal beyinin yerini kapitalistler almış ve yine hakim sınıf olmuş olsa da proloteryanın hakim sınıf olamayacağı anlamı çıkmamalı bundan çünkü değişim durağan değildir ve herkes için vardır. Ancak işçi sınıfının hakim sınıf olsa bile kapitalist sınıf gibi olamayacağını yani kapitalistlerin sömürdüğü gibi sömürücü bir sınıf olmayacağını düşünen fikir ne kadar kabul ediyordur değişimi? Bu çelişkiyi de görmek gerekir diye düşünüyorum.

Modernite, küreselleşme ve postmodernizm olguları ışığında değişimin, form değiştirmelerin varlığını algılamak daha kolay oluyor. Kültürel, politik, sanatsal vs birçok alanda bir başkalaşım var ki hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu hakkında dairesel çıkarımlara ulaşmamak elde değil. Yola çıktığınız noktaya geri geliyorsunuz, kısır döngü içinde buluveriyorsunuz kendinizi. Ancak tüm bunları açıklamak adına net ve salt bir çıkarıma ulaşmak zor olsa da klasik söylemle “Değişmeyen tek şey değişimdir.” mantığı size yardımcı olarak beliriveriyor. Bir bakıyorsunuz eşcinsel ilişki tercihi bazı ülkelerde müessese hale gelebiliyor, bir zamanlar çağın diktatoryasının örneği olarak gösterilen devlet başkanının idam anı bir cep telefonunun kamerasından tüm dünyaya servis edilebiliyor. Hatta Çankaya Köşküne davet bile edilmeyen bir bayan bir anda “Hanımefendisi” oluveriyor o köşkün. İşte bu kadar çok alanda var bu “buharlaşma”. Dolayısıyla bu sözü, diyalektik yaklaşımı ve Heraklietos’un değişim yaklaşımını göz önünde tutarak meydana gelen bu devinimleri açıklamak – her ne kadar çok geniş bir yelpazesi olsa da - mümkündür.

yemre