30 Mart 2011 Çarşamba

kapalı

kendimi bugünlüğe birşeyler karalamak için zorluyorum. itekliyor ve çırpınıyorum klavye tuşlarıyla. onları parmaklarımla kırbaçladıkça...kelimeler boğazıma düğümleniyor. ben onun bana olan isteksizliğini çözümleyemiyorum. olmuyor. yazamıyor, betimleyemiyorum bendeki onu. 

içindeki pandora kutusunu kapalı tutana dair.


29 Mart 2011 Salı

koy(un)cu toplum

ileri demokratik toplumumuzdaki giderek artan faşizanlık üzerine herkes körleşmiş halde...

köhneleşmiş bir gelişim süreci izlemekte. işsizlik hat safhada yer almakta. herkeste birbirinin aynısı. düşünceler, söylemler, fikirler, giyimler, sanat anlayışları, bakış açıları, yaşam tarzları... her şeyin tek bir notadan ibaret olduğu günümüzde olay git gide trajedik bir hal almakta. ama herkes mutlu... 

nasıl mı?

japonya' da nükleer bir tehdit dünya' yı tehdit ederken bizler bu olayı ibrahim tatlıses' in kafasından vurulmasıyla birlikte gözardı ediyoruz herşeyi. bilmem kaç bin insan o deprem sonrasında ölüp, bilmem kaç milyon insanı tehdit eden bir nükleer tehdit ortada varken, bizler ibrahimin kafasına giren tek bir kurşunla onu izliyoruz / izlettiriliyoruz. kimse yedi nesil sonramızı bile etkileyecek olan tehditin farkında değil. olamaz. çünkü birileri bizim neyi düşünmemiz gerektiğini belirliyor. bunun sebebi ise aynısının bizde de olacağını bile bile birilerinin kondomu olanlar yüzünden, göz ardı ediliyor yaşamlarımız.  bu erkin faşizmi!

nasıl mı akkuyu nükleer santraliyle....

teknolojik anlamda alternatif enerji kaynaklarını kullanabilecek konumumuz varken kullanmayıp, bunu kullanmamız nedendir kimse sorgulamıyor. dayatılan ise bilgisayardan yayılan radyasyonla aynı radyasyonu yayıcak denilmesi, nasıl bir tahakkümce yönetildiğimizin en acı örneğidir bu. bunun sebebi bilimden, araştırma kültüründen, okuma kültüründen soğutulup, uzaklaştırılan bir toplum haline geldiğimizdendir. en basitinden akkuyu'yu yapacak şirket çernobil faciasından sorumlu olan şirkettir. hiç teklif, ihale alınmadan verilen bu şirketin yarattığı felaket dolayısıyla nice insanlarımızı kaybettik karadenizde...(kazım koyuncu'yu saygıyla anıyoruz...)

bunun sorumlusu bizleriz. çay içip bakın bana birşey olmuyor diyen zarurilerin yansımaları bugün hala iktidardaysa oturup bir düşünmeliyiz.

25 Mart 2011 Cuma

dün-bugün-toprak özlemi



toprağa elimi verip, içerisinde uzanmak istiyorum. üşüyorum burada. çok fazla geliyorsun bana. susmalıyım.

24 Mart 2011 Perşembe

insan ve iktidar

tahakkümsüz olmadan, halkın olmayacağını savunanlar ve iktidar...

aynı saksafondan ses çıkartıyorlar. 

çünkü onlar oturduğumuz odanın temiz havası gibiler.... değerleri yokluklarında, ortada bize kalan fazla havayla anlaşılan bir olgu değil. onlarsız yaşanamayacağı içinde değil... bunun değeri; oksijeni hiç değiştirmeden aldımızda, vücudumuzun çürümesine karşı, narkozlu bir hasta gibi seyirci kaldığımızda, aldığımız ideolojik uyuşturucularla şuursuzca ölümü kucaklıyoruz. 

sonuç: bizler iktidar için yürüyen zombileriz.

12 Mart 2011 Cumartesi

yapay soğan


(bir intihar kronolojisi bu….)

tuzla* bezenen bir bedenin dünyaya gelir gelmez, hiç döl yatağından ayrılmak istememesiyle başlayan bir ruh maskesi…

ikarusun kaçışı değil bende ki.
farklı, çok farklı bir sebep var.
kimsesizce ölüp – gitmek.

kaderciliğin içinde, utançla eşitlenen intihar arzusu bu,

sarışın başaklar gibi
tomurcuklanan çocukların,
geleceğini koruyamadığımız için
bize bıraktıkları yok olan mirasları;
dünya
yaşanmaz olmuş…
ruh boşluklarımızı
doldurmaktan

vaftiz edilmez halet-i ruhiyelerimiz
intihar bir utançtan öte şereftir….
ölüm anları:
ovadan süzülen rüzgar ile
bedenini süzer bu anlar…
gözü bağlı bir leylak kokusu
genzine dolanır.
bütün yaşamın bir film gibi
ince ve karanlık olarak,
gözünün önünden geçer.

ve susarsın

boğazın boğumlanır,
kelimeler dilden çıkmaz,
uyarılmaz olur sinirlerin
kısmi bir felçtir intihar…

acı çevirir o küçücük güneşimizi.
karanlıklaşmış geleceğimiz,
doyumsuzluklarla yaşanamayacağını öğütler
bu his ölümü koklatır…
taşarak evlerden, taraçalardan,
trabzanlardan…
gelip sesimizin yerini alır.
ruhun esnek hali katılaşıp kalır.
alaca karanlığın,
daim baldıranıdır bu

yükseğe geçişe doğru…
ve kuşlar gibi sırata doğru…
fildişi gibi keskin ve kırılmaz rüzgarın tavrı gibi.
dağ kadar engin ve dik güneşin iskeleti gibi.
tahta heykeller arasında,
denizin yavrusu gibi
küçük bir japon balığı gibi
safça zorunlu bırakılmış mahkumluktan
kurtulmaktır bu...

geride bırakılan tahta heykeller arasında…
içlerini sündürülmüş kan ve et
kokuyor taki bu vaftiz anına kadar


bitti.

söz: ben küçükken kaç yaşımda doğdum bilmiyorum. annemin sancılarını işittiğimden beri uyandım. acıyla ağlasamda götüme ilk şaplağı doktordan yedim ve sustum. tahakkümü, o zaman tanıdım ve düşmanı oldum.

11 Mart 2011 Cuma

domuz dünya



şimdi kanatlarımı eriten güneşe doğru uçuyorum….

(bir intihar kronolojisi bu….)

tuzla* bezenen bir bedenin dünyaya gelir gelmez, hiç döl yatağından ayrılmak istememesiyle başlayan bir ruh maskesi…

ikarusun kaçışı değil bende ki.
farklı, çok farklı bir sebep var.
kimsesizce ölüp – gitmek.

kaderciliğin içinde, utançla eşitlenen intihar arzusu bu,

sarışın başaklar gibi
tomurcuklanan çocukların,
geleceğini koruyamadığımız için
bize bıraktıkları yok olan mirasları;
dünya
yaşanmaz olmuş…
ruh boşluklarımızı
doldurmaktan

vaftiz edilmez halet-i ruhiyelerimiz
intihar bir utançtan öte şereftir….

sus

sesimin alçak baldırından acıyı empoze ediyorum beynime...