31 Ağustos 2008 Pazar

Geleceğine Tokat Atan Hümanite

Geleceğine tokat atan kadın...

Uzunca bir zaman camımın kenarına yanağımı yaslayıp düşünürken, birden bu kafamda şimşeklendi. Şiddet ne ise, insanlıkta bağımlı bir hal almış. İlişkilerde kimi zaman anlık sinirlenmeler ile, aşırı strese bağlı olarak karşısındakine uygulanan fiziksel darbeler sonucu kopma ve parçalanmalar gerçekleşiyor sıklıkla günümüzde. Bu sistemin getirdiği stres ve bunalımın toplum içerisine sindirdiği travmadır ve çok kötü.

Stres unsuru insanın beyini ile omurilik soğanı arasındaki uzaklık farkı ne kadar iyi olursa olsun, etkisiz kalabiliyor. Yani insanı düşünme yetisini kaybetmesine sebebiyet verebiliyor. Zekasını yeterince işletemiyor. Analiz etme becerisinden yoksun kalıyor, düşünemeyerek ileriye dönük hareket edemiyor ve toplum bu yüzden yoksunlaşıyor. Ve şiddetin artması ile bir genelleşme ile bireyin hırsı, kini, siniri ve duyguları git gide başka bir forma bürünerek, insalık kabını kurutuyor. Toplumun bu dinamik etkileşimi parçalanmaya ve dejenereleşmeye gidiyor.

Dejenereleşme ve getirisi asimile edilmiş çekirdek yapı...

Bir gerçek vardır ki bir toplumun en derinine inmek isterseniz çekirdek yapısını izleyin. Bu genellemeler aslında yapılacak en doğru genellemelerdir belki de. Bunun sebebi çekirdek oluşumlar aslında kendi öz kaynakları içerir. Oluşum evrelerini, ileride büyüyecek bir olayın belirtilerini ve dahasını gösteren önemli birer başvuru kaynağıdır bu çekirdek yapı. Dejenereleşme bu yapılar için ekonomik unsurların etkisi ile gerçekleşir. Sınıfsal farklar ile çekirdek yapı bölünür ve toplum bir bütün olarak incelenemez. Toplumu bir bütün olarak düşünmek tabi ki sağlıklı bir yol değildir. Ama teolojiye çok bağlı toplumlar her zaman tek bir noktada itiraz haklarını damaklarında kitlemeye göz yumarlar. Bu yüzden bunun siyasal getirisinden yararlanan keneler çekirdek yapıyı bir bütün gibi gösterip, çekirdek içine aynı kutuplaşmaların olmasını tercih ederek herkesin birbirini itmesini arzular. Bunun içinde değişim ve gelişimi engellerler, farklılıkları engelleyerek. Bu dejenereleşmeyi doğurur, ve kalıcı bir doğum yarası gibi bireyin bünyesine, daha doğduğu günden itibaren sanki bir bilgisayarmış gibi programlanarak yüklenir. Böylelikle dejenere kalıcı bir olgu olur toplumda. Bunun gibi olgulara bağlı olarak çekirdek yapı yıkılır, tek merkezci, dogma bir yapıya dayalı, düşünmeye, irdelemeye, özgün fikirlerin doğmasına engel bir hal ortaya çıkar ve ortada çekirdek bir yapı kalmaz. Kalan tek şey ise;

Tamamlanamayan, üretilemeyen, hayata geçirilemeyen, özgünlükten özgürlükten uzak bir iskelet üzerine giydirilen bir kılıftır.

Kabul gören olgular ise bireyler arası kin, nefret, şiddet, baskı, zulüm, savaş, asosyallik, popülizm yapma, bağımlılık, kopuk yaşamlar, parçalanan kısa süreli aile yaşamları ve birey ilişkileri gibi bir çok argümanı bol olguyu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak buna göz yuman insanlık geleceğine tokat atmıyor mu sizce....

Zeitgeist(Zamanın Ruhu)

Öncelikle bir uyarı ile başlayalım bu filmi izlemeye başlarken gözlüklerinizi çıkarın, tebiki dünyaya ön yargı ile bakıyorsanız!

Zeitgeist: Zamanın Ruhu anlamındadır bu kelime. Film bu felsefeden yola çıkarak günümüzü ve geçmişimizi irdelememize olanak sağlıyor. Tercihi bize kalmış.

İlk kez 2007 yılı Haziran ayında Google Video' da yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz günde 70 bin, ayda yaklaşık 2 Milyon izleyenle internet tarihinin en çok izlenen ve toplamda dünyanın en çok indirilen filmi oldu. Fakat bundan birçok kimsenin haberi olmadı. 15 Mart 2008' de dünya genelinde gösterim günü ilan edildi ve 1800 noktada özel gösterimler düzenlendi. Aynı gün Türkiye' de Boğaziçi Üniversitesi' nde ve Atlas Pasajı Nefes Cafe' de gösterildi. IMDB' de 8.7 puan aldı. Oylamaya katılan 3,877 kişiden 2,450’i filme 10 tam puan verdi.

Filmin içeriği dünya genelinde çok büyük tartışmalar yarattı. Hatta Zeitgeist' e karşı Hıristiyan çevreler iki alternatif film bile yayınladı. Bütün bu tartışmalara rağmen büyük yayın kuruluşları filmin adını ağızlarına dahi almadı. Bütün sansasyonel etkisini bağımsız internet siteleriyle sağladı.


Korkularımızla yüzleşmemek adına "Komplo Teorisi" kelimesine dört elle sarılır olduk. Özellikle dönemimizde öyle insanlık dışı olaylarla karşılaşıyoruz ki bunların kökenini araştırmak, hatta düşünmek bile bizleri korkutuyor. Mesela "İnsan Hakları". Batı medeniyeti merkezli olduğuna inandığımız bu kavramın tam da Batı Dünyası tarafından ayaklar altına alınması hayata karşı güvensizliğimizi zirvelere taşıyor. Toplu mezarlar, petrol için öldürülen bebekler, işkencenin ABD tarafından standartlarının belirlenmeye çalışılması bizlerin insani kriterlerini de bulanıklaştırıyor. Bütün bu saydıklarımız değerlerimizi kazandığımız geçmişimize götürüyor. Bize söylenenler, öğretilenler yalan olmalı ki bu insani kriterleri yaratanlar kendileri her türlü değeri alaşağı ediyor.


Zeitgeist filmini seyredenler bu sorgulamayı daha yıkıcı yaşayacak. Ya uyanacak, ya olanlara şaşırmaya devam edecek. Film din, para, ve korku üçgeni içerisinde kıstırılan toplumların nasıl yönlendirildiğini ve büyük planın tekno - totaliter bir Dünya Devleti kurmak olduğunu ileri sürüyor .Zietgeist' de artık koplo teorisi sınıfından çıkmış ve herkesce doğru kabul edilen 11 Eylül Saldırılarının bizzat Amerika tarafından düzenlendiğini, kredi sistemini, savaş ekonomisini, merkez bankası ve Federal Reserve tarafından nasıl köle bir toplum yaratıldığını anlatıyor.




Anlatırken sizin insanlıktan miğdenizin bulunmasına sebep oluyor. Kendinizi ve yaşamınızı sorgulamanızı, olayların zihninizde daha da netleşmesine sebep olan bir film. Ama başta önemli bir uyarı diyerek dillendirdiğimiz gibi.

Bu bildiğiniz belgesellerden değil!

Bu bildiğiniz bir film değil. Bu gerçek zamanın ruhunun gösteriişi. Bu yüzden bu filmi izlerken önyargı gözlüklerine sahipseniz çıkarıp izleyin.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Perde[Ay'dan Sarkıttım İlmeği Boynuma]

...ölç direncimi,
hayalsiz ne kadar
yaşaya
bili
-
y
o
r
-
um...

tut yüreğimi
ve nüfuz ettir
dil(im)lenmiş
ruhunada,
gör
beni.

Ve unutma
sen göz yaşlarımın
altında kararan
gümüşüm,
yüreğimde hep
parlayacaksın
mesafen
artsa
da.

Son olarak
kulağında titreyen
ben olmazsam,
yüreğine eğil
ve
dinle
beni:

Göz yaşımda gizli,
biçimsiz çevremi derlerken,
iplerimi aya bağlarım,
ilmeği boynuma geçirir
atlarım geceleyin rüyalarıma,
sadece
seninle
olabilmek
için
bil
i
yor
mu
s
u
n...

Sonu
bitmemiş senfonin
sonlanmamış
perdesi
üzerindeki
toz...

Çok acıtıyor
bu
yok)
sun
luk...

Popülerlik

Popülerlik: En kötü hastalıktır günümüzde, ve çağın en hızlı ilerleyen salgın hastalık vakasıdır popülerlik. İnsanı çok farklı noktalara taşıyabiliyor. İnsanı kimi zaman ne olduğunu unutturan bir yapısı var. Beğenilme ve anlaşılabilme teslimiyeti ile insan kendini geliştiremez bir birey haline geliyor. Sadelikten uzak herşeyi bu olgular etrafında yükselten birey, bir vampir halinde kaygılı bir halde yeni bir işe atılırken dişini tırnaklarını kemirerek kişiliğini kaybetmeye kadar gidiyor. Buna en iyi örnek temel ise- popülerlik kaygısıdır - .

Bu kaygıyı ne kadar yüceltirseniz hayatınızda, o kadar gelişim ve değişim devininiminden uzaklaşırsınız.

Kısacası kaygıları olan insanlar genelleme olarak değil ama, bir çoğu hayatlarında başarıyı elde edemeyip, ettiklerinde de onu koruyamayan bir birey olurlar. Ya da yaşamı bir soba olarak görürseniz, bu kişiler bu sobanın camında ki hayat is-idir.

Düzeltildi:Bazı hatalardan dolayı...


Türkiye'nin Kalbi Ankara (Zaman'ın yasaklanmış belgeseli)

1934 Sovyet Yapımı olan bu belgesel zamanında TRT' in özerk olduğu yıllarda yapılan baskın ile yayından kaldırılıp yasaklanmıştır. İçinde enternasyonal marşının söylendiği bir bölüm olduğu için zamanında Ülkemiz'de yasaklanmış bir belgesel. Yönetmenleri; Sergey Yutkoviç ve Lev Oskaroviç Arnstam olup, 1934 tarihinde çekilmiştir bu belgesel. Söylenene göre M.K.Atatürk istemiş yapılmasını.

Son zamanlarda birden arşivlerden çıkarılan bu belgesel hakkında daha fazla bilgiye burdan ve burdaki linklerden ulaşabilirsiniz.


Yaşayan bir kütüphane insan...


Yaşayan bir kütüphane insan...

Yaşadıklarınızın izdüşümlerini gözden geçirin ve ufak karalama kağıtlarına yazın. Sizce yaşam nedir.
  • Mutluluğunuzu paylaşabilecek kadar fedakar mısınız?
  • Yemeğinizi çok aç olsanız bile, karşınızdakine ikram edebilecek kadar nazik misiniz?
  • Acınızı anlatabilecek kadar cesurmusunuz?
  • Korkularınızı yenebilecek kadar üzerlerine gitmeyi göze alabilir misiniz?

Yoksa siz iş yaparken sadece belirli kurallara istinaden mi, eylemlerinizi gerçekleştiriyorsunuz. Bırakın birşeylerin gerçekleştiğinde ardıllarını. En güzel olanı hiç girftleşmemek. Sadece ne iseniz o sunuzdur. İnanmaya çalıştıklarınız sizi yanılgılara düşürebilir. Kitapların olduğu gibi, görünen derin raflara konulduklarında, toz tutsalar da seneler sonra yerlerinden çıkarıldıklarında zamanlarına hizmet edebilirler. İşte bu yüzdendir ki bizlerde olan bu paylaşımsızlık, karşılık güdüsü olmadan yapılmayan ikramların, derdini anlatamama, üzerine gitmeme yani mücadelesizlik yüzündendir ki bizler birer kütüphaneyiz.

Kütüphane: İçerisinde bulunan rafların oluşturduğu parmaklıkları ile hüküm sürer kitaplar için.

Sonuç olarak bizler aslında kütüphaneyiz. Bu tanımlama günümüzde kitap ve kütüphanelere yüklediğimiz tanımlamalara bağlı olarak söylemlenmiştir bu yazıda!

Bitirilmek istenmese de bu yazıda söylemler, dinleme körlüğüne bağlı olarak, okuduklarımızı irdelemekten korktuğumuz için, yaşadıklarımızı bile bu kütüphanelere benzeyen zihin kütüphanesi olan bilinç altında muhafaza ediyoruz. Bu yüzdendir ki bizler yaşadıklarımızı bilinç ve bilinç altımıza tıkarak birer parmaklığız yaşamımızda. Okuduklarımızın anlatmaya çalıştıklarını göz ardı edererek toz tutmalarına göz yumarakta birer kütüphane ve rafıyız.

Ve en acısı kabul etmesekte bizler kaba tabirle bencil götümüzün korkusundan, bu dünyayı yaşanmaz hale getirdik yarınlarımız için bugüne baktığımızda...

Bitmemiş Safsatalar Sarımsağı - 3 -


29 Ağustos 2008 Cuma

Bağımlılık

Bağımlılık; iradenin düşünememe adına, yönetene karşı kayıtsız şartsız teslimiyetidir.

Wanted!


Dünyayı istiyoruz! Hemen şimdi istiyoruz. Onların silahları var. Biz ise daha kalabalığız. [ James D. Morrison]

28 Ağustos 2008 Perşembe

Savaşlara Hayır De!

Parşömenimin kenarını katladım yakıyorum...

Geceye düşen bir korku var havada. Herkes evine çekilmiş kapısını kilitleyerek birbirne gitmez olmuş. O eski sosyal alış-verişler yok olmaya başlamış. Tek mantık ise:
Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın.
...eğer bir kafes olarak düşünürseniz bu dünyayı. Ve siz o kafes bir civciv iseniz. O yılan bir gün gelip sizide yemez mi diğerlerini yediği gibi?

Sorumsuzca bir davranış bu tepki-sizlik. Yoksullaşan insanlık git gide benliğinden oluyor. Savaşlara hayır diyemeyenlere acıyorum;

-acaba bir gün yılan sizi de yemeye geldiğinde ne diyeceksiniz.

İşte bu yüzden kağıdıma dökülen akrepler elimi soksa da, yazdıklarıma binayen. Tek söylemim:

Savaşlara Hayır De!

Sukut altın ise, yanlışa hayır demek paha biçilemez bişeydir. Yalnızca bir kemik yığını isen, çevrende olan biten bu katliamlar seni ilgilendirmiyorsa sende bir civcivsin. Büyüdüğünde unutma ki sende kesilip sofralarda diş kovuklarını dolduracaksın!

Savaşlara Hayır De!

Geleceklerini ödünç aldığımız çocuklarımız için diren. Silahları kaldırıp yak, kır, parçala. Engelle bu bloklaşma şeklinde olan savaşları. Yapabilirsin. Ya bu uğurda ilerleyen kanatlı bir kuş ol, ya da anüsten öğütülmüş olarak başkalarının miğdelerini doldurmak üzere basit bir civciv ol. Barış özgürlüğünde, özgürlük sende, sen yaşamında, yaşamın zihninde şekillenmeye mevcut. Ellerindeki yaşam iplerini sıkı tut, kaygan fikirlerin tek getireceği sana anı yaşamadır. Sadece tek düşüncen daha iyi bir yaşam için:

Savaşlara Hayır De!

Unutma sana dokunup yaralanan yılan, bir başkasına yaklaşırken daha temkinli olacak, ve büyüyen tepki yumruğu ile bir gün başı ezilmiş bir halde yok olacaktır.



Savaşlara Hayır De!


Dil{im}

Dil-im-leri, dil/im dil(im olmuş.

Tek parçalı söz ne?

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Dil(en)ci bağışını ruhuna ister....

Dil(en)ci bağışını ruhuna ister....

Kenarları oyalı hayaller pislenmesin diye, sürekli küplerinde saklanır.

Hiç(e inat, boşa gitmesin diye kalbinin berisinde, dudaklarında şahlanan sarhoş türküsüdür bu aşk:

-İnatla bağır ve sesin kısılıncaya kadar devam et, ki sesin kesildiğinde anlasın senin ne söylemlediğini.

Bir oyalı ruh bu işte dil sökümü, söz edimleri. Boşluğa sallanan sensizlik küfürleri arasından, koşup topla etrafına yayılanları, sarıp sarmala onları, kopar gökyüzünden saçlarına doğru çek, yakıp üzerlerine su serp ki etrafına savrulmasın yüreğindeki ben(im)ler...

...ardıllı bir gece, şarap gibi dudaklarında dilimin tatlanması, kiraz tatlısı, çilek ekşisi mayhoşluğum ardından. Dil(im)siz, iç içe geçmiş bedenlerimizin üzerinde akan terlerimi, çarşafları ıslatması ile; gelen hemoglobinler üzerlerinde katılaşınca-beliren acı- nasılda umutların kan soluyan bir nefese dönüşmesi ile acıtır seni değil mi?

..ruha bağışlanan acının nefs ile kirletemediği o ten.

Biliyormusun acının karada yüzen guruh üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğunu.

Kayıp bir bedenin ardına düşen düşler ile yitip giden aşk-mıdır ki. Bunu tokatlayarak sev(iş)elim diyorsun birden bire?

Eğer birden gidersen yüreğimden sana edeceğim bedduam ise:

Yüreğimdeki ateşimde
kavrul,
gözlerimde
hapsol,
göz yaşlarımda
boğul,
saçlarıma dolanarak
kaybol....
Sadece bil beni,
bil dil(inde)n kopan
bensizlikler yok
eder beni
sen
siz
ce...

...ölç direncimi hayalsiz ne kadar yaşayabiliyorum, tut yüreğimi ve nüfuz ettir dil(im)lenmiş ruhunada gör beni. Ve unutma sen göz yaşlarımın altında kararan gümüşüm, yüreğimde hep parlayacaksın mesafen artsa da.

Son olarak kulağında titreyen ben olmazsam, yüreğine eğil ve dinle beni:

Göz yaşımda gizli, biçimsiz çevremi derlerken, iplerimi aya bağlarım, ilmeği boynuma geçirir atlarım geceleyin rüyalarıma, sadece seninle olabilmek için


biliyormusun...

Sonu bitmemiş senfonin sonlanmamış perdesi üzerindeki toz...

LiberterKedi


Kaybolmuş Cenneti' i Bulurken...


Kaybolmuş Cenneti' i Bulurken...

.... kaybolmuş cennetin mistisizmi içerisinde, kesin olmayanın peşine düştüğünüzde göz ardı ettikleriniz buharlaşıyor.

Farkında olamadığınız yaşam içerisindeki gerçekler, git gide küf tutuyor.

-Gerçekler küf tutar mı?

-Tutar hocam, şöyle tutar: Yalanlarımız ile maya tutar üzerleri, içleri kokuşmaya başlar, nefes alamaz hale gelirler. Çünkü çıkım kapılarını bile yalanları ile tabulaştırmışlardır. Ve artık gerçeğin yerini yalanlar almaya başlar bu raddeden sonra.(Bu durum kalıcı değildir.)

Değişim her zaman bireyin istediği düzeydedir; bireyin düzeysizliği ile, değişimin gideceği yol ise. Farklı sapaklara doğru yön alabilir, yanlış olan bir şekilde. İşte bu zamanlarda eski fotoğrafların anlattıklarını, iyi okumak gerekir zihnimizde. Yüzünü aydınlık bir ortama doğru çevirmesenizde gerçek görebilirseniz. Eski fotoğrafların anlatımlarını, sende uyanmaya hazır bir prenses gibi prensini beklemeden uyanacaktır o zaman.

Çünkü gerçek masal dinlemez...

... gece ve gündüz öyle bir eksende dönüyor ki. Korkutuyor beni artık rüyamı gerçek mi yaşattıkları bize anlamıyorum, televizyonlar ile, gazeteler ile, siyasi söylevleri ile bizleri halüsünojik bir bağımlı hale getirmişler. Bizler yalanı seviyoruz, ve onsuz yaşayamayacağımızı düşünüyoruz şimdiki zamanda. Bunun böyle olduğunu ise kaybolmuş cenneti ararken, bulduğumuz yalanları gerçek olarak sandığımızdan git gide benliklerimizden oluyoruz.

Farkındamısınız?

Beyinler yerlere serilmiş, nadasa yatırılıyor diğerleri tarafından...

{Bitmemiş Safsatalar Sarımsağı(2)}

LiberterKedi

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Bitmemiş Safsatalar Sarımsağı - Paraf 1


Soluk bendenlerin, renksiz vücudları üzerine giydirdiğiniz kokuşmuş et kılıfları altında ki dünyanın, üzerinde kimse yaşamıyor!

Sizler neye dairsiniz yaşamda...

Aklınızda, zihin raflarınızda biriktirdiklerinizi döktüğünüz ucuz siyaset meydanında, seyisi olduklarınızı yeterince sömürmediniz mi?

Yeter?

...eliniz ile ovuşturduğunuz için üzerinize fışkıran meni sizden dahi olsa, üzerinize yapıştırır post-it gibi cünüplüğü. Ve sizler yok olmaya yüz tutmuş asırlık dedikoducu zihniyetiniz ile, yönetemediğiniz yaşamlarınızı soluklaştırmış, soğuk bir yayla gibi olan bedenlerinizi içerisinde ikame ettirmişsiniz. (Yaşamıyorsunuz Zevzekler...)

Renksiz düşüncelerinizin mürekkep sayfalarına zorla sahip olması ile kokuşan bir bünyenin, el altındaki bastonu olmuşsunuz bu kokuşmuş güdüleriniz ile.

Bitmemiş safsatalar sarımsağısınız siz...

...kaybolmuş cenneti arayanların tek ümidi olarak, düşünce kenelerisiniz siz..

- Kaybolmuş cenneti arayanlar:

-Ayın altına bakın bulmak için, güneşin dibini karıştırın biraz. ayaklarınızı kaldırdığınızda anlayacaksınız cennetin nerede olduğunuz....

(Bitmemiş Sasatalar Sarımsağı - Paraf 1[Devam Edecek])

LiberterKedi

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Gözlerinin Ardındayım Ben




Dedin ki
gideceğim,
Dedim ki
geleceksin yeni bir bahara.
Dedin ki
öleceğim,
Dedim ki
canlanacaksın başka bahara.
Dedin ki
bekleyecek misin,
Dedim ki
beklediğim gibi her mevsimde.

...her mevsim gibi kendine özgü sevdim seni, aynı şiir deki gibi. Her dediğine bişey söyledim ama, kulaklarını tıkadın sen. Açma gözlerini ardına bak beni bulacaksın.Çünkü gözlerinin ardında yaşıyorum ben, tıpkı ayaklarının altındaki kan damlasında olduğum gibi. Üzerine basıp geçtiğin her çimin içinde olduğum gibi(isteyerek, göze alarak ölümü)

Sevmek böyledir...

Geleceğine Tokat Atan Hümanite

Geleceğine tokat atan kadın...

Uzunca bir zaman camımın kenarına yanağımı yaslayıp düşünürken, birden bu kafamda şimşeklendi. Şiddet ne ise, insanlıkta bağımlı bir hal almış. İlişkilerde kimi zaman anlık sinirlenmeler ile, aşırı strese bağlı olarak karşısındakine uygulanan fiziksel darbeler sonucu kopma ve parçalanmalar gerçekleşiyor sıklıkla günümüzde. Bu sistemin getirdiği stres ve bunalımın toplum içerisine sindirdiği travmadır ve çok kötü.

Stres unsuru insanın beyini ile omurilik soğanı arasındaki uzaklık farkı ne kadar iyi olursa olsun, etkisiz kalabiliyor. Yani insanı düşünme yetisini kaybetmesine sebebiyet verebiliyor. Zekasını yeterince işletemiyor. Analiz etme becerisinden yoksun kalıyor, düşünemeyerek ileriye dönük hareket edemiyor ve toplum bu yüzden yoksunlaşıyor. Ve şiddetin artması ile bir genelleşme ile bireyin hırsı, kini, siniri ve duyguları git gide başka bir forma bürünerek, insalık kabını kurutuyor. Toplumun bu dinamik etkileşimi parçalanmaya ve dejenereleşmeye gidiyor.

Dejenereleşme ve getirisi asimile edilmiş çekirdek yapı...

Bir gerçek vardır ki bir toplumun en derinine inmek isterseniz çekirdek yapısını izleyin. Bu genellemeler aslında yapılacak en doğru genellemelerdir belki de. Bunun sebebi çekirdek oluşumlar aslında kendi öz kaynakları içerir. Oluşum evrelerini, ileride büyüyecek bir olayın belirtilerini ve dahasını gösteren önemli birer başvuru kaynağıdır bu çekirdek yapı. Dejenereleşme bu yapılar için ekonomik unsurların etkisi ile gerçekleşir. Sınıfsal farklar ile çekirdek yapı bölünür ve toplum bir bütün olarak incelenemez. Toplumu bir bütün olarak düşünmek tabi ki sağlıklı bir yol değildir. Ama teolojiye çok bağlı toplumlar her zaman tek bir noktada itiraz haklarını damaklarında kitlemeye göz yumarlar. Bu yüzden bunun siyasal getirisinden yararlanan keneler çekirdek yapıyı bir bütün gibi gösterip, çekirdek içine aynı kutuplaşmaların olmasını tercih ederek herkesin birbirini itmesini arzular. Bunun içinde değişim ve gelişimi engellerler, farklılıkları engelleyerek. Bu dejenereleşmeyi doğurur, ve kalıcı bir doğum yarası gibi bireyin bünyesine, daha doğduğu günden itibaren sanki bir bilgisayarmış gibi programlanarak yüklenir. Böylelikle dejenere kalıcı bir olgu olur toplumda. Bunun gibi olgulara bağlı olarak çekirdek yapı yıkılır, tek merkezci, dogma bir yapıya dayalı, düşünmeye, irdelemeye, özgün fikirlerin doğmasına engel bir hal ortaya çıkar ve ortada çekirdek bir yapı kalmaz. Kalan tek şey ise;

Tamamlanamayan, üretilemeyen, hayata geçirilemeyen, özgünlükten özgürlükten uzak bir iskelet üzerine giydirilen bir kılıftır.

Kabul gören olgular ise bireyler arası kin, nefret, şiddet, baskı, zulüm, savaş, asosyallik, popülizm yapma, bağımlılık, kopuk yaşamlar, parçalanan kısa süreli aile yaşamları ve birey ilişkileri gibi bir çok argümanı bol olguyu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak buna göz yuman insanlık geleceğine tokat atmıyor mu sizce....

22 Ağustos 2008 Cuma

Nietzsche'nin Parmaklığı


Nietzsche'nin Parmaklığı

Düşüncede ki özgürlüğün, imgelerdeki eylemce zaferi...

Sen olamayacağını sandıkça olacaklar üzerine...

Geçmişte kim olduğunu bilmek istiyorsan, şu an kim olduğuna bak. Kim olacağını bilmek istiyorsan, ne yaptığına bak.

-Gautama Buddha-

Çocukluk...

Bu dönemde daha birey bile değilsinizdir. Özgürlüğünüz aileniz tarafından belirlenir. Size genel bir ahlak çerçevesi belirler. Ve bunun üzerinde temellendirdikleri ile sizleri yönlendirilmiş vektörler gibi, hayatın içersine sürerler. Bu doğrultuda, istemedikleri bir hal aldıysanız, sizin yönünüzü kendinizin belirlemesini engeller, ve sizler başarısızlığa merhaba demiş olursunuz. İşte bu dikjtatörce görnümünde olmayan sevgi dolu yanlış bir alışkanlıktır. Bu olgu antropolojinin en eski davranış edimidir. Kendinin hayatını yönlendiremeyen bir çocuk bu davranışlar yüzünden; ya şizoid, ya obsesif kompulsif, ya şizofren ya da nevrotik oluyor. Bunlar tabulaşmış görüşlerdir...


Ergenlik ve birey olma...


Birey olabilmek; gözlemlerle, eylemlerin doğurduğu sorunsal sarmalı ile, belirgin bir kaç kişilik adımından sonra. Yolumuzun keskin çizgilerle oluşmasına sebebiyet verir. Özgürleşebilmek ya ruh sökümlerimizin ardından gelir ya da düşünerek mümkün kılınır.

Mücadele, isyan, düşünme, irdeleme gibi vb. olguları bu hayat edimlerimize bağlı olarak gerçekleştirdiğimiz eylemler sonrasında elde ederiz. Bunlar zor gibi görünen, içleri boşaltılmış yapısal hareketler gibi görünselerde, en doğru hareketlenmelerdir. Bireysel özgürlükler düşüncede başlayıp dilimizde zamanla ilerler. Bu yüzden kendimizi ergenlik dönemi olarak adlandırılan bu gelişim evresinde iyi tasarlamalıyız. Sonrasında düşündüklerimizi isyan gibi görünse de sonuna kadar mücadele ederek savunmalı ve yaptıklarımızı mantık çerçevesinde irdeleyerek bir forma sokmalıyız.

- Ama unutmayın bu form katı kurallara sahip olursa, çözülemez yanlışların gerçeklerin yerlerini almasına sebebiyet veririz...

Nitekim günümüzdede yanlışlar, yalanlar gerçeklerin yerini almışlardır. Fikirlerinde özgür olamayan bir insan hiç bir özgün mental tasarıma imza atamaz. Özgün olmayan bir görüşün beli daima bir başka özgün olmayan kişinin edimlerinin değişik bir form almasıdır. Ama bu form her zaman şematik olarak hiç değişmez! Hep aynı öngürüde ilerlemeye başlar. Başlangıçları farklı olsada, izlenilen yol hiç değişmediğinden gideceğiniz yer bellidir.

Özgün ve Özgür olamamaktır...

Ölüm ve Herşeyin rayına oturduğu an...

Ne denir ki özgür olamayan için en doğru olgu ölümdür. Unutlacaktır üç beş gün/ay/yıl sonra. Fakat özgürleşmiş kişiler için ne kadar toplumda yerilmiş kişiler, hasta ruhlu bireyler, ruhsal sorunlara sahip insanlar olsalarda kimilerine göre. Bu insanlar ÖZGÜRLÜKLERİNİN ARDINDAN GİTMİŞLERDİR KORKUSUZCA.

Bu özgürlüklerin savunucusu olmayı belirleyen koşullar maddi varlık değil maneviyattır. İşte bu doğrultuda maddi çıkarımlardan sıyrıldığınızda, elde edeceğiniz en temel olgu karşılıksız özgün, özgür ve manevi bir BİREY OLMAKTIR.

Sonuç olarak aldığımız her nefes bizi, sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeksede, nihai zafer ölümün olsa da hiçbir zaman pes etmemek gerekir. Hayatın en tiz sesi olmaktansa, insanları rahatsız edin pes bir ses olarak ki zamanı sabun köpüğü gibi yaşamalarından sıyırın onları.

Yaşasın düşüncede ki özgürlüğün, imgelerdeki eylemce zaferi...

Mental Mastürbasyon


Beyinleri sürekli mental
bir mastürbasyon halinde
olanların, içerisinde bulundukları
kişilik karmaşasıdır.

LiberterKedi

21 Ağustos 2008 Perşembe

Biliyor Musun?

Biliyor musun
Aşk şiiri yazmaktan bıktım.
Bir gün şöyle bir baktım,
yazdığım bütün şiirler öyle.
Bir sarsılma, nedir bu..
Bir otuz aşk şiiri daha,
kendimi hiç suçlamadım.

Peki o zaman ben neden
dereceler sokayım koltuğumun altına?
Ateşim varsa zaten.
Ey gözleri maden,
çünkü aşk bir suçlamadır.
Sonuna kadar yaşanmamışsa,
bir bardak birada yeni bir deniz
ve yağmur eski bir denizde
yeni bir ada yaşanmamışsa.

Sözgelimi Galata' dan
Afrika'ya gidiyordum.
Korsanları kralları ve bazı ülkeleri
ve bütün madenleri,
ve kendi sonumu,
iyi görmüyordum sonunda.
Her türlü madeni
elimde bir sürü kağıtla
hazırladım kendimi..

Turgut Uyar

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Ben Geçmişimin Ilık Günahlarını, Seninle Afaroz Ettim.


Ben geçmişimin ılık günahlarını seninle afaroz ettim.

Öldürülmüş bir yılan...

....geçmişte kalmışlarım, aramızda.

Aramızda yorulmuş hayallerim, sana vermeyi istediklerimin belirsizlikleriyle uyuşuk bir halde.

...dolanmıştı ayaklarımın diplerine. Dinç bir şekilde, kirli, asi ve sürekli tekrarlanır bir hal almış umutsuz geçmişim.

Kim suçlu...

zaman...

.
.
.


İçerisinde bulnduğu durumun verdiği o kasvetli durum ile yaşadıklarım; acılı, ürkek, korkak bir hal almış. Değiştiremiyorsan onların suçu ne. Oysa bilmediğin bişey var senin sevgilim.

Ben geçmişimin günahlarını seninle afaroz ettim.

Yaptıklarımın kasvetli, suçlu, acılı atmosferini: Senin gözlerindeki o sadelik ile temizledim bugünümde.

...davamın devamı sen, ben, biz o-labilme uğraşısı. Kork(ama susma. En azından mücadelen ile güne karşı dirayetli olmak gerekiyor.

Ben bunu yapıyorum.

Yaptığım en doğru şey ...

-Seni sevmek: Dile dökülmeyen tenha sözlerimde saklı geçmişim. Sana olan özlemlerim ile yoğrulmuş kelimelerim. İçlerinde giz)li ağlamaklı ruh hallerim, ruhumuzun yorganı altında gizli, izliyor bizi.

-Ya sen ne sanıyordun..

...geçmişi isli bir soba camı. İçerisinde ateşi harlandırırsan, inandıkların hep tüter. Değiştirmek için kork-ma, sıcaklığını muhafaza etmesine izin verme.

Ve unutma..

-Ben senin göz bebeklerinde büyüdüm.

Hayatıma renk oluşun ile yeniden seninle dünyaya gelerek...

Afaroz ettiklerim ile, hayallerimi yeniden temize çektim seninle.

Sadece

sıkı
c
a

sar
ı
l..

Ben geçmişimin ılık günahlarını seninle afaroz ettim. Şimdi kavurduğum

yüreğ(im)in ateşi olan seninle...

Teması belli olan, sonlandırılmamış tiyatro...

İmgelerin Eylemcesi Nedir?

İmgelerin Eylemcesi Nedir?

Eylemler toplumların içinde bulundukları durumlara karşı gösterdiği “fiziksel” tepkilerdir. Çoğu zaman, daha çok bunalım anlarında sıkça karşılaştığımız gibi....

Direniş ise; insanların eylemlerini kararlılıkla sürdürebilmeleri adına, sürekli bir şekilde yaşatabilmek adına gösterdikleri reaksiyonlardır.

Bu iki olgu hiçbir zaman başarı gösteremez, ayrı düşünüldükleri takdirde...

(...)

İnsanların ruhsal durumlarının çeşitli olayların etkisi ile yıkılması ardından, yeniden yapılanması sonrasında başkaldırı eylemleri sıklaşır. Tepkisizce olaylara izler gözle bakan kişiler, etraflarında daralan çemberin etkisi ile tepkisel bir biçimde. Direniş reaksiyolojisini aktifleştirirler olaylara karşı. İşte bu durumda eylem gerçekleşmeye başlar. Ve kaotik bir sürecin içerisinde yerlamaya başlarsınız.

Kaosun sesli ortamında düşünce boy göstermeye başlar. İşte bu zamanlarda ortaya gelen fikirler, gerçeğe en yakın halde bulunan tezatlarıyla girdiği çatışmaların ardından. Beyin süzgeçlerinden geçerek, zaman içerisinde kendisini temellendirir.

Zaman bünyesinde sıradanlaşmaların ardından; yalanlar asimile edilir ve oluşan sistemler, yeni dünyaya gelmiş bir bebek gibi, yüksek sesle çığırmaya başlar. İşte bu noktada cehaletin üzerine sıkıca, hiddetlice, şiddetlice gidilmelidir. Kafası gövdesinden ayırılmalı, sindirlmelidir düşünce ile bi daha ortaya çıkmaması adına...

(...)

Eylem her zaman toz pembe sonuçlandırılmamalıdır. Eylemler her zaman mavi bir deniz kıyısının kenarında, ayaklarımızı suya daldırır gibi ortalarına nüfuz ederek savunulmamalıdır. Eylemler korkusuzca, ardıllarına aldırış etmeden, kazanmanın yanında kaybetmeyide göze alarak işlevini gerçekleştirmelidir.

Gerçekleştirebilmesi adına...

Devam Edecek...
LiberterKedi

19 Ağustos 2008 Salı

Sağır Yarasa

Kalemi kırılmış umutlarım bugün öldü..

söz yitimsiz, kelime yetersiz...ne söylenir.

Konuşma ki duysun, gözlerinin bağırmak istediğini...

Yoksulluk ardılı, varlık görüntüsündeki fakirliğim ben. Şimdi lambamda gizliyorum umutlarımı.

Acaba ovalarsam çıkarsam içerisinden olmasını istediklerim, bilmiyorum? Ürkek ve çifterli bir ruh yapısı haline sahibim...

Rüzgarın yüreğime jiletlediği o eski serin, titrek sevgimi özlüyorum. En azından varlığımı onuyordum onunla. Yalansız bir kaç kelime bile yetiyordu anlaşmaya. Anlaşılmama güdüsünü taşımadan yoksulluğum zenginleşiyordu. Karşılıklı diyaloglarımızdan. Ama ya şimdi.

Suçlama ve gerisinde saklı tutma, umarsızlık:

Tamamiyle Yalan Olmuş Herşey!


Yalan bir ironi.

Sözlere işlese de, içerisinde barındırdığı terslikler bize gerçekleri üfürüyor.

Ama

gör
-e bil
e
n
e
....

Herkes sağır bir yarasa bugününde...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Y...S...

Yazar...

Kendisini özgürlük uğruna katletmeyi; diktatörce başaran kişidir.

Susmaz...

Nehirin akıntısı; sağnak yağmur altında, şiddetli gök gürültülerinden asla ürkmez...

O/labilme Aşkı

İnsan inandıklarıdır.

Neyin sevdasına düşmüşseniz, tutulduğunuzsunuzdur. Yeri geldiğinde olmak istediğinizi inkar etmeye kalksanızda. Siz kimi zaman;

bir zengin

bir patron,

bir yönetici,

bir mesih,

bir peygamber,

bir tanrı görünümde sıradan kişilik)lersiniz.

Sorununuz sadece yönetebilme aşkı.

17 Ağustos 2008 Pazar

... gibi

Çay
bardağındaki
dem gibi,
Damarından
çıkartılan
kan gibi,
Sabahı
göremeyecek
karanlığı
aydınlatan
mum gibi,
Seni bir daha
göremeyecek
olan kör
gözlerim gibi,

Yaşa
sa
m

n
e

olacak...


LiberterKedi

Kadının Kaleminden Aşk


Kalemi kırılmış yaşama benzer bu olgu.

İçi günümüzde boşaltılmış ve yerlerine menilerini doldurmuş, latent kişiliklerin tatminsizliklerinin kurbanı olmuştur, kadının kaleminden kopartılmış aşk.

Dallarında asılı duran üzüm taneleri gibi;

-Nereden bilecek kadın bir gün, aşkının ayaklar altına alınıp şarap yapılacağını.

Başarısızlıkların sonrasında tek gerçeklik var ki. Bu da içleri boşaltılmış kavramların, günümüzde baskıya maruz kaldıklarıdır. Eksenlerinden saptırıldıkları ve, ceset torbalarında üzerlerinin örtülmeye çalışılmalarıdır...

Kadının kalemi törpülenmemiş, uçları darbelere maruz kalmış tırnakları gibidir.

Yüzünüze sürtüldüğünde vereceği acı his ile hissettikleriniz, sizi nelerin içini boşalttığı konusunda uyaracaktır.

Umarım o zaman yeniden kalemler kırılmaz....

LiberterKedi

Elsa' nın Gözleri [Louis Aragon]

Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan' ım

Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
Gözleri Elsa' nın gözleri Elsa'nın gözleri.

Türkçesi: Orhan Veli Kanık

15 Ağustos 2008 Cuma

M.K.Atatürk - G.B.Shaw Ve Özgür(lükçü) Dil Üzerine

Kendi dilini bilmeyen başka bir dil öğrenemez.

Bu tümceyi George Bernard Shaw' dan okumuştum önce. Geçenlerde gerçekten bunun böyle olduğunu anladım.

Başka bir dili araştırırken ya da öğrenmeye çalışırken kendi dilimize hakim olmalıyız. Ve bunun üzerine birşeyler karıştırırken aklıma şu geldi:

Ne kadar dilimize hakimiz.

Aslında bu sorun günümüzde, toplumumuz içerisinde etrafımıza baktığımızda bize gerekli ön çalışmalara yardımcı olabilecek argümanları veriyor. Fakat daha da derine inmek gerektiğinden. "Toplumun bölündüğü sınıfların arasındaki dil çatışmalarını göz önüne alarak" incelemeliyiz diye düşünüyorum.

Düşünün gündelik yaşamınızda üst düzey bir yetkilisniz bir şirkette. Ve bir konu hakkında gerekli anlatımları yaparken, üç beş kelime ile yaparsanız ne kadar inandırıcı ve kabul edilir bir yapınız olur? İnsanlar sizin anlatımınızdan etkilenmeli ve onları yönetebilmelisinizdir. Kafalarında imgeleriniz ve betimlemeleriniz ile çizmelisinizdir anlatımlarınızı. Bu hem bulunduğunuz statüden de kaynaklanır, hem de yaşamınızı sürdürdüğünüz hiyerarşidende. Bu yüzden diliniz akıcı, üslubunuz çok perspektifli ve vurgularınızı mimikleriniz ile de ifade edebilmelisinizdir. Bunun sebebi dediğimiz gibi içerisinde yaşamınızı idame ettirdiğiniz, statünüzden kaynaklanmaktadır.

Bunun içinde dilinizi iyi kullanmanız, dilinizin bağımlısı olmalısınızdır.

Bunu yapmak için de gerekli yaptırımlar kitap okumak, çeşidi iyi kavramak, dilin labirentlerinde iyice kaybolup sonra çıkar yolu için savaşmak gereklidir. İşte bunları yaptığınız takdirde, sizde iyi bir yönetici, dilinizinde iyi bir savunucusu, hakimi olursunuz....

Bu yüzdendir ki inkar edilmez bir gerçek yönetim birimi içerisindeki birçok birey kendini iyi betimleyen bireylerdir. Fakat bu demek değildir "toplumda yönetilenler kendini anlatamaz, betimleyemez". Aksine daha iyi yapar, ama bunu öncelikle yaparken aydınlanma sürecini tamamlayarak gerçekleştirebilirler.

Buraya kadar anlattığımız imgelerin çokluğu, kendini ifade edebilme durumunun nasıl sağlandığı ve toplumsal düzeyinizin gerektirdiği yapısal durumunuzdu. Şimdi bu toplumsal düzeyi, toplumun geneline yayarsak ve sıradan bir dil yapısını inceleyecek olursak. Aydınlanma süreci içerisinde kendimizi nasıl ilerletebiliriz konusunu irdelersek, ve bunu nasıl yaparıza gelirsek?

Bunun örneğinide Türkiye Cumhuriyet' inin kurulduğu yıllardaki dil politikası oluşumuna bakarak ele alalım.

Osmanlı güdümünde çok uluslu bir yapı mevcuttu biliyorsunuz ki.

Bunun için saraya yakın kesimler Fransızca, Arapça, Farsça ve Türkçe konuşurken. Halk genelikle Türkçe konuşuyordu. Gelişimini ise hormonlu bir şekilde lehçelerden alan halk dili, yeri geldiğinde bugün ingilizceden dilimize empoze edilen kelimeleri o zamanlarda lehçelerden alıyordu. Bu şekilde düzensiz ilerliyordu türkçe. Ve yapısal çokluğu içerisinde barındırıyordu. Ama düzensizce.

Bunu gören Ulu önder M. K. Atatürk Eğitim devrimlerini ve dil devrimlerini bu yönde ilerletti.

Bunu yaparken öncelikle milletin genelinin konuştuğu dile bağlı olarak, bu dile uymayan arap dilinin alfabesi yerine latin alfabesinin getirildi harf devrimini getirdi. İmla ve harf devriminin sağlıklı bir şekilde yürümesi için, dilin düzensiz gelişmemesi için bir dil komisyonunu da oluşturmayı ihmal etmemiştir bu koşullar altında. Harf devrimini gerçekleştirirken Atatürk şu sözler ile duygularını ifade etmiştir.

Sevgili Kardeşlerim,

Huzurunuzla ne kadar bahtiyar olduğumu izah edemem. Duyduklarımı tek kelimelerle ifade edeceğim: Memnunum, mütehassisim, mesudum. Bu vaziyetin bana ilham ettiği hissiyatı huzurunuzda ufak notlar halinde tesbit ettim. Bunları içinizden bir vatandaşa okutacağım.


Atatürk ellerindeki küçük notları orada bulunan bir gence verdikten sonra, tekrar alarak şu sözleri söylemişti:

Yurttaşlarım, bu notlarım Türk harfleri ile yazılmıştır. Kardeşimiz bunu derhal okumaya teşebbüs etti ve okuyabilir de. Ancak henüz tamamen istinas etmemiş olduğu görülüyor. İsterim ki, bunu hepimiz beş, on gün içinde öğrenesiniz.

Arkadaşlar, bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harflerile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığımızın âsarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna kat'iyetle eminim.

Yeni Türk harflerile yazdığım bu notları bir arkadaşa okutacağım, dinleyiniz..
Atatürk notlarını Bolu Mebusu Falih Rıfkı' ya vererek okutur ardından.

İşte burada Atanın yapmak istediği geneli muassırlaştırmak ve dilin gelişimini düzgün bir eksen içerisinde yürütmesini sağlamaktı. Herkesin yöneticiler gibi konuşmasını istemesindendi. Bunu yaparken dilin o özgür ve özgün yapısını: Sanat ile, bilim ile ilerlemesini istediğinden eğitim politikalarınıda ulusal bir eksende izleterek, toplumun geneline ulaşmak adına, kendisi bizzat yürütmüştür. Bunu yaparak ilk öğretmen ünvanını eline almıştır!

Buradan yola çıkarak iyi bir dile sahip olmak istiyor ve başka dillerede hakim olmak istiyorsanız öncelikle kendi dilinizin yapısını iyi kavramalısınız. Yıllardır bize öğretilen ve bizim göz ardı ettiğimiz edatlar, tümleçler, yüklemler, büyük ünlü, küçük ünlü uyumu bu yüzdendir.

İdeolojik kisvemizden sıyrılarak dilimizin boyundurğu altına girmeliyiz. İyi kavramalı ve içerisine iyi nüfuz etmeliyiz. Başka dillere ancak bu şekilde açılabilir ve hüküm edebiliriz. Yoksa aksi takdirde sömürü milleti olur çıkarız!

Toplumun her kesiminde diline hakim bireyler oluşturduğumuz takdirde, başka dilleride öğrenebilir, ve onların boyunduruğu altına girmek yerine, biz onları boyunduruğumuz altına alırız.

İşte bu yüzdendirki özgürlük dile hakimiyetle başlar. Aslında Shaw' da, M.K. Atatürk'te dilin iyi öğrenilmesi konusunda bunu savunuyor. Bu yüzden bizimde dediğimiz

Başka dilin dilencisi olacağına, kendi dilinin öğrencisi ol.
.. buna bağlı olarak anlatımımızın temelinde olan, dilin iyi bilinmesi gerektiğini, ve özünün iyi öğrenilmesini gerektiğini savunuyoruz. Çünkü özgürlük fikirde başlar, dilde şahlanır, bilim ile, sanat ile yol alır.


LiberterKedi

14 Ağustos 2008 Perşembe

Akılcı, empirist ve fütürist bir isyan

Matematiğin hiçbir tutunma dalı yoktur günümüzde...

Ne kadar soyut olursa olsun, hayatımızda herşeyin hesabını tutma güdümüz insanların somutlaştırdıkları fikirlerinden olsa gerek.

Çıkarcılık...

Bugün gerçek dünyada uygulama alanı fazlasıyla yayıldı bu anlayışın. Her tarafa yaydığımız bu hesap dürtüsü, bizi git gide soyutlaştırıp, görünürde hiç bişey elde etmemizi sağlıyor.

Ama bizler farkında değiliz....

Adeta yeni filizlenmiş bir kaos çiçeğinin habercisi bu sanrı. İnsanlar giderek çıkar elde etmeye aşık halde, bağımlılaşmış durumdalar. İlişkilerimizde, sevişmelerimizde, aşklarımızda, ve hatta hatta kimi ailelerin içerisinde bile...

Matematiksel hesaplaşmalar...

İnsanların birbirlerini, bir kaç bilinmeyenden oluşan ve çözüldükçe daha da çözümsüzlüğe doğru giden, bir denklem şekline götürmesi..Kötü ve acı bir trajik oyunun içerisinde piyon olarak, sürekli vezirlere yenilmemizi sağlamış. Gladyatörler gibi para için birbirmizi öldürüyoruz günümüzde. Hayvanlar bile aç kalmadığı takdirde avlarını öldürmezlerken. Biz neresinde yer alıyoruz bu ekoloji sarmalının, bilmiyorum....

Birbirlerine karşı olan yabancılaşmalarına olanak sağlamış insan oğlu böyle yaparak. Sürekli birşeylerin hesabını tutarak geldiğimiz nokta ise:

Asosyal üretimsiz bir toplum.

Böyle bir toplum olmaya doğru, hızlıca bizi ilerletenler, bizleri bıyık altından tebessüm ederek izliyorlar. Afyonları yüzünden realizmden uzak bir bünyede fikirlerini somutlaştırıyorlar bizim katalizörlüğümüzün sayesinde.

(...)

Bugün megafonun sesinin çığırdığı şey matematik....

Yapılan uğraşıların temeli, yani soyut görünürde somutu elde edebilmek adına. Matematik kullanılan bir değnektir hümanizma adına. Matematik bu yüzden hiçbir dala tutunmaz. Akılcı, empirist ve fütürist bir isyandır matematik gerçek anlamda. İnsanlık adına pragmatist bir olgudur...

Bir gün gerçek dünya da işleyemez olduğunda. Sosyolojik, psikolojik ve beşeri anlamda insanlık kendini tükettiğinde....

Bakalım elimizde ne kalacak...

LiberterKedi

12 Ağustos 2008 Salı

Sonu Bestelenmemiş Senfoni...

Ekmek kırıntıları gibi hayallerime dağılmış, ufak ve sertleşmiş umut kırıntıları, yarınlarda ki sanrılarıma işlemiş.

Belkilere dayalı bir belirsizlik.

Sürekli yanlış yaşama boyun eğmek oluyor cezalarım.

Fısıltılar kulağıma seni üflüyor ve ben ürküyorum.

Yastığıma sarılıyor ve kendimi gömüyorum ona. Hıçkırarak ağlıyor ve yarınıma sesizce haykırıyorum seni. Ama sesler duyuyorum, ruhumu ele geçirmek isteyen ve bunun için beynimde uğuldayan sesler. Ve sonra...

( - )

...sözler parçalanmış,
üzerleri aşınmış
ve klişeler içerisine
sığdırılmış hayat.

Benim düşlerim,
benim hayallerim,
benim umutlarım
nasılda param
parça,
ben(ci)lce..

...kim düşünebilirdi ki,
rüzgarın peşine
takılan tozun,
bedenimde
seni çizeceğini.
Ardıma seni
yükleyeceğini,
tıpkı geleceğimde
olduğu gibi..



Hiç şüphe etmedim,
kübünde bekllettiğim
şarabım olan sana
bestelediğim o
mistik ezgi ile,
aşkımızın senfonisini
birlikte besteledik
sevdiğim
unutma...

( - )

Ruhumuzun sürgüne gittiği yerde olan sensizlik, ve çarpık gelişen yaşamımız ardından buluştuğumuz o kasvetli karanlık mekan. Y(üre)ğ-imiz deki -iz- artarak devam ediyor sevdiğim.

Ben dilediğinin yerin ötesindeyim, benliğimin ilerisinde, gözlerinin berisindeyim. Unutma rüyalarında kulaklarına işleyen senfoninin içerisinde biryerdeyim. Notaların öbeğinde, hayallerinin göbeğindeyim..

Sonu gelmemiş senfoni...

LiberterKedi

Blogger Yenilendi?

Can sıkıntısından bugün günlüğüme bakarken, bir çok blogger eklentisi gördüm. Wordpress' in pabucunu dama atacağını düşündürtüyor blogger bu yenilikleri ile.

Kendini sürekli geliştiren blogger, daha hızlı bir şekilde diğer blog sistemlerini geçeceğe ve arkada bırakacağını gösteriyor bugün...

LiberterKedi

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Artık Gel!

Konuşurken sanki ruhumun notalara dökülmesine yol verirdin sen. Sensizliklerimin katiliyim bugün hayallerimle yaptığım iş birliği ile.

Konuşmak istesem de, bu büyüyü bozacağım korkusuyla. Perdenin ardında gizlerdim kendimi. Ardından sen, ürkek bir buse bırakırdın bana bakışın ile. Ve utanarak içimden sana "Seni Seviyorum"derdim kelimelerimin karnına gömdüğüm yasak çocuğumuz ile.

(...)

Dudaklarında kalan hayırlar, birer şüphe tohumu gibi, zihnine yerleşsede. Sen benim baharımın başlangıcıydın her daim. Dudaklarında canlandırdığın bana karşı söylemlerin ise, hayatıma kattığın oksijenimdi sen farkında olmasanda!

Sözlerin bu sıcak yaz akşamlarında, içimi ürperterek uçtu ve gitti uzaklara. Yokluğunun yüreğimi bitkisel hayata sokması ile, yoksul kaldım kendimde. Her buluşmamızın bitişi ile. Otobüsün camına yasladığım umutlarım ile, görüntünün uzaklaşması beni mezarlarıma gömdü diri diri...

Son baharımız olan bu günlerimde herşey kuru bir sarılıktan ibaret bilmesende...

...basamak basamak olmuş. Hayatımın daha başında olmama rağmen, ortasına gelmeden yaşlandım sensizlikle. Yüreğim kurumuş sonbahar yaprakları gibi kırılgan, yerlere serpilmiş sarımsı yapraklar gibi ölü halde. Etrafımda sıcaklığından yoksun oluşum ile üşüyorum bugünlerimde. Acaba sen notalarla çizdiğin ruhumu betimleyebilirmisin bu şekilde benim kadar...

"İnsan, insanın aynasıdır" derler ya.

Bu tam bize göre değil. Şaşırdın değil mi?

Yansıma yapamayan birbirimizin ruh sökümüyüz biz. Bedenlerimiz farklı, ruhlarımız aynı. Paramparça ruhların farklı şehirlerdeki acı, özlem, sevgisizlik, şüphe, kin, nefret, aşk ve dahası bunun gibi insani hisler bu ruh eşitliğindendir.

(...)


Kulaklarımda yaktığım sesinin küllerini. Daha sonra onları hafif bir şekilde topladım avuçlarıma.

Dört bir yanıma nüfuz ettirdim seni görmediğim zamanlarda. Söndürdüğümü düşünsende sen sevgimizin ateşini.

Ellerimi yakıyorum şimdi yüreğimde, sana kavuşmak adına....

Gözlerinin ince dokusunu imgelemek istiyorum şimdi. Yeterli kelimeleri gök yüzünden çekip koymak istiyorum. Elime aldığım ipimle kement yaparak, doluyorum urganımı bulutlara. Ve ardından ucunda idam sepham olan dünyadan ayaklarımı alıyorum sana kavuşmak, seni betimleyebilmek adına, göz kırpıyorum ölüme neşe ile...

(....)

Bakışlarının yüreğimde bıraktığı o narin mutluluk...

Umarsızca beklememi fısıldıyor, yüreğimdeki kulağıma. Oysa her şeyi unuttum ben şimdi. Hatırlamak adına kurduğum hayallerimi çaldıkları bugünümde bilmiyorum senin ne halde olduğunu. Korku-yorum-suz sızlıyorum hayallerimle baş başa...

Ya sen...

Ya sen, sevgili...

Sesini kimselerin bilmediği diyarlarda beni düşünüyormusun bu şekilde!

Gidişin ile yalnız bıraktığın bu denizcinin, yüreğinden kopan dalgaları kokluyormusun, mahkum düştüğün sahillerde.

Gözlerimden kopan tayfunları saçlarına doluyormusun sahte kavurucu mutluluklardan kurtulmak için...

Bilmiyorum, bilemiyor ve ürkmüyorum. Çünkü ben sana güveniyorum ölümüne...

Dilime doladığım türkümüzle, gelevera deresinde balıklara anlatıyorum seni şuan bilmesende...

Ve şüphelensende tek diyeceğimdir sana sevgili...

Bir deli gömleğini arzuluyor.

Artık gel!

LiberterKedi

10 Ağustos 2008 Pazar

Ürkünç Bir Körebe Oyunu

Günün öğleden sonrası
hep bitecek,

bir daha eskiyi değiştiremeyeceğiz
korkusuyla.

Tek bir düşünce hakimdi
beynimizde

Ne yazsak,
ne yazmasak...


Hayatımız içerisinde başarılı bir şekilde kurgulanıp, yazıya dökülecek onca olay varki. Bunları yazmaya kalksak özgün imgeleri bulmakta zorlanırız, yaşamımızın bütününde. Bu parçalanmışlıklar bilmem kaç parçalık puzzle gibidir.

Zihin tasarımlarımızdaki hayallerimizin bu kadar kolay parçalanması, umutlarımızın ufalanması, direnişimizin kırılması da işte bu özgün imgeleri bulamayışımızdan dolayıdır. Bunun sesli ispatı ise; bizi bu şekilde bir hayatı sürümeye iten çevresel olgulardır.
Kolayı vardır herşeyin.

Ya da alternatifi mevcutken bir çok yaşanımın, bizi bu yolda sekteye uğratan içinde bulunduğumuz ortamımızdır aslında. Değişime, devinime karşı olan zıtlığı ile tabucu savaşçılığı ile. Çünkü yeniliğe kapalı bir toplumun, göreceği yeniliklere alışabilmesi tabularından ötürüdür ki çok zor oluyor.

Bu olgunun yüzyıllar boyu böyle olduğunu, geçmişimizde defalarca gördük. Hep aynı tabuta gömülmeyi yeğledik. Yerildiğimizde vazgeçip o tabuların içlerimize nüfuz etmesine izin verdik. Kaba tabirle; günümüzde yaşadıklarımızda, fifti fifti bizlerde suçluyuz. Farkında olamadık: Dünyanın yeni olguları doğuranların, tartışanların, geliştirenlerin ve mücadele edenlerin etrafında döndüğünün. Ama biz hep onların dediklerini ya görmezden geldik, ya da anlamadan yerdik, sindirdik,. Bilmediğimiz ve üretemediğimiz halde asimile etme yolunda tabuların kontrgerillası olduk.

(...)

Biz bir sirkte yaşıyoruz şu an sadece.

İnsan kendi içerisinde, kendini eğlendiriyor. Benciliz ve bunu kabullenmiyoruz. Savaşların devamlılığı, vurdum duymazlığımız, yitirilen insanlar ve kaybolan geleceğimizi hızlıca tüketiliyoruz. Ruh abazaları tarafından bizlerin ceplerine yerleştirdiği, tecavüz paralarının gözlerimizi kör etmesi ile. Garip bir körebe oyunu oynuyoruz. Bu bir körebe oyunu... maddiyatın verdiği haz boşluklarımızı, anlık tatmin etmesi ile köreldiğimiz bir oyunun ta kendisi.

Ama bizi sömürüsü bittiğinde buruşturup çöpe atacak.

Bizler bu gerçeğin farkında değiliz.

Bizler ne yapıyoruz?

Sadece lavuklar gibi peçete tutuyoruz onlara. Önlerinde el pençe divan durararak, yaptıklarına boyun eğiyoruz / eğdiriliyoruz.

Yeri geliyor kardan adamlara sakso çeker gibi, dudaklarımızın uyuşması ile. Onların eriyeceklerini, isyanımızın şiddetli ateşi ile çok kısa bir süre içerisinde yok olacağının gerçeğini göz ardı ediyoruz. Ve bu gerçeğide yalanla değiştiriyoruz. Ama şunu unutmamalıyız ki;

yarın üzerinde yaşayabileceğimiz bir dünya kalmayacak. Eğer bu şekilde kardan adamların topluma tecavüz etmesini engelleyemezsek.

Dünya' yı bu ruh abazalıklarına tatmin için, libido noktasına erişmeleri adına kullananların, orospu etmelerine göz yumacağız, farkında olmadan.(Para karşılığında). Yaptıklarını görüpte tepki vermekten aciz duruma düşürülmüş, uyuşturulmuş bizleri ise, üzerini temizlememiz için arada bir parçaladıkları zenginliklerinin, varlık olgularını bulmamız için. Ruh kapılarının arkalarına asıyorlar.

Cebimize sıkıştırdıkları üç beş kuruş ile bizide infaale gömüyorlar(...)karmaşanın, kaosun ortasında bizi piçleştirip yalnız bırakıyorlar.

Sebebi nedir dediğimizde, bir tokat şahlanıyor yüzümüzün ortasında...ve ardılları gün yüzüne yansıyor...Maddeleştirdiğimiz tabuların kaynaklanma olgularını şunlara bağlayabiliriz:

* Ruh abazalarının arkalarında, sürüngen bir hayatı yaşamayı kabullenişimiz yüzünden...

*Yarasalaşıp gözlerimizden oluşumuza bağlı olarak, kulaklarımıza fısıldadıkları ile hayatımızın onların tasarımları etrafında dönen bir yörünge izlemesine, yol verişimizden...

* Bilgilerimiz ile şişinerek gelişmeye kapalı, eleştiri kabul etmeyen, parçalanmış tabuların biraraya getirilmesi için, ruh abazalarının savunucusu oluşumuzdan(...)

Bu saydılarımızın ardını arkasını sınırlamadan çoğaltabiliriz.

Genelinde ise bunun sorumluları, bu körebe oyununda maşa olupta, bizi tutan elleri gerçekler ile yakmayan bizleriz.

Bu iğrençlerin düşüncelerini bu kadar yaşanabilir olmasını olanaklı kılan. Fakat hala devam etmemiz ile oynadığımız bu körebe oyunu destekleyenlerin sürdürdüğü bu kontrgerilla savaşı beni ürkütüyor.

LiberterKedi

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Deli Gömleği

Vişne çürüğü tenini andıran ürkekliğinle, nereye kaçabileceğini sanıryorsun sen!

Delinin birisinin kelimelerine böyle takılmışken, neden üzerinde inatla, inançla, kararlılıkla kalarak savaşmıyorsun. Bu beni meraklandırıyor.

Baranın içindeki o pisliği dünyaya tokat atar gibi vurduğu zamanlarda vaftiz edenler, kendilerini kandırıyorlar... Unutma ki cünüp olmayan tek birşey varsa hümanite adına o da kaymemek adına içimizde üzerine çullandığımız hayallerimizdir. Nefessiz bıraksanda onlar asla sana ters gelmez, bırak kendini mavi bulutların yorganı altınada, sevişelim imgelerimizde sabahalara kadar.

Ben sen yokken vişne çürüğüyüm unutma.
Hayallerimde sensiz iken,
sessizlik içerisinde,
ürkek bir sokak kedisiyim.

Sen ne kadar beni
bu halde bırakmaya zorlasanda.
Samimiyetinin gösterdikleri ile
benden kaçamayacaksın
benim deli gömleğim.

LiberterKedi

Duydun mu lan Kafka'nın pornosu varmış!

Hayat'ta insanlar dedikoduya ne kadar meraklı değil mi.

Geçenlerde sanal ortamda dolaşırken bunun öyle bir noktaya geldiğini gördüm ki, dehşete kapıldım. Okuduğum haber Franz KAfka üzerineydi. Evet buraya kadar gayet normal görünen bu durumun beni dehşete düşürmesindeki asıl sebep bu mütevazi ama derin bir dünyaya sahip olan yazarın özel yaşamı ile ilgiliydi. Haber şöyleydi:

Kafka'nın da pornosu varmış!


Ünlü yazar Franz Kafka' ya ait olduğu iddia edilen pornografik içerikli resimler tartışma yarattı. Resimler, Londra' daki British Library Oxford' da saklanan Kafka' ya ait günlüklerin içerisinden çıktı.

Resimleri, gelecek ay piyasaya çıkaracağı kitabında yayınlayacağını söyleyen Kafka uzmanı James Hawes, "Bunlar Kafka’nın insani yönünü ortaya koyuyor" diye konuştu.

Acaba merak ediyorum?

Kafka' yı normal yazılarından bile anlamayan kişiler, onun özel yaşamından, yani uzuvlarından mı bişeyler alıp hayatlarına dair yargılar getircek merak ediyorum. Magazin denilen ve hala ne olduğunu bir türlü anlayamadığım bu tür neden bu kadar insanların ilgisini çekiyor?

Bu sanırım sosyologların çok kolay bulacağı bir olgu.

LiberterKedi

Mutluluk Dişili

Gözyaşlarımı enjekte ettim gecenin damarlarına.

Saçlarına dolandım yağmur damlaları gibi senin. Umutlarımı yüreğine sardım kasnağın gibi. Ve yalnız değildim yine bu hain gecenin içinde.

Karanlığın ortasında duran deniz feneri gibi yalnız olsamda gerçekte. Yüreğimde taşıdığım hayalinin imleri gözlerimin ardında parıldıyordu. Yoksul yalnızlıkların en kabul edilebilinir olanıydı senin beynimdeki imgelerin.

Gecenin derininde bir rüzgar eser, sokağın başından, yüreğimdeki senin hayalinin çıkması doğurur o rüzgarı. Acı ile bir kaç kasılmanın ardından gözlerin gözlerime sahip olur bu vakitlerde...

Mistik bir hikayenin ardılları...

Kamelyamda otururken, hayallerimi serdiğim çimenlik üzerine düşen imgelerin mutlu ediyor beni. Umutlarımın dizildiği çardaklar papatya kokulu, çilek tazeliği dudaklarını anımsatıyor. Nehirlerin yardığı yatakların beni götürdüğü derinlik ise, gözlerine doğru yol alıyor usulca. Kokunda saklı arzularımız Nietzsche' nin migren ağrılarına benzer gibi görünse de. Bizi biz yapan zorluklarımızdır ontolojik dengemizi sağlayan bu haz duyguları ile...

Şarap şişelerinin diplerinden kalma içtiğimiz mevsimsiz aşk.

Ölümün önünde yayılan; devrik sevişmeler gibi olan sevgimiz. Cümle düşüklüğünden kaynaklanan yürek savunması ömrüm. Yaşlı bir adam gibi kırş kırış bir yüzeye sahip.

Kuşlar, düşler, çiçekler, kamelyalar üzerine kazındığım yağmur damlaları anlatacak beni sana. Kapılma saatleri olmayan, basamaklarında ateş püfürdeyen merdiveninin dikilmiş penisine aldırmadan. Çekip giden bir ben, aynı göletlere, denizlere, nehirlere coşarken, irkilen hayalerin ürkmesin. Fısılda kulaklarına onların. Zorlukların ardından göz kırpan mutluluk dişili üremeye hazır bekliyor bizi.

Gelip seni kurtaracağım.

Özgür olunca.

İnan.

LiberterKedi

Gece Düşme

...
Gece inatla siyah kabanımın
üstüne yağıyordu.
Bir parça bulut olup,
Bir damla yağmur,
Gece ne olursun düşme.
Düşme dedim, dinletemedim.
Çılgın kalabalığın üstündeydi,
Uyurken tavanımdaydı,
Ah gece ah, düşme..

İntikam mı şimdi bu?
Üzdüğün bunca insana karşı
Tamam seni de üzdük zamanında çok
Ama gece ne olursun düşme

Seni kirleten herkes adına özür diliyorum senden
Yıldızlarını kahpe ışıklarımızla kapattık
Ayın önüne yapılar diktik,binalar oturttuk
Türlü şerefsizliklerde bulunduk sana karşı

Son kez deneyelim ha gece?
Ne olursun hadi.
Tut elimden parçalarını toplayalım bir bir yerden
Ve semaya,
Geldiği yere koyalım
Tek tek..
Ah gece ah,
Yalvarırım düşme
...

Luthien

8 Ağustos 2008 Cuma

Öykü...

Fark Eder Mi ?

O kadar çok düşünüyorum ki bu aralar...

Kafamın patlamasından ve o saçma, kendini bilmez fikirlerimin etrafa dağılmasından korkuyorum…

Dağılırsa dağılsın mı?

Yok yok dağılmasın…

Anlamasınlar ne kadar “güçsüz” olduğumu…

Ne kadar “sağlam” durabilmek istediğimi hayata karşı…

Ama hep yenildiğimi, her engele takılıp düştüğümü, anlamasınlar işte…

Diyecekler ki : “ Her engel insanı büyütür kızım… “. Olmuyor işte, o engeller beni daha çok boşluğa çekiyor, daha çok bilinmeze sürükleniyorum. Ve evet sonunda daha çok uzaklaşıyorum kendimden…

Kendimden uzaklaştıkça da şu sorular beliriyor küçük aklımda :

… “Ne yaptım bu dünya için, kendim için?

Ya da olmalı mıyım bu dünyada?

Olsam, olmasam fark eder mi?

İhtiyacın var mı bana dünya?

“…Daha kendini bulamamış bir insan, daha kendi "özgürlüğünü" betimleyememiş bir insan…ha dünya sorarım sana fark eder mi senin için varmışım yokmuşum?


Ah şimdi fark ettim aslında kafam patlamış…

Baksanıza dökülmüş, her yere saçılmış fikirlerim…

O zaman söyleyeyim artık kafamdakileri.Ben sadece şu hayata karşı "sağlam" durabilmek istiyorum… Ve artık benim de bir öyküm olsun istiyorum, kendi "özgürlüğümü" betimleyebileceğim bir öykü….

Ezoo

...martılar eşliğinde....

Martılar sana getirecekler mektuplarımı, gökyüzündeki bulutlar üzerine tünetecek ve seni bana kanatlandıracaklar.

Acılarımızın birleşiminin çıktığı noktada, gözlerindeki o usul sevgi kıpırtılarının yansımasıydı ve ardıl yürek titreşimleriydi seni bana kazıyan. Mıh gibi beynime çakan...

Kanatlanacağiz güzel günlere birlikte beraberce ve martılar eşliğinde...

Ezoo

Ne Kadar?...

Beklemek çok acı veriyor.
Dahası her bekleyişin
sonu gelişlerin,
kısa süreli benim
oluşların,
ve arkanı dönüp
gidişlerin...

...her defasında bilmek,
gene gideceğini
ve bile bile seni seninle
yaşamak doyasıya...
ve bir o kadar da
aç kalırcasına…
daha ne kadar
dayanılır ki…

Ezoo

Oyun...

Bir oyunsa
yaşadıklarımız.
Oyunumuzda özgür
olmalıyız çocuklar gibi,
Sadece şarlatanlıksa
tattıklarımız
Hapsolalım kurallara,
mühim değil...

Ezoo

Sen...


Sen gidince , ağzımda bir tat kaldı acımsı
..kulaklarımda bir tını kaldı cılız...
ellerim sahipsiz kaldı kurumuş yaprak gibi...
gözlerim görmeye devam etti evet...ama sadece siyah rengi...
Sadece burnumda kokun kaldı, o kendine has bebeksi kokun...
Sen gittin ama kokun hala yanımda…


Ezoo

Hayatımıza Dair Yazı Tasarımları...

Hayatımın tasarımını yapmam gereken yılların, hüküm sürdüğü bir dönemde bulunmaktayım şuan.

Herşeyi objektif bir biçimde değerlendirip, bütün olabilecek hatalara karşı, toleranslar bırakmak zorundayızdır bu dönemlerde. Bırakılan toleranslara bağlı olarak gerçekleştireceğimiz tasarımların sonuçlarını düşünürken. Kendimizi bencilce bir yapıdan uzak tutmalıyız ki; hayatımızda olabilecek değişikliklere anında ayak uydurabilelim. Bunun da temelinde, bireysel özgürlüklerin sağlanmasının alt yapısını olumlu kılmakla mümkündür.

Mezuniyet...

Yaşamımız içerisinde ardıllı bir şekilde, hayatımıza yön verme eksenimizin belirlenmesinde, önemli rol oynayan tekrarlı zamanlardır bu dönemler...

Tasarımlarımızın hep bu anlarda bitmesi gerekirken, her zaman bir yerde eksikliklerimizin baş göstermesine engel olamıyoruz.

Aslında bu anlık tekrarlı yaşamsal zamanların, nasıl geçirileceği iyiden iyiye belirlenmiş bir halde olsa da. Sahip olduğumuz ön yargılar neticesinde gözümüz kör bir eşşeğinki gibi sadece açık bir halde, hiç birşey görmeden ilerler gibi duruyor.

Yaşamımızda ki bize dair tasarımlarda, herşey bu kadar açıkken neden mi başarısız oluyoruz?

İşte bunun çok açık olarak kaynağı bellidir ki; ekolojimize bağlı olarak yön verdiğimiz bireysel özgürlüklerimizdir.

Bireysel özgürlüğünüzü nasıl başkalarına bağlı olarak karara bağlayabilirsiniz ki. Burası münazara edilir bir haldedir. Eğer buna reddiniz yokta, bu durumun mümkünlü bir halde olduğunu düşünüyorsanız. Size tek söyleyeceğim, sizler yaşamınızın: Olumlayıcı kesimini bitirmiş, işlerinizde bağımlı hale gelmişsinizdir.

Sözle eylemin imkansızlığı, bireysel yaşamlarda ki aynı eksenin gidilememesinden kaynaklanır. Eylemle hayırı elde edenlerin asıl başarısızlığının temelinde, düşünememek yatar...Bunlar da şimdiye değin sürüp gelen değerlerin yenilenmemesi, büyük savaşlara gireme korkusu ile kazanılamamış kaybedilmişliklerdir.

Son karar gününün belirlenmesi.

Bu arada, yavaş yavaş etkilendiğiniz çevrenize göre belirlediğiniz tasarımlarınızın profilleri, artık gün ışığına kavuşmuş ve gözle görülebilinir halde sizin yaşamınızı idame ettirmenize yardım etmek üzere çalışmaya başlar. Bir sistemin yaşamınıza sizin isteyerek ya da çevresel etmenler ile hayatınıza empoze ettiğiniz hale gelmesi işte bu noktada belirginleşir. Kendime yakın gördüklerimi, güçlerine dayanarak bu yok etme işinde bana yardımı dokunabilecekleri arayıp başarılı olmak istiyorsanız. Çevresel faktörlerin oluşturduğu ön yargı kalıplarını, genelleme kabuklarını parçalamanızın zamanıdır bugün.

İşte o günden beri, yazılarımın balıkçısı oldum, hayatımdaki bireysel özgürlüklerin savaşçısı olarakta sözcüklerimin her biri bir oltadır: Kim bilir belki de olta atmakta herkesten ustayımdır?

Çoğu zaman olatamın ucuna yem bulamasamda, denize her zaman salladığımda, denz içinden oltama bir damla su takıldı. Oltama hiç bir şey takılmamış gibi görünsede bu benim şansızlığım değil. Evet evet suç benim değil artık. Çünkü hayatında bir çok kişi bireysel özgürlüğünden feragat etmeyi kabullenmiş.

Denizde tek özgür kalan ise, hırçın dalgaların ardından sıkıca dalga kıranlara çarparn damlalar olmuş. bunun sebebi ise...

Denizde balık yokmuş...

LiberterKedi

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Çocuksu Masum/iyet

Bugünlerde
ölmüş bir coşkunluk var
sokağınızda.

Çocuksu masumiyetinin,
ağlamaklı halleri,
ruhumun yorganı
altında saklıydı.

Bendeki senin anlamı
elimden tutan senin,
gözlerinde
kaybolmamdı...

Sana; boğazıma takılan
kelimeleri telefonda
söyleyemeyişimin sebebi.
Artık yok olmamdır
yüreğindeki yerimde...

...elveda...

LiberterKedi

Sev(iş)Mek Reaksiyolojisi Üzerine

Fantezi: Hayallerinde onu hissetmek, yüreğinin tam ortasında, bacaklarının arasında sıkışıp kalmak, onun teninde, derisinde, bedeninde yok olmak- ölmek gibi- fantezidir.

Arzunu o olarak yaşamak, kanında vaftiz olur gibi, onunla karşılıklı irkilmelerle biz olabilme; vahşi bir his değil, tuhaf bir hazdır sevişmek, onun ruhunun tıkanması gereken boşluklarında yok olmaktır. Bu hem acı verir, hemde sevindirir.

İki yol arasında ki en kısa mesafedir anlattıklarım... Anlayabilmek, anlam yükleyebilmek, belki de zor olanı seçmek hayallerinde onunla bir olmak, olabilmek işte bu böyle bişeydir.

Herzaman bu kadar toz-pembe değil.

Göze kaçıp ovuşturmamıza sebep olur, ardından kan çöreklendirir üzerine. Bu bir zehirlenmedir. Yaşamımız boyunca karşılıklı bir çok sefer olduğumuz bir durumun aynada ki görüntüsüdür. Yerilmek insan doğasında ki karşılaşabileceği en doğal olgudur.

Bireyin ekolojisinden ötürü...

Fakat bu sukunetli küfürlere aldırış etmemek gerekir çoğu zaman sıradanlaşmama adına.

İnsanın ruh ekolojisini, mezar ürkekliği ile sınırlandırılıyor kendince. Ahir korkusu, hesap güdüsü ürkekleştiriyor onu. Ama o bunun farkında değil. Düşüncede yapılan onca günah ve fantezi ahlakın, düşüncenin ve erdemin genelleştirilmesiyle sığlaşıyor. Budala bir hal alıyor, mavi sulara atlar gibi karısının üzerinde yolculuk edenler mi erdemli, sevdiğinin ruhunda gezinen, tenininde ölenler mi ahlaklı.

Düşündürücü- Aslında tek gerçek sev-iş/mek!-

Tıpkı bir devrim gibidir sevişmeler, kanla başlar, bir damla göz yaşı ile sulanır, bir hayat ile yep yeni bir form alır. Böyle bir sarmalın elementleriyiz biz. Makinalaşmaya alışık olduğumuzdan, tahrik edilmedikçe susma hakkımızı kullanıyoruz.

Tepkisiz ve hareketsizce.

Issız bir sis içerisinde yitirdiklerimizi görüyormusun?

Yok!

Toplumsal yargılanma korkusu, eşitsizlik, bir çember. Sonu olmayan, korkusuz yatak gıcırtıları her evde var. Yataklar da patlamaya hazır onca mayın gibi olan insan, gerçekte bu kadar ahlak polisliğine düştüğünde hiç samimi gelmiyor...

Cinselleşmiş dünya yitikleşiyor ahlak dürtüsüyle.

Kimse duymuyor ve sorgulamıyor.

Sevişme ve fantezi; acaba bedenlerde mi sadece hissiedildiğinde gerçektir.

Ruh sökümleri, tan ağırmalarında ki o mutluluk nasıl. Bilir mi hümanite?

Sanmaların ardından gelen sınırlandırmalar ile en güzeli habersizce rüyalarında ona sahip olmadır.

Sevgi/Seks reaksiyolojisi böyledir.

Haksızmıyım?

LiberterKedi

En İyi Türk Romancısı Anketi

Blogumuz üzerinde düzenlemiş olduğumuz anket sonucunua göre en iyi türk romancısı sn Yaşar Kemal seçilmiştir. Sıralama şu şekildedir.
1 - Yaşar Kemal




2 - Oğuz Atay



3 - Sabahattin Ali



Kemal Tahir



olmuştur.

Retorik - Aristoteles

Retorik ve Poetika' nın, birbirine koşut çizgilerde ilerleyen ya da birbirini tamamlayan yapıtlar olduğu pek düşünülemez. Ele alındıkları düşünce tarzına bağlı olarak, karşılıklı ilişkiler içinde olabilirler de, olmayabilirler de.

Aristoteles, kendisinden sonra gelen kuşaklar boyunca, her iki alanda da bir yetke olacaktı; adı ve saygınlığı, iki konuyu bir arada götürmekte rol oynayacaktı. Bunun bir nedeni, şiirin, Retorik' te tanımlayıcı, betimleyici bir gereç kaynağı olarak Aristoteles’ in işine yarıyor olmasıdır – onun, tragedya konuşmalarından bu kadar çok sayıda eşsiz kanıt çıkarmış olması dikkat çekicidir. Yine de, başlangıçta, hitabet ile şiir arasındaki koşutluklara değil, retorik ve diyalektik kanıtlama arasındaki koşutluklara ilgi duyuyordu.

Poetika’ yı oluştururken amacı üstün yazınsal örnekler için standartlar oluşturmaktı; Retorik’ te ise böyle bir iddiası yoktur. Doğru, Lysias’ ın, Demosthenes’ in söylevleri, Homeros, Sophokles ve Platon ile aynı düzeyde sayılmasa bile, Yunan yazınının herkesçe kabul edilen başyapıtları arasında yer alır; Aristoteles’in zamanında bile bunlar “okunur”du. Burke’ ün ve Fransız ihtilalinin hatiplerinin konuşmalarının, Cobden ve Bright, Webster ve Lincoln, Gladstone ve Churchill’ in belagatlerinin kendi ülkelerinin yazınında bir yerleri olduğu savı da doğrudur. Ama, bunun öyle saygın bir sav olup olmadığı sorunu bir yana, konuşmacının kendisinin her şeyden önce kendisini dinleyen çağdaşlarıyla ilgilendiğini rahatça anlayan kimselerin hayranlığını kazanmak için yazılmış değil de, özgül ve pratik bir amaç için tasarlanmış, bir dinleyici kitlesi önünde yapılmış, bir şeyi tanıtlayacağı, bir şeye inandıracağı düşünülmüş bir konuşmayı canlandırıyor gözünde. Eşyanın tabiatı içinde bundan başka türlüsü de olamazdı. Ama konuşmanın ve şiirin birtakım ortak özellikler taşıması da eşyanın tabiatındandır. Aristoteles’in er ya da geç bunların farkına varacağı kesindi. Poetika’ da, tamamlanmış yapıtın bazı yönlerini diğerlerinden ayırırken, bunların, ancak küçük bir yoruma gereksinimi olduğunun farkına varır, çünkü bunların bütünüyle tartışılması Retorik’ in bazı bölümlerinin tekrarlanması anlamına gelecekti bu bölümlerim önce yazılmış olup olmadıkları o kadar önemli değil: aslında Poetika’nın mı yoksa Retorik’in mi ilk yapıt olduğu sorunu neredeyse anlamsız bir şeydir, çünkü her ikisi de yıllar içinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Düşünce, tragedyanın “niteleyici parçaları”ndan biridir ve “retoriksel” poetik düşüncenin, Euripides’ in zamanından beri nasıl oluştuğunu anımsamak önemlidir. Güneşin altında tartışılmayan bir şey yoktur; öyle çok sayıda kanıtlar ve karşı - kanıtlar vardır ki, dikkatle hazırlanmış konuşmalara dağılmış büyük ve küçük ağırlıkta düşüncelerin, çoğu kez ilgiyi, oyunun merkezindeki düşünceden saptırması kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada Aristoteles, önceliği retoriğe tanımakla, şiirin kendisinin ardından gitmiş oluyor. Hem konuşmalarda coşkuları uyandırmak, hem de olay dizisinde bunları betimlemek için kendi Retorik’ ine başvurmakla bir adım ileri atmış oluyor. Ama aynı zamanda, tarih de onu onaylamaktadır; çünkü hatipler, şairler, filozoflar, politik düşünürler ve “insanın doğası” üzerine çalışanlar Retorik’ in ikinci kitabındaki tutkular üzerine olan bölümlere, yüzlerce yıl hep aynı şekilde, konunun klasik ele alınışı olarak bakmıştır.

Bir başka ilgi çakışması alanı, biçemdir;

Aristoteles’ in, ilk hatiplerin, şairlerin başarılarının, kullandıkları dilin güzelliğine ve inceliğine ne derece bağlı olduğunu fark ettikleri için şiirsel ifadeyi etkilediklerine değin kurnaz gözleminde bir hakikat zerreciğinden daha fazla bir şey vardır. Aristoteles, Poetika’ da biraz taslak halindeki biçem tartışmasında bırakılan boşlukların, Retorik’ te sunulan daha ayrıntılı çözümlemeye başvurularak doldurulması gerektiğini açıkça söylemiyor. Ne de, Poetika’ da karakter üzerinde dururken, yaşlıların ve gençlerin, zenginlerin ve yoksulların ayırıcı karakter çizgileriyle ilgili -aynı zamanda sevgi dolu ve tarafsız, etkileyici olduğu kadar eksiksiz- kısa tanımlamalar veren öteki yapıtı anımsatıyor bize. Bununla birlikte, kendinden sonra gelen kuşaklar bir anımsatıcıya gereksinme duymadı: yüzlerce yıl, şiirsel ifade tartışmalarına, Aristoteles’ in Retorik’ te kurmuş olduğu iyi ve kötü biçem ölçütleri egemen olmuştur; karakter taslaklarına gelince, bunları Horatius’ ta bile, Retorik’ ten Poetika’ ya, tümüyle aktarılmış olarak buluyoruz. Ayrıca bu örneklerde olanlar başkalarında da olmuştur; daha sonra şiir üzerine yazan yazarlar, Retorik’ i, Aristoteles’ in Poetika’ sının temelleri üzerinde sapasağlam durmakla birlikte, diğer kısımlarında birçok dolguya gereksinim olan kendi yapıları için taş sağlayan bir ocak olarak kullanmışlardır. Yine de, Aristoteles ile Aristotelesçi gelenek arasında bir ayrım yapmamız, zaten kendisinin de iki konuyu birbirinden tamamen farklı çizgiler üzerinde kurduğunu görmemiz gerekmektedir. Retorik ve şiir Aristoteles’ in kafasında ilişkili idiyse, bu, bizim şiirin eski saygınlığına kavuşturulmasından söz ederken dokunduğumuz nedenden dolayı olabilirdi. İnsan etkinliğinin, amaçları yükseğe -felsefeyle yarışacak kadar yükseğe- çıkarılmış iki biçimden söz ediyoruz burada.

Retoriğin, mümkünse, eski saygınlığına kavuşturulması gereksinimi şiirinkinden daha da büyüktü; Aristoteles de bu incelemesinde bu konuyu gerçekten yeniden biçimlendiriyor ve felsefi olarak saygın bir konuma kavuşturuyor. Ve Aristoteles Poetika’ da, şiirin, şeylerin düzeninde insanın yeri ve durumu hakkındaki hakikati açıklama savını nasıl önemli bulmuyorsa, onun Retorik’ i de, retorik hocalarının, çok yönlü bir eğitim sağlama ve en yüksek tipten insan biçimlendirme gibi aldatmacalarını önemsemiyor. Ne retorik ne de şiir, felsefeye bir seçenek olarak kabul edilemezdi artık; ama biri olduğu kadar diğer ide, felsefi kuralları ve koyutları kabul ettiği ya da onlara uyduğu ölçüde, alçakgönüllü bir yer tutabilir ve değerli bir şeyler başarabilirdi.

Felsefe, bir süre, retorikle herhangi bir alışverişi kabul etmemişti. Platon, retoriği -"bu inandırma ustası”nı-, onu uygulayanlar, hakikat bilgisine ya da saygısına sahip olmaksızın inandırma yollarını aradıkları için, reddetmişti. Kendi üstünlüğünü kurmaya çalışırken kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan hatip, iktidar arzusunun kölesidir ve tamamen sahte değerler düzeni içinde iş görür. Eğer şiir ideal devletten kovulmuşsa, retorik de bu sürgünden payını almalıdır; aslında onun durumu daha da kötüdür. Bununla birlikte, ta başlangıçtan beri -retorikte bu daha az açıklıkta kavranabilir gibiyse de- her ikisinin de iyi davranış göstermeleri halinde eski durumlarını kazanabileceklerinin belirtileri de vardır. Reformu gerektirir bu ve felsefenin kendisi bu konuda yolu açacak demektir. Bir kinik, felsefenin bunu yapabilmesi için, kendisinin reforma gereksinimi olduğu yorumunu yapabilir; ne olursa olsun, temelini değilse bile alanını mutlaka genişletmesi gerekecekti; hoşgörüyü tanımayan katılığını gevşetmesi ve biçimler ülkesinden dünyanın gerçeklerine inme yolunu bulması gerekecekti. Böyle bir gelişme, Platon’un daha sonraki felsefesinde gerçekten görülür; retoriği ve onun temsil ettiği şeyi toptan suçlayan Gorgias’ tan -çok daha genç bir diyalog olan- Phaidros’ a gelen okuyucu, sıradan retorik uygulamalarının bir başka suçlamasıyla, gerçek felsefi retorik için ayrıntılı bir tasarıyı yan yana görünce şaşıracaktır. Bunun nedenini açıklayan yeni düşünce, Platon’un “ruhların biçimleri”ni tanımasıdır. Daha az felsefi bir dille bunlara kişilik tipleri diyebiliriz. Her ruh “şekli”nde ruhun farklı bir parçası egemendir, bu da bazı kişilerin bir coşkunun, diğerlerininse başka bir coşkunun etkisi altında olması demektir. Platon’ un felsefesi ve diyalektiği bu coşkusal arzularla ilgilenme tenezzülünü göstermezdi; bunlar, insana akıllı bir varlık olarak yönelir. İşte retoriğin, felsefenin işini tamamlayarak ona değerli bir yardımda bulunacağı yer burasıdır. Eğer ruhun farklı “biçimleri”ni inceliyorsa ve bunları bireylerde tanıma noktasına geliyorsa, felsefi kanıtın farklı türden insanlara nasıl uydurulacağını bilmesi de gerekecektir. Çünkü gerçekten de bu haliyle kanıt, işlem yöntemi ve hakikate doğru gidiş yolu -dinleyiciye bakmaksızın- ancak bir tek şey olabilir. Bu temel noktada retoriğin felsefeden sapmasına izin verilmez.

Platon’ un burada zihninde canlandırdığı türden retorik, ancak kendi okulunun bir üyesi tarafından ortaya çıkarılabilirdi. Bu görevi yüklenen, Aristoteles oldu. Elimizdeki eskil tanıklığın gösterdiğine göre, onun retorik üzerine ilk dersleri Platon’ un yaşadığı sırada verilmişti. Yani Aristoteles kendini hala Akademinin bir üyesi saydığı sırada. Bu kurs profesyonel konuşma hocalarına bir meydan okumaydı; daha özel olarak da, retorik sanatını hem daha esnek hem de ayrıntılı hale getirmiş olan ve retorik eğitimine liberal eğitimin eşanlamlısı olarak, aynı zamanda görkemli politik kariyere bir giriş belgesi olarak bakan, Atina okulunun ünlü lideri İsokrates’ in yüzüne çarpılmış bir eldivendi. Aristoteles’ in Retorik’ inin açılış bölümü bu ilk kurslara kadar gidiyor olmalı: orada hemen, günün geçerli sistemlerine karşı bir saldırıya girişir, onların bir tartışma öğretisi yaratmamış olmalarını ve bütün dikkatlerini coşkusal çekicilik üzerine toplamalarını kınar: Modaya uygun -belki de çoğu kez başarılı oyunlara, hilelere karşı, Platon’un bir methiye sanatı ya da ne pahasına olursa olsun “inandırma ustası” olarak retoriğe karşı polemiğinden aynı aşağılamayı hoşgörüyü gösterir.

O zaman Aristoteles’in felsefi retoriğinin, profesyonel okullarda öğretilen inandırma ve başarı sanatına üstünlüğü nerededir?

Onun sistemini daha felsefi, daha bilimsel ve daha eksiksiz yapan şey nedir?

Coşkularla ilgili bölümlere dönüp bakarsak, Aristoteles’ in, uygulamadaki önemli serbestliğine karşın, Platon’un isteğini yerine getirdiğini görebiliriz. Ruhların Biçimlerini ayırt etmez kendi tasarımında pek anlamı olmayacaktı bunun; bunun yerine, her coşkuyu incelerken, her şeyden önce, bu coşkunun hangi koşullar altında uyanabileceğini, ne tür kişilerin buna uygun olduğunu gösteren, kesin ve dikkatle seçilmiş sözcüklerle dile getirilen bir tanımla başlar. Bu coşkuların oluşmasıyla ilgili daha özgül ifadeler, bir tür ilk ilke ya da temel öncül olarak iş gören başlangıçtaki bu tanımdan çıkarılır. İyi bir bilimsel yöntemdir bu; böyle bir bilgiyle donanan konuşmacı, belli bir durumu değerlendirebilecek ve hangi tutkunun uyandırılabileceğine karar verebilecektir. Daha önceki retorik hocaları ise öğrencilerine şöyle diyordu:

Eğer sizi dinleyenlerde acıma uyandırmak istiyorsanız, bu amaçla benim hazırlamış olduğum ve burada ezberlemeniz için size aktaracağım hazır cümlelerden seçebilir ya da bazılarını birleştirebilirsiniz.

Bundan daha felsefi olanı, yeni retoriksel kanıt öğretisidir. Aristoteles’ten önce hiç kimse, bu öğretiyi tasımlara dayandırmayı aklından geçirmemiştir, çok basit bir nedenden dolayı: tasım henüz bulunmamıştı çünkü. Aristoteles’in bile onu bulabilmesi, bu demek Platoncu Formlar arasında bulduğu ilişkilerden geliştirebilmesi için zaman geçmesi gerekti. Önceleri Yunanca “tasım” sözcüğü kabaca, hiç de teknik olmayan bir anlamda kullanılıyordu: “olguları kanıtla bir araya getirme” anlamında. Aristoteles’le birlikte sözcük yavaş yavaş çok teknik bir anlam kazanır; yine de Retorik’te, günün birinde açıklayacağı tasımsal usavurmanın geçerli üç formundan habersiz olarak, retoriksel kanıt ile tasım arasındaki koşutluğun üzerinde durur sık sık. Örnekse, İkinci Kitabın sonunda o kadar önem kazanan “sıradan sözler”den çıkarılan kanıtlar, tasım şekillerine ve onların geçerliliğini sağlayan mantıksal anlayışlara değgin bir bilgiyi hiç de gerektirmemektedir. Sıradan kanıtlardan herhangi birini, örneğin, “eğer tanrılar bile her şeyi bilmiyorsa, insanlar haydi haydi bilemez”i alalım. Burada ne büyük ne küçük bir önerme, ne de bu terimler arasındaki alışılmış ilişkiye benzer bir yapı vardır. Emin olmak için, “babasını döven, komşusunu da döver” büyük önermesi verilip, buna “X komşusunu döver” sonucunda bir araya getirilerek, Aristoteles’in aynı sıradan söz için verdiği bir başka betimleme, kolaylıkla bir alışılmış tasım şekline getirilebilirdi -ama bu noktada Aristoteles’in aklında olan şey bu değildir. Aristoteles tasım şekilleri konusunda o büyük buluşunu yaptıktan sonra, öğrencilerinden bazıları, sıradan kanıtları bu şekillere “ayrıştırmak”la uğraşmaya başladı. Bunların girişimleri ustanın onayını da almış olabilir; ama o, Retorik’in sıradan kanıtlarını teknik bakımdan doğru tasımlara yeniden şekillendirme gereksinimini hiçbir zaman duymadı. Bu “sıradan sözlerin” yardımıyla inanılır, akla uygun kanıtlar oluşturulması ve retorisyenin usavuruşunun bunlara uydurularak yöntem ve yapı kazanması yeterlidir. Aristoteles ara sıra eski bir hocanın “tüm sistemi”nin kendi sıradan sözlerinin birine denk düştüğüne işaret ediyorsa da, altta yatan düşünceyi -biçimsel ilke ya da buna verilebilecek başka bir ad- soyutlanıp ortaya çıkarmış olma onuruna sahip çıkabilir. Ondan öncekilerin yaptığı, öğrencilerine, en azından Aristoteles’in önerdiği gibi –hepsi de aynı tipten- çok sayıda kanıt vermekti, ama bunları soyutlama ya da bu tipi formüle etme gücünü göstermiyorlardı. Pratik ayrıntılar üzerine çıkmayı beceremeyen kaba retorisyenle, birçok kişisel örneğe biçim ve ilke aramayı Platon’un okulundan öğrenmiş, felsefi eğitimi olan bir insan arasındaki fark burada yatmaktadır.

Aristoteles’in bazı geleneksel “delil” türlerini incelediği ve her birini kendi tasımlarıyla karşılaştırarak geçerliliğini araştırdığı öteki bölümlerde durum bundan farklıdır. Burada, tam olgunlaşmış tasım şekilleri kuramı gereklidir. “Bir insanın ateşi olması onun hasta olduğunun belirtisidir” geçerli bir kanıttır, çünkü ilk şekilde “ateşi olan biri hastadır” büyük önermesi, “X’in ateşi var” küçük önermesi ve “X hastadır” sonucu ile doğru bir tasım şekline sokulabilir. Öte yandan, “Sokrates dürüsttür” ve “Sokrates akıllıdır” gibi iki öncülden, akıllı insanlar dürüsttür sonucuna varmak, inandırıcı olmayacaktır, çünkü bir tasım kuramı, özne olarak aynı terime -bu örnekte Sokrates- sahip iki olumlu öncülün, doğru bir sonuç içinde birleştirilemeyeceğini gösteriyor.

Yine öteki bölümlerde de, her biri bir tür konuşmada egemen olan üç temel değer: amaca uygunluk yararlılık, iyilik, soyluluk ya da güzellik ve adalet üzerine ilk öncüller sıralanıyor, çünkü politik söylevci öğütlediği eylem gidişinin amaca uygun olduğunu kanıtlamak, methiyeci övmek istediği herhangi bir şeyin soyluluğunu, adli konuşmacıysa belli bir eylemin gidişinin haklılığını ya da haksızlığını kabul ettirmek zorundadır. Örneğin, politik söylevci, barış yandaşı ve savaş düşmanı olarak konuşuyorsa, “iyi, sırf kendisi adına seçilen şeydir” öncülü ile başlayıp, barışıp sırf kendi adına seçildiğini oysa savaşın, olsa olsa, onun sonucu ortaya çıkacak iktidar ya da gelir gibi şeyler yüzünden seçildiğini göstererek devam edebilir. Bu şekilde, barışın iyi olduğunu kabul ettirebilir. Ya da, daha gerçekçi bir kanıt kullanmayı yeğlerse, “iyi, zıttı düşmana uygun düşen şeydir” gibi bir öncül seçebilir, daha önceki durumda savaşın karşı taraf için bir nimet, bir iyilik olacağı düşüncesini açıklayabilir. Aristoteles bu öncülleri, kanıtlama biliminin “ilk ilkeleri”yle karşılaştırır. Kastettiği şey, bir matematikçinin, diyelim bir eşkenar üçgenin açıları üzerine bir önerme ile başlayıp, söz konusu olduğunu göstermekle devam etmesidir. Aristoteles’e göre, barış lehine ortaya kanıtlar koyan konuşmacı, temelde matematikçiyle aynı yolu izler.

Ama bir mecliste ya da bir jüri önünde, bir konuşmacının böyle kesin ve mantıklı bir biçimde ilerlemesi gerçekten zorunlu mudur? Aristoteles bunu ileri sürmez. Kanıtların mantıksal yapısına derinden ilgi duymasına karşın, Retorik’inde yine de, biçimsel mantık üzerine incelemesinde yanlış ve etkisiz diye nitelediği usavurma tarzlarına izin verir. Hatibin, bilgiç bir tavırla kurama uyarak yani önce bir öncülü, daha sonra ötekini bildirip bundan sonra da ciddi ciddi sonuca doğru ilerleyerek dinleyicisini sıkmasını da istemez. Bir kanıtın sunuluşu onun mantıksal formunun göz önüne serilmesini gerektirmez. Aristoteles’in, öncülleri o kadar özen ve dikkatle topladığı bölümler bile sonunda yalnızca, hatibin olgularını şekillendirmesine ve düzenlemesine şu ya da bu şekilde yardım edebilecek genel olarak faydalı düşüncelerin bir bir sayımı gibi bir iş görebilir. Bu da, bir tasımın bir parçası olarak öncülün ilk anlamının gözden kaybolması demektir.

Aristoteles bu türlü kullanışlı öncülleri aramaktan usanmayan biri olmalıydı. Ana değerlerle -iyi, güzel ve haklı- ilgili olanların yanında başka öncül takımları da sağlar: bunlarla, bir şeyin olanaklı olduğu, olmuş olduğu ya da olabileceği, iyi ve uygun iki eylem seyrinden birinin daha iyi olduğu, iki suçtan birinin ötekinden daha kötü olduğu kanıtlanabilir. Aynı zamanda, her biri uygun biçimde tanımlanmış, iyi ya da uygun olan bir özel şeyler listesi çıkarır; bir politik hatibin iyi bilmesi gereken ana konuları sıralar; suçların türlerine, nedenlerine, koşullarına girer. Gerçekten de, adli hitabet alanında, eksik bir şey bırakmama arzusu sınır tanımaz. Adaletsizlik yapabilecek ya da adaletsizlikten etkilenebilecek kimselerin tam bir listesini yapmakla kalmaz: aynı zamanda yasa ve hakkaniyet üzerine konuşur; suça dürtü sorununa geldiğindeyse, insani eylemlerin nedenlerinin tam bir araştırmasında herhangi bir noksanlığın olmasına dayanamaz.

Toplam yedi neden vardır, ve liste dış zorunluluk, rastlantı, karakter, alışkanlık, tahmin ve tepi gibi birbirinden farklı maddeleri içerir. Ama bu liste yine de tüm ilgili nedenler konusunu kapsamaya yetmeyebilir; ek etmenlerin dikkate alınması gerekebilir. Aristoteles, insani eylemler kalıbına nasıl yansıdıklarını anlamak için, gençlikle yaşlılık arasındaki farklılıkları, ekonomik durum farklılıklarını incelemenin yardımcı olup olamayacağını düşünür. Fakat neyse ki bu konular incelemenin bir başka kısmında “konuşmacının karakteri” başlığı altında ele alınır; nedenler üzerine olan bölümün bunlarla karıştırılmasına gerek yoktur. Ama böyle olsa bile, insani eylemlerin daha başka bir nedeni ele alınıp en ayrıntılı bir biçimde gözden geçirilmeden bir sona ulaşamaz. Bu güdülenim zevktir. Aristoteles’in zevkin nedenlerini ve amaçlarını açıklamasıysa, nerdeyse kendi başına bir tezdir; en geniş imgelemin mahkemelerdeki davalarla ilgili olarak düşünebileceği şeyin bile çok ötesine uzanır.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor; Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor.

Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’ daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur.

Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor?

Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi?


Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor;

Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor. Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor; bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur. Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor? Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi? Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Hiç kuşkusuz, Retorik’te felsefenin izinin hafif olduğu yerler var – gerçekten o kadar hafif ki, insan hiç hissetmiyor. Aristoteles’in zamanına kadar, çok az deneyimli bir hatip bile bilirdi ki, işkence altında alınan ifadeler davasını destekliyorsa, hakikati ortaya çıkarmanın bundan daha güvenli bir yolu olmadığına direterek sonuna kadar üzerinde durması gerekirdi bunun; oysa buna karşıt bir davada, talihsiz kimselerin, acılarına bir son vermek için her şeyi söyleyebileceğini ileri sürerek, böyle ifadelerin adı kötüye çıkmış güvensizliği üzerinde durması gerekecekti ama daha başka durumlarda bazılarının işkence altında bile hayatlarını devam ettikleri de vurgulanabilir). Aristoteles’ ten önceki son üç kuşaktan uygulamacıların, onun “teknik olmayan tanıtlar” adını verdiği şeyle -bu demek yasalar, tanıklar, anlaşmalar, işkenceler ve yeminler- ilgili geliştirmiş olduğu yöntemler bunlardır. Bu “tanıtlar” hâlâ önemli iseler de, kanıt ve akla uygun tanıt bunların yerini almada önce olduğu gibi, bir yasal davada, daha çok kendiliğinden bir tarzda karar vermede etkili olamıyorlar artık. Aristoteles’in dediği gibi, bu tanıtlar “bulunmak” değil, “kullanılmak” zorundadır. Filozof ise, kendi fikirlerini, hatta biraz daha geniş perspektifleri ileri sürmekten bütünüyle vazgeçmiyorsa da, genelde, uzmanların kendi çıkarları için “kullandıkları” eskiden beri kullanılan düzenleri -ticaret oyunları dememek için- onaylamaktan biraz daha az şey yapıyor.

Filozofun hemen hemen gölgede bıraktığı, pratikle ilişkinin bir kez daha çok yakın olduğu bir başka bölüm, Üçüncü Kitabın ikinci bölümüdür. Retorik hocaları öğrencilerine, bir süre, “konuşmanın çeşitli bölümleri”nde ne söyleyeceğini öğretirlerdi: (giriş, anlatı, tanıtlar vb.); onlara, konuşmalarının başında dinleyicilerinin iltifatını kazanma, davaya ait olguları inandırıcı bir biçimde ileri sürme, rakibin kanıtlarını karşılama, onun iltifatlarını boşa çıkarma… vb. yollarını ve yöntemlerini öğretirlerdi. Aristoteles, vicdan azabı duymaksızın, düzeylerinin üzerine çıkma çabası gösteriyorsa da, yine de izlerinden gidiyor onların. Alışılmış kurnazlığı, insan doğası üzerine bilgisi ve ironisiyle -genellikle kısaca, bir iki sözcükle- dikkate alınması gereken psikolojik etmenleri tanıyor; seyrek olmayarak, şairleri, buna benzer durumları görkemli ele alış tarzlarıyla hatibe örnek olarak gösteriyor. Yine de, kendisinden öncekilerin açmış olduğu yolu açıkça izliyor; bazı pasajların, aşağı yukarı sözcüğü sözcüğüne, İsokrates okulundan bir retorisyenin olasılıkla, bu kitapta Aristoteles’in bir kez adını andığı Theodektes’in sisteminden alındığı sonucuna karşı çıkmak zordur. Herhangi bir okuyucu, Retorik’in bu kısmında Aristoteles’in, yapıtın birinci bölümünde: tanıtın -yalnızca tanıtın- gerçek bir retorik hocasının ilgi alanı olduğunu söylediği yerdeki soylu ve sade ilkelerden ne kadar uzaklaştığına kendisi karar verebilir.

Friedrich Solmsen Retorik [ARİSTOTELES]
Çevirmen, Mehmet H. DOĞAN - YKY, 1998, Sf. 7 - 16