Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2013 Cumartesi

vaziyet - i hal

her düşüncenin içerisinde debelenen insanoğlu, doğanın götünde kalmış dışkı halinde.



tabiatın tek canavarı şuan insan. yarattığı karmaşa ile kendi sonunu getirdiğinin farkında değil. her yamacın üzerinden süzülerek daha da dibe düşüyor. neresinden kaldıracağız hayatı, bu kafadaki insanımsılar ile. neresine nefes olup onu koruyacağız.ne zaman domatesin o eşsiz afrodizyak kokusunu alabileceğiz yeniden. hangi gece akşam sefalarının geceye olan zerafetli gösterişine şahit olacağız yeniden. biz ne zaman doğalın kopulamayacak bir unsur olduğunu yaşamlarımız için anlayabileceğiz?



tüketim toplumunun yarattıkları ile hayatımız, asosyal medya olmuş. sanat, kültür, çeşitlilik ve daha hayatın içerisindeki bir çok hissedilebilinen farklı renkler, sönmeye başlıyor. korku insanlara aşılanarak, herkes kaybetme güdüsü ile diğeri için bir şeyler yapmayı gereksiz ve mühim olmayan bir durum olarak algılıyor. sadece tek algı: seks ve tüketim eksenli olmuş.



gün doğdukça, bizler özümüzden eğriliyoruz olmadığımız yere. cinsiyet savaşları ile ataerkil dönemin ne getirdiğini gerçekleşen dünya savaşlarında görmemize rağmen hala aynı hatanın devamına destek oluyorz. yok olmanın verdiği o dayanılmaz hafiflikteki hayat gerçeklikleri bir hiç olmuş. beyinlerimizdeki pandora'nın kutuları ile sürekli bir telaş yaratıyoruz hayatta. açtığımız ve gördüklerimiz, yaşanılanların pekte yabancısı olmdığını gösteriyor. bugün dünyanın tüm global devletleri için fahiş fiyatlı seks metaları halindeyiz. kendimizin tüccarı durumundayız. döküldüçke azalan ve kaybolanız.



tek tip insan hürriyeti ancak makak maymunlarında var.

ama bizlerin vaziyet - i hali ancak bir foseptik çukurundan ibaret.

hadi eyvallah.

C.

24 Ekim 2012 Çarşamba

postmodern köle ve aynası


toplum zıvanadan çıkmış. cinayet cinayeti kovalıyor. akıl susmuş ve mefhumlar cehennem! 

bir raks içinde tepinip duruyor. sloganlar yönetiyor insanları. ideolojiler yol gösteren birer harita değil, idrâke  giydirilen deli gömlekleri. aydın dilini yutmuş; namlular konuşuyor. bir kıyametin arifesinde miyiz acaba?  

dünyayı şeytan mı yönetiyor?  

düzeni büyücüler mi bozdu? 

bu kördüğümü çözecek iskender nerede?



tarihlerin tanımadığı bir tahrip cinneti karşısındayız. sosyal bir kuduz veya kanser. bu sinsi, bu kancık, bu  sürekli boğazlaşmaya anarşi demek hata. anarşi saman alevi gibi yanıp söner. her ülkede, her çağda, her düzende belirebilir: fitne, fesat, kargaşa. 

anarşizm desek düpe düz münasebetsizlik.  

anarşizm, bir dünya görüşüdür. tutarlı bir felsefesi, gözüpek havarileri, ölümle alay eden kahramanları vardır. anarşizm, hürriyet aşkıdır; insanın asaletine ve yüceliğine inanıştır; tek kusuru hiçbir zaman gerçekleşmemiş    ve gerçekleşemiyecek olması. anarşizm avrupa' nın rezil ve yalancı medeniyetini yok edip bahtiyar bir çağın yaratıcısı olmak hülyâsıdır.



nihilizm?

nihilizm, anarşizm' in çarlar rusya' sında aldığı isim. 

batı, bizim yaşadığımız faciaya şahit olmamış ama  başlayacak diye tir tir titrediği bu felâketin adını koymuştur:  anomi.  anomi: şuursuzluk. anomi, bütün değerlerin tepetaklak olması, çürüyüş, çöküş...



aydının görevi: karanlıkları aydınlatmak. yazık ki o da kasırganın içinde. sokaklarda kardeşleri, çocukları  boğazlaşırken soğukkanlılığını nasıl koruyabilir!

evet, ama görev görevdir. önce kafalardaki keşmekeşi dağıtmağa; metafizik birer orospu olup çıkan kaypak, hain, aldatıcı mefhumlara ışık tutmağa çalışalım. bu  araştırma  zifiri  bir  karanlıkta  çakılan kibrit... 

kuledeki nöbetçinin feryadı:

şeytan' ın gücüne inanmak lazım. gördüklerimizi şeytan' ın işi diye vasıflandırmaktan başka çıkar yol yok. mavera inancını yıktı şeytan. insanları kibirlerinden yakaladı. tanrı' dan ne farkımız var demeye başladılar. ve şeytan içimizde uyuklayan aşağılık insiyakları şahlandırdı: "hırs, tama'ı, altın aşkı." bu insiyakların doludizgin at koşturacakları bir iktisat düzeni ilham etti: kapitalist ekonomi.



...bir facianın kronolojisini çiziyor meriç. yaşamımız git gide metalaşıyor. birbirmize pragmatist ilişkiler ile yaklaşıyoruz. insan kendi doğasına zarar veren yegane düşüncesiz canlı. bunun temelindeki olgu ise doyumsuzluk. bedenindeki doyuramadığı o sapık azgınlık'ı, sosyal yaşamına yansıttığından bu duruma geldik. güç ve iktidar çatışkısı.

foucault'u dinlerken: cinsellik ve cinsiyet konusunda burjuvazi kendini önceleri görkemli bir bedenle, itibarlı bir hakikate adamış olsa bile daha sonra bunları toplumun geri kalan kesimlerine sıradan bir hakikat ve alın yazısı olarak kaktırmıştır. bu simülark burjuvazinin teni üzerinden, muhtemelen cildini de eriterek akıp gitmiştir. bu yeni sarmal ya da cinsellik simülasyonu. bu, birincisinin yerini almış olan yeni cinsel gerçeklik, yitirilmiş gönderenler sistemi* (*muhtemelen pornonun varlık nedeni tam tersine o grotesk hipergerçekliği sayesinde, bir anlamda, gerçek cinselliğin hala yaşadığını kanıtlayabilmek amacıyla bu yitirilmiş referans sistemlerinin yeniden harekete geçmesini sağlamaktır.)  -gerçekte belli bir biçime sokulmuş olan, bilinçaltı adlı mitin uyumlu görüntüsünden başka bir şey değildir. ne kadar da büyüleyicidir.

sonuç olarak. bugün insan yarattığının kölesi olmayı çok iyi başarabiliyor. ölümler kölelikle başlıyor. ve milyonlarca postmodern köle doğuyor bu kapitalist sistemde.işte böyle bir köle

padişah' ın kölesidir
tilkiden kurnazlığını çalmış  
maymundan oyunculuğunu aşırmış  
köpekten kuyruk sallamayı öğrenmiş  
kediden yaltaklanmayı 
yılandan soğukluğu çekip almış  
kargadan leş yemeyi kaldırmış  
sinekten pis olmayı 

işte böyle bir köle 
padişah' ın kölesi 
kötünün kötüsü 
bir köle 



kaynaklar: bir facianın hikayesi - cemil meriç / foucault' yu unutmak - jean baudrillard / destanlar - afşar timuçin

7 Mayıs 2012 Pazartesi

d/b ilimin delisi

delilik sevgilim,



benim sevgimdir delilik. bir sözcük üzerine kurulmuyor, var olanı dürtüyor, eşeliyor, o bölge de yer ediniyor. içerisinde bir ateş ile harlanıyor. kıvılcımları öyle bir hal alıyor ki gözlerime gelinceye kadar, damla damla yanaklarıma serpiliyor. ardından bir iç çekme ile kendimi herkesden kaçırıyorum....



martıların çöpleri karıştırmayı sürdürdüğü sabahlar. kedilerin deniz üzerine kanatlanıp, patileriyle volta attıkları anlarda, garip bir dejavu ile güne yeniden koloninin içerisinde başlamak. onların yaşadıklarına göre hayatını şekillendirmek. onların talimatlarına uyum sağlamak... deliliğe olan sevgimi pekiştiriyor.



sikini eline alıp, duvar diplerine işeyen çocuklardır gerçek hayat. annesinin ağzından dökülen sövgülere rağmen okuldaki deli gömleğini çıkarıp, evin bir köşesine cesaretlice savuran ve sokağa akan çocuktur gerçek hayat. tarlaların içerisinde kamelyalar inşa ederek ortak bir paylaşım alanı yapabilme uğruna çırpınmaktır hayat...

hayat, herşeye inat delice ortak yaşamdır.



fakat bizler, toplumun sadık itleri için,



bir sabah uyanıp, bedenimizin tüm hücrelerini ele geçirmiş devingen bir acıyla uyanız. tek tip toplumsal bireyizdir. tıpkı tahakkümün istediği gibi. ondan sonra böyle, nereye baktığını bilmeyen gözlerimizle her karşılaştığımızda katlanacak bir acımız mevcuttur yaşamımızda, her kendimizle bakışımızda suntadan yapılmış, otorite piçleriyizdir.

jiletin damarımda pabuç süzdürmesiyle....hayat benim zihinmde:



seni sürükleyeceğim. sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak derinliğe hapsedeceğim. poseidon'u kapına bekçi edeceğim. tanımlanabilir gün ve gecelere maledilemeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay ile seni zihnimde fahişeleştireceğim.

saygısını bulsun kendi içkin dünyasında herkes. belirsiz "ben"in. yaslı yüreğimin utangaç itirafı:



"SİZİNLE HER YAŞADIĞIM GÜN, BİR GÜN DAHA YİTİRİYORUM..."


9 Kasım 2011 Çarşamba

bu - şu - o' na gönderme...

umut etmeyi hayata annemin karnından dünyaya kovulduğumda, öğrenmiştim. yanaklarımdan süzülen göz yaşlarım bile olmamıştı.

toplumsal geleneklerden. 

erkek adam ağlar mı lan! 

...diyen bir çok adem & havva oğlunun  arasında onların anlattıklarını dinlemeyi severdim. çünkü toprak adamı dedem; hiçbir daim bağırmaz ve çocuklarına verdiği öğütleri bizede verirdi arada. "...doğa dinlendikçe kucağındaki tohumlarını hayatına serpiştirecektir" ...derdi. tabi ki anlayabilene. bunu anal yoldan anlayanların yarınları affedersiniz otoriteye kondom olmakla geçti / geçiyor. bu aslında onların maddiyat ile toprağın verdiklerini sömürme mantığından ötürü geliyordu. onlara bu yargıyı kazıyan ise toplum denilen o boktan sinsile yumağı sarmalamıştı. herşey topluma göre doğruydu çünkü. gel zaman git zaman bizlerde bu toplumun içerisinde yaşamayı öğrenmeye çalıştık. başarısız ve sürekli kaybeden olduk. bizce böyleydi. 

onları mutlu etmek için yaptıklarımız başarısızdı. çünkü alışık değillerdi aşklarımıza, sevgilerimize veya yaptıklarımıza... neden çünkü topluma göre bunun değeri ... gibiydi. piç bırakıldık. herşey şekillendiriliyordu topluma göre. topluma göre bir taraf olmanız gerekiyordu. topluma göre sevginizi göstermeniz gerekiyordu. topluma göre yaşantınızdaki, değerli kişilerin bir ayırdımı olmaları gerekiyordu. topluma göre bir ahlak yapınız olması gerekiyor ve topluma göre toplumsal bir birey olmanız gerekiyordu gibi gibi bir çok boktan sınıfın içerisinde dönen çarkın maymunu olmanız lazımdı. bunlar yüzyıllardır o kadar fazla kökleşmişti ki herkes onun adeta apollosu olmuştu. toplum apolloları, eğer ona karşıt birşey yaptığınızda, sizi hemen cezalandırıyorlardı. düşünmeden saldırarak. adeta ilkel bir hayvan gibi... oysa ki işlerine geldiklerinde düşünebilen hayvan olduklarını dayatıyorlardı. işte bunun altında, bizlerde yeri geldi tekrar umut etmeyi ve hayal etmeyi istedik. 

saçma ve absürttü. 

insani duyguların merakını, topluma göre şekillendirip yaşamak bir hayat kaybedişiydi. aradığımız birşey var. ama ne olduğunu bilemeyecek kadar uzaklaşmışız kendimize... neydik. neyi arıyorduk... tek aradığımız şey doğarken, sonucuna varacağımız ölümü kabullenmeyişimizdi. hepimiz birer tecavüz sonucu, dünyaya gelmişiz gibi bir sanrı mevcut hayatta. pekte haksız sayılmayacak bir önerme. kimsenin seçme hakkı mevcut değil. doğarken bile anne ve babalarımızın tercihleri sonucu dünyaya kovuluyoruz. bazılarımız mutlu ve toplumsallık kurallarını, erekte etmeyen ailelere kavuşuyorken, onları bile hayatımıza yeterince teneffüs edemeyen bağımlı bireylere evriltiyoruz.(örn: okulların yıkıcılığı üzerine....) çünkü acıyı seviyoruz. dünyaya gelirken sancılarıyla mutsuz ettiğimiz annemizin loğusa döneminde, bizden nefret etmesi bundan olsa gerek...

marquis de sade, seninle hardsex yapmak istemiyorum...

acılarını sevgilerimin içerisinde uygulamaya koyulduğumdan beri, yeterince mutlu sevgililerim. 

bu bize gösteriyor kaybettiğimizi / anlayamadığımızı. umut etmenin sonundaki mutluluğu, arzularken karşılaştığımız somut mutsuzluk bize üzüntü veriyor da neden soyut mutluluğu arzuluyoruz. anlamıyorum. hayat çisil çisil giderken ardından hep geçmişte bıraktıklarımızın üzüntüsünü çekiyoruz. bu işte bir başka mazoşistliğimizi gösteriyor. damarlarımızdan akan bu sebebini sorguladığımız boktan hayata direnmek ürkekçe bir güvercin korkusundan başka birşey değil. mutluluk ve mutsuzluğun en iyi örneği hayattır. bakmak ve bakabilmek. okumak ve okuduğunda satırlar arasında damarlarına atılan jiletleri görebilmektir. 

---bir kesin neşter ---

Mutluluk!

Kimine göre, tanımlı gündelik ihtiyaçların karşılanması, kimine göre, ayrıntılardan yoksun, kaba sayılabilecek doğal bir güvenlik duygusu, kimine göre ölümsüzlüğe uzanan gerçekleşmeyecek düşleri görme özgürlüğü.

Ya mutsuzluk?

Mutluluğun eksik kalan kısmı olmalı. Hiçbir zaman kağıda dökülebilecek ya da resmi yapılabilecek ayrıntılı bir mutluluk tanımı olmamıştı. Bildiği, mutluluğun, soyutun düşmanı olmasıydı. Soyut olmayan bir yaşamın ise, eninde sonunda sıradanlığa sürükleneceği ve bundan daha büyük bir mutsuzluğun olamayacağıydı. Mutsuzluk hayvan türleri arasında yalnızca yaratıcı insan soyuna bahşedilmiş bir ayrıcalıktı.(Yürek Sürgünü,syf: 345)

---bir kesin neşter ---
...

söz keskin bir neşter dizgesinde yaralayıcıdır. bilmenin pedagojisi, hayatımızın sürgünü içerisinde yaşadıklarımızdan temasını edinir. kimilerince bu saçma olsa da önemli olan bizim anlayışımız ve fikirlerimiz olmalıdır. ne kadar diğerine göre yaşarsak, o kadar ötekileşerek benliğimizi yitireceğiz.(örnek: BU) bu yüzden istediğin gibi olmak, farklı görünmek veya estetik açıdan diğerlerinden somut bir görünüm almak değildir.

farklı olmak, kendince bu sonucu belirlenmiş yaşamda istediğin gibi yaşayabilme mazoşistliğidir. toplumsallık ise kayıp puslu yaşamın, bağımlılık halidir. 

tip not: marijuana ile endorfin salgılamak, oksijenle endorfin salgılamanın yanından bile geçemez!

bağıntılı iller haritası: ŞU


21 Mayıs 2011 Cumartesi

piç bırakılmış aşklar[+18]

bizim sokakta fahişeler vardı. ay kadar gecede şendiler. puslu ve sisten boğazınızın düğümlendiği bir sokaktı. loş ışıklar ardında, yüzlerini gizleyenler voltalar atardı.


 
kalçaları parıl parıl parıldayan taytlarla, sımsıkı dolanmış kadınların o amorf yapılarında taşıdıkları dertler, onların zihinlerine yaşarken çürmenin, nasıl bir tat olduğunu iyice yüklemişti acımasızca. yırtık hayallerin paçasından sızan zamanla... üçer, beşer kişiliklerini bölerlerdi gün aşırı. köpeklerin sığındığı çöp kutularının etrafında, hayatlar pazarlanırdı. bedenlerin üzerinde, bedenler gidip gelirdi. vizite ne kadar abla diyenlere, tecrübesizsen, sana bir kıyak yaparım derdi ayşen...

bir dolunay akşamında, sultanahmetin arka sokaklarında doğmuştu derdiyle. karanlık düşen küçücük bedeni bir tecavüz sonucu dünyada piçleştirilmişti. diğerlerine inat, doğarken ağlamak yerine, gülmüştü hayatın ironisine. belki de ismi bu yüzden ayşendi... herşeye rağmen, çöküş ardından sırtlandığı boktan yaşamına inat, ördüğü güvercin işlemeli lifler ile dimdik ruhunu gözleri ardındakilerin önüne set çekmişti ayşen. bitmemiş bir yaşamın anlamsızlığı gibi görünsede ayşen, bir martı özgürlüğünü sergilerdi o nazenin gülüşü ve duruşuyla nefes dahi alınamayan bu lanetli sokakta. 



...satırlarıma tema olurdu günlüğümde her gece. ellerimin arasında kayganlaştırdığım hayallerimde, zifaf gecemizi hayallendirirken, değdiğim dudakları beni titretirdi. ardından birlikte yağmur yerdik saçlarımızdan, bedenimize doğru. yanaklarıma bir öpücük kondururdu ayşen. ilkimdi. bedenimi bir ateş kapladı onunla. ellerim titredi, yüreğim bir güvercin ürkekliğiyle hafifledi. ruhumun korlaşmış halini harlandırırdı ayşen. sokağın dibindeki, ahşap eski evinde... 

bu ilkimdi. ve sonumdu da şuan da. çünkü isteyemedi beni. aşıktım, aşıktı ona olan çocuk sevgime...
en güzel imgelerimi metaforlandırdığını okuduğunda, bir damla göz yaşı emekledi suratında. öptüm. dudaklarımın arasında yuvarladım onun gözünün nurunu. cennetin şarap nehirlerinden kopup gelmiş gibi... beni hurilendirdi. ağladım ve çıktım evinden. 

-bir daha seninle görüşemeyiz...

...demesiyle. gitti bedenimden bedeni.

sebebi ise hayatında taşıdığı yafta olan fahişe olmasıydı; perdeleri pembe ve tertemiz olan evinde dolanan yaşamların hayatıma bulaşma korkusuydu kimilerine göre... ama bilmezlerdi ki evinin içerisinde, ışık yandığında, ayşen' in odasının gölgeleri düşerdi yatağımın üzerine. çoğu zaman yalnız kalmak isterdim gölgesiyle. ona belinden sarılıp, teniyle tenimi kenetlemek istesem de o bir fahişeydi anneme göre. bu ona olan duygularımı engellemese de aptal toplumsal ahlak küfüne göre, kabul edilemezdi bir orospu ile yeni reşit bir üniversite veledinin aşkı... 



müşterileri dolardı aramıza. saçlarını okşardım elimin gölgesiyle. dudakalarının düştüğü kadife yatak örtümün üstünde, göz yaşlarımı düşürerek öperdim onun yorgun dudaklarını... kırış kırış olurdu her gecenin sonunda yatağım. düzeltirdim inatla. ayşenimin ruhu kırışmasın diye. ellerimi kenetlerdim göğüsleri altından gölgesine. kaçıp gitmesin diye, bedenimi bedenine yatırırdım hayallerimde. haikular düzerdim onun ağıtına. semada asılı olan ayın kalıcı olup, güneşin bu dünyayı aydınlatmamasını isterdim. ben ay ile şendim rüyalarımda,ayşen de bendim. gölgelerimizin o ürkek korkularını  taşıdığım öznel zamanlarımızda. 

memeleri arasında, göğüs kafesiyle hapsettiği kalbini alıp elime, yüreğime koymak isterdim. acılarına ortak, hayallerine toprak olmak isterdim hevesle. nefesim kesilir, astım krizleri geçirirdim. onu her gün başka biriyle gördüğümde, bilemedim. neden kaçmıştı benden. neden bu yatakta ömrümü onun hayaliyle baltalıyordum. ama bir gerçek vardı ki ayşen benim külkedimdi.

kahverengi gözlerinde fallar bakardım rüyalarımda. bir vakte kadar evlenmeyi ve sahibi olmayı isterdim. şehvani duygularının hayvanlığında, onun iniltilerini her duyduğumda yakmak isterdim onun bedeni üzerinde parasıyla tahakküm kuranları. 

içimdeki eylemsiz hayallerin eylemleri, kanser hastası olmamla engellendi. aids'tim. korkulan olmuştu. tüm vücudumun bağışıklığı çökmüştü. bedenime girecek başka biri olmayacaktı. bunalımlarıma ortak olacak başka bir kadın teni, tenimi sarmalayamayacaktı. hayat böyleydi.

ne düşmeden kalkmayı, ne de bunalmadan kurtulmayı bilemiyorsun.

herşeye rahmen ben ay ile şendim. gölgeyle kendimdim. ama gittim.

toplumsal ahlakla piç bırakılmış tüm aşklara...



Not: garip bir monolog, dialog, tetralog.

27 Mayıs 2010 Perşembe

monoklinik vaka



çilemi toprağa gömüp üzerine işiyorum. 

çok sapıkça değil mi?

her şeye rağmen, amonyak onu yeşertmez diye umutlandıkça yanılıyorum. hergün bir başka ölüm. her saat bir başka acı. hayatın öznesi olmaktan çıkmış, asalağıyız artık. sorumsuzca yaşamak nasihatlandırılıyor bize. korku hissizlik. ölüm ise bir deli gömleği insan için. hep zamanlarda onlardan almamız gerekiyor nasıl yaşayacağımızı. toplum. gevrekleşeceksin.

ne yapabilirim ki?

denetlenmeyen bir yaşamı elinde tutmak gerekir. özgür, öznel ve korkusuzca yaşamak lazım. mücadele etmek gerek. kısa cümleler ile uaztmaya gerek kalmadan noktalamalı hayatı. sus. deli saçmalığı bunlar. korkuların yarattığı imgelenimler. dil neden titrer, yürek bu kadar ateşliyken(!)

anlatamadıklarıma, 

dünyanın tüm sözcükleri yetmez olmuş. 

ah deli sevgilim. hala farkında değil bendeki git - gellerin. çocuk. olsa da, olmasa da anlamı çok fazla beynimde. herşeyi seninle beziyorum, tıpkı şu bir kaç kelime gibi. yetmez. çok azlar seni ifade etmek için.

titrek bir ruhum var. 

artık düşünmekten tepsiye dönmüş beynim. 

hiç kimseye göre ben kimseyim. kimseysemde ölseydim. ne olur ki. iki rekat göz yaşı. hiçiz. neyi istediğimizi bilmiyoruz. ama neyi yaşıyoruz. neyi istediğimizi bilsekte, arzularımızı biz mi var ediyoruz. suskun ve donuk. karmaşa varlıkta sarmaşıklaşmıştır. dünya. bana ne senden. sevdiklerim bendeki onları görmediği sürece umrumda bile değilsin....

...
..
.

elimi bedeninin en mahrem yerlerinde dolaştırdığım insanlığın klitorisi, kanlanmış.  o kadar fazla dil darbesi var ki üzerinde insanlık ona daha fazla anlam yüklemekten kaçınıyor. korkmuş. o kadar fazla kadınlaştırılmış ki bu dünya, hep suçlanmış. ya gerisindeki erillik. 

güç ve iktidar. 

nasılda çürütmüş. ölüm gelmişte geçiyor. sırat köprüsündeki maymunların kafa karışıklığında, hala elimiz apış aramızda. ya erkekliğim giderse. neyin gururu bu. azrailin tokatları uyandırsın seni. dilimi keste doğra. yasaklanmış, kalçalarına parmak attım. sarsılma. kelimeler artık sende. farkına var diye daha  da gömdüm kendimi, kendime. susmak fiili bir eylem bireyde. bu yüzden soru şu:

hiç siz kimeden ayrı kalabildiniz mi?

lethe'ye balığa gittim bi dahakine yine gelecem buraya.

24 Kasım 2009 Salı

İnsanın Yedi Çağı




Bütün dünya bir sahnedir...
ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu...
girerler ve çıkarlar.
bir kişi bir çok rolü birden oynar,
bu oyun insanın yedi çağıdır...

ilk rol bebeklik çağıdır,
dadısının kollarında agucuk yaparken...

sonra mızıkçı bir okul çocuğu...
çantası elinde,
yüzünde sabahın parlaklığı
ayağını sürerek okula gider...

daha sonra aşık delikanlı gelir,
iç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şirleriyle...

sonra asker olur,
garip yeminler eder.
leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç,
savaşta atak ve korkusuz,
topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar...

sonra hakimliğe başlar,
şişman göbeği lezzetli etlerle dolu,
gözleri ciddi, sakalı ciddi kesimli...
bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur
ve böylece rolünü oynar...

altıncı çağında ise palyaço giysileriyle,
gözünde gözlüğü,
yanında çantası,
gençliğinden kalma pantalonu
zayıflamış vücuduna bol gelir.
ve kalın erkek sesi,
çocukluğundaki gibi incelir.

son çağda bu olaylı tarih sona erer.
ikinci çocukla her şey biter.
dişsiz,
gözsüz,
tatsız,
hiç bir şeysiz..

"Nasıl Hoşunuza Giderse" 3. Bölüm 7. Trajedya / William Shakespeare

16 Ağustos 2009 Pazar

Fareler Birbirini Yer!

Sonuna kadar okunması şiddetle tavsiye edilmektedir!


Bir zamanlar...Memleketin birinde...Hayır, masal değil bu... En doğrusu, yeriyle, zamanıyla anlatalım.

Zaman: Milattan sonra...
Yer: Bu yeryüzünde bir yer...
İşte yeri belli, zamanı belirli...

Gelelim olaya. Söylenilen zamanda, adı geçen yerde, bir büyüüük ambar varmış. Bu ambar, tıklım tıklım yiyecek, yakacak, yunacak, giyecekle doluymuş. Herşey düzenlice ayrılmışmış. Pirinç, nohut, fasulye, bakla gibi kuru zerzavat biyanda, buğday, arpa, çavdar, yulaf gibi tahıl biyanda...Sabunlar, yağlar ayrı yerde; giysiler, ayakkabılar ayrı yerde. Söylenilen yerdeki, adı geçen zamandaki, sözü geçen büyüüük ambarı, çok işbilir birisi yönetirmiş. Bu işbilir, becerikli yönetmen, günün birinde ne yapacağını şaşırmış. Çünkü o ambarı fareler sarmış. Yiyecekler gündengüne eksiliyor, peynirler, peksimetler kemiriliyormuş.

Becerikli yönetmen elbet elleri böğründe oturmuyor, boş durmuyormuş. Canla başla farelere karşı savaşıyormuş. Ama ne yapsa savaşta başarı kazanamıyormuş. Kemirilen sabunlar, peynir tekerleri gündengüne eksiliyormuş. Giysiler didik didik, parça parçaymış. Un çuvallarının içi fare yuvaları. Ambarda farelerden hiç mi hiç aman yok...

Kavurmaları, tahılları yedikçe semirip şişiyorlar, şiştikçe azıp dolaşıyorlar, üreyip artıyorlar... Ambar farelerle dolmuş. O koskoca ambarı fareler ordusu işgal etmiş. Artık başa çıkılır gibi değilmiş. Yalnız yiyecekleri yemek, elbiseleri kemirmek, peyniri, sucuğu dişlemekle kalmıyor; ayakkabıları, derileri, tahtaları bile kemire kemire dişlerini, tırnaklarını biliyorlarmış. Fareler bol bol, beslene beslene kedi kadar irileşmişler, git gide semirip köpek kadar olmuşlar. Hiç dur durak yok, ambarın içinde koşup oynayıp, atlayıp sıçrayıp duruyorlarmış. Üstelik ambarın en güneşli, en güzel, en görüntülü yerlerini de onlar kapmışlar.

Becerikli yönetmen, farelere karşı amansız savaşını sürdürüyormuş. Ambarın her yerine, her kıyı bucağına en etkili fare zehiri koymuş; hiç işe yaramamış. İşe yaramadıktan başka, insanların keyif verici zehirlere alışmaları gibi, ambardaki fareler de, ambar yönetmeninin ölsünler diye oraya buraya yerleştirdiği zehirlere öylesine alışmışlar ki gündengüne daha çok zehir istemeye başlamışlar. Zehirleri hergün biraz daha arttırılarak verilmezse, ambarı yıkacak gibi tepiniyorlarmış. Ambar yönetmeni, en avcı kedileri toplayıp gece ambara bırakmış. Ama ertesi sabah ambarda, zavallı kedilerin tüyleriyle bir iki parça kemiğini bulabilmişler. Farelerle kediler başedemiyorlar, en etkili zehirler bile onları öldürmüyormuş. Ambarın becerikli yönetmeni büyük kapanlar kurmaya başlamış. Kapana yakalanan fare oluyormuş. Ama gecede beş fare kapana tutulsa, günde en az yirmi otuz fare ürüyormuş.


Sonunda yönetmen düşüne taşına kendince bir yol bulmuş. Üç tane büyük demir kafes yaptırmış. Kapana yakalanan canlı fareleri bu kafese atıyormuş. Her kafes farelerle dolmuş. Yönetmen kafeslerdeki farelere yiyecek hiçbişey vermiyormuş. Bir gün, üç gün, beş gün kafeste aç kalan fareler, içlerinden en zayıf olan kendilerinden birini parçalayıp yemişler. Karınlarını doyurmuşlar. Bir zaman sonra yine acıkınca aralarında dalaşmaya başlamışlar. Bu kanlı dalaşma sonunda, yine içlerinden birini boğup parçalayıp yemişler... İşte böyle böyle her üç kafesteki farelerin sayısı gündengüne azalıyormuş. En kodamanları kalıyor, güçsüzleri, ufakları parçalanıp yeniliyormuş.

Fare dolu kafesler, canlı savaş alanına dönmüş. Sonunda her kafeste üçer, beşer fare kalmış. Bu kez, geri kalan fareler, karınlarının acıkmasını beklemeden içlerinden birinin üzerine atılıp onu parçalamaya başlamışlar ki, biri ötekini parçalamazsa, nasıl olsa o kendisini parçalayacak. İşte o yüzden kendi canlarını kurtarmak isteyen fareler içlerinden birini, uyurken, uyuklarken, dalgınlığından yararlanarak boğup parçalıyormuş. Dahası, kafeste ikisi, üçü birleşip birinin üzerine atıldığı bile oluyormuş. Aralarında o birleşenler de, sonunda bir punduna getirip birbirlerini yiyorlarmış. Sonunda, her kafeste tek fare kalmış, en iri, en büyük, en kurnaz, en güçlü fare. Becerikli yönetmen, her kafeste birer fare kalınca kafeslerin kapılarını açıp fareleri teker teker ambarın içine salmış.

Kendi türlerini yemeğe alışmış, yani canavarlaşmış olan o besili kocaman üç fare kafeslerinden kurtulunca ambarda ne kadar fare varsa üzerlerine atılıp onları boğmaya, paralayıp parçalamaya başlamışlar. Bikez canavarlaşmış olduklarından, yediklerini yiyor, yiyemediklerini de, onlar kendisini boğup yemesinler diye, öz güvenceleri için öldürüyorlarmış. İşte böylece, söylenilen zamandaki, adı geçen yerdeki, sözü geçen ambar, hiç olmazsa bir süre için farelerden kurtulmuş.

Olay burda bitiyor.

Şimdi sizlere bir soru: Becerikli ambar yönetmeninin aklına, şeytanın bile aklına gelmeyecek bu kurnazlık nerden geliyor? Fareleri birbirine yedirerek onları yok etme yöntemini nasıl buluyor?

Cevap: Çünkü o becerikli yönetmen, kendisi de, kendi türdeşlerini yok ede ede sağ kalan en güçlü fare idi, kendi arkadaşlarını yiye yiye, yok ede ede, o büyüüüük ambarın başyönetmeni olmuştu. Kendi yaşamındaki başarı yöntemini farelere uygulamıştı.

Sonuç: Fareler birbirlerini yer!...

Not: Çocukluğumuzda büyüdüğümüz öykülerdi bunlar. Bugün belki gözü çarpan olur da, okur diye paylaştım. Yoksa git gide fareleştirilen insanların, birbirini yemesini isteyen güruh yüzünden insanlar geriye baktığında, hatırlayacağı bir kişiliği kalmayacak.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Kendi Yarattığımız Tanrılar( Bölüm 1: PARA)


İnsanlar yarattıklarının kölesi oluyorlar...

Bunun örneklerini ise şu başlıklar altında toplayabiliriz: PARA, futbol, Tv, bireysel ilişkilerde tek başına olamama sorunu, dogmalar gibi örneklerdir.

Bunların içerisinde günün, geçmişin, geleceğin en büyük sorunu ise PARA' dır. Paranın tarihçesine buradan öğrenebilirsiniz, kısıtlı olarak. Para' nın bağımlı hale gelmesinde en büyük etki ise, bireyin dağa fazlasını isteyip, ihtiyacından çok tüketmesidir. Bu işte kapitalist bir bağımlılıktır. Bu açıdan birey kendi ihtiyacı kadar üretip - tükettiğinde, fazlasınıda toplum içerisinde değiş - tokuş şeklinde kullandığında, para yok olacaktır. bu tarihte yaşanılmıştır. Bunun ütopik bir ön görü olduğunu söyleyenler tarihlerine yabancıdır...

...zaman ile paranın oluşturduğu yaşanılmaz ortamı göremeyenler, bu yabancılaşma ile herşeyi paraya endeksli bir hale getirmişlerdir. Bu konuda son zamanlarda önemli sanatsal eylemlerde olmuştur. Film bağlamında bunu Zeitgeist: Addendum' da görebilirsiniz..(Filmi buradan izleyebilirsiniz.)

Peki neden bu kadar bağımlıyız?

..derseniz. Diyeceğim şudur ki ideolojiler ve hiyerarşiler, gücü elinde tutmak için dogmatik bir güç yaratmaya ihtiyaç duydular. Bunun da ismine para dediler. Bu açıdan bugün bizler, güce ulaşmak adına ona bağımlıyız. Hayvanlardan ayrılmaz bir halde, diğerlerini(başka bireyleri) bile ezebiliyoruz. Daha fazla para kazanmak adına. Bu kadar aç bir şekilde ağzımızı diğerlerinin damarlarına dolamamızın sebebi, güç aşıklığı ile onu elde etmekten kaynaklı. Yani bilinçsizleştirme ve tarihin içerisinde, ürettiklerimize bu kadar tapmamızın sebebi bundan. Parayı keşfedenlerin de kendimiz olduğunun bilincinde değiliz bu yüzden. Herşeye bir paha biçme çabası da, işte bu yapay düşünce paketleriniden kaynaklı. Bu açıdan holiganlaşmış savunucuların da, hep ona muhataç duruma bırakılan insanların olması oldukça ironik bir durum.

Sonuç olarak: Tek bir pencereden baktığınızda, toplumun bugün kü en büyük tapınağı paradır. Bunun kırılma yolları mevcuttur. sadece toplum bu yarattıklarının halüsünojik etkilerinden dolayı uyuşmuş haldedir. Bilinçlilik ve bireyin aydınlanmasıyla bu yapay sentetiklerinde yıkımı olanaklı hale gelecektir fikrimce.

Bitti.

Kendi yarattığımız tanrılar: PARA

19 Mart 2009 Perşembe

Johnny Got His Gun(Dikkat İnsansın!)


Metallica' yı biliyor musunuz?

Eğer Metallica'yı biliyorsanız sanırım One parçasını bilmenizi sormam saçmalık olur. Bu yazı bu parçanın klibi üzerine. Başlayalım.

Metallica' nın One parçasını dinlediğinizde, eminim ki tüyleriniz diken diken olur. Sözler, enstürmanların ortaklaşa dile getirdiği o ağır ezgi, sizi beyin kabuğunuzdaki titreşimlerin oluşturduğu ağır hayallerde yolculuk ettirir.

Bu ne mi?

...şöyle diyim bu Savaş'a Hayır De! isteğidir.

Evet bu klip Savaş Karşıtı bir parçadır. Klibinde ise zamanının en iyi savaş karşıtı filmi olarak nitelendirebileceğimiz filmi olan Johnny Got His Gun filminden görüntüler almıştır. Ünlü Metal Müzik Grubu bu klipte filmden görüntüler göstermek için, filmin telif haklarını almıştır. Ve filmi izleyip daha sonra bu klibi izlediğimde içimdeki kaosu biraz olsun çözdüm. Filmi geçen gün bende arkadaşlarımla izledim. Kesinlikle dönemine göre süper bir film. İzlerken yaşamınıza bir yandan sarılırken, bir yandan da savaşlara karşı öfke ile dolacaksınız.

Hayat dediğimiz, içerisinde ikame ettiğimiz bu zaman bileşeni, aslında o kadar sığ ve sıkıntı verici oluyor ki , bu sizin bakış açınız ile alakalı.

Nasıl mı?

Savaşların mantıklı olduğunu savununanlar bu filmde ötenazisini isteyen bir gazinin yalvarışlarını izlediğinde hayatın ne kadar sıkıntı verici olayları bizim karşımıza getirebileceğini gösteriyor. Ayrıca film bir noktada, kimlik savaşı için vatan millet uğruna gidilen yolda, nasıl kimliksiz kalıp, sizin üzerinizde planların yapıldığı bir hayatı vurguluyor. Ayrıca sizi düşünmeyerek daha sonra sizi nasılda karantinaya alabilecek bir dünyanın olabileceği varlığını gösteriyor. Kelimesiz kaldığınızda birey olabilme hakkınızı bile elinizden alarak bir deneğe dönüşebileceğinizi irdeletiyor. Kısacası bu film insanlığınızı sorgulatıyor.

Ek: Filmi izledikten sonra, aynı adlı bir kitabının olduğunu öğrendim sanal alemden. Bu kitabı en kısa sürede edineceğim. Ama film yönüyle gerçekten döneminin en iyi savaş karşıtı film diyebilirim. filmin çevrimiçi görüntüleri YouTube ve Video.google mevcut. Ayrıca bi kaç film paylaşım sitesindede indirme linkleri var. Bu açıdan ulaşabilirseniz keyifli izlemeler...


24 Şubat 2009 Salı

Bir Çin Hikayesi(Aziz Nesin)

Saygıyla üstadın "Memleketin Birinde" eserinden bir hikayeyi alıntılamak istedim. Edebi tavrın bu kadar ironik ve bu kadar ince kelime dokunuşları ile yansıtılması, süper bir zeka işi değilde nedir.

Merak ediyorum?

Yazarın ağzından: Bu kitapta toplanan masallar, Türkiye' de düşün özgürlüğü tarihi bakınundan ilginçtir. Bu yazılar, 1955 - 1957 arasında «Akbaba» dergisinde ve «Demokrat İzmir» gazetesinde yayımlandı. Çoğunu, zorlukla ve takma adlarla yayımladım. Okuduğunuz bu hikayedeki olay, ilk yazılış biçimiyle Türkiye' de geçiyordu. Ama birçok dergilerden geri çevrilince, bu hikayeyi uydurma bir Çin' li yazar adıyla, olay Çin' de geçiyormuş ve hikaye çeviriymiş gibi, dergide yayımladım. Aynı hikaye, birkaç ay sonra, başka bir dergide, çevrilmiş bir Çin hikayesi olarak çıktı.

-İroninin böylesi :)-




Öykü: Bir Çin Hikayesi(Aziz Nesin)

Kung-Su, Güney Çin Denizinde küçük bir balıkçı kasabasıdır. Şirin kasabanın hemen bütün halkı, balıkçılıkla geçinir...

Pung-Çiyang'ın balıkçı kahvesinde bir sabah, nerden, nasıl geldiği belli olmayan bir kedi yavrusu miyavlamaya başladı. İhtiyar Pung, sıska kedi yavrusunu iri avuçlarının arasına aldı. Küçük tekirin süt mavimsi gözlerine baktı,- Seni bana Allah gönderdi!.. diye söylendi. Sonra çırağına,

- Bu küçüğün adı, Çung-Ban... Buna iyi bak!.. dedi. Çung-Ban, küçük maskara, birkaç gün içinde gelişti, büyüdü.Yalnız Pung Amca'nın değil, bütün müşterilerin sevgilisi oldu. Çung-Ban'ın kötü bir huyu vardı, hırsızlık... Aşagı yukan her kedi hırsızdır. Ama Çung-Ban gibisi görülmemiştir. Daha altı aylık var yoktu, bütün komşular şikayete başladılar. Her sabah, daha gün ağarmadan vazifesine sadık bir memur gibi, işe çıkar, öğleye kadar bütün mahalleyi talan ederdi. Girmediği mutfak, kanştırmadığı teldolap yoktu. Ocakta kaynayan tencerenin kapağını açıp, içinden sıcak sıcak bir parça balıgı çalmadığı gün olmazdı. Çung-Ban'ı, bütün zararına, hırsızlığına rağmen herkes seviyordu. Çünkü, o kadar kurnazca hırsızlık yapıyordu ki, onun yüzünden zarara ugrayanlar bile, bu hırsızlıkları Çung'un muziplikleri diye karşılarlardı.

Bigün, Pung Amca'nın kahvesine bir müşteri geldi. Elindeki balık dolu kesekağıdını rafa koyduktan sonra, kağıt oyununa daldı. Neden sonra kahveden çıkarken elini raftaki kesekağıdına atınca, ağzı bir karış açık kaldı. Kesekağıdının hiçbir yeri bozulmamıştı, fakat içi balık yerine havayla doluydu. Yalnız, altından bir delik açılmıştı. Çung'un, bu kadar kalabalık müşteriden hiçbiri farkına vamadan, balıkları teker teker kesekağıdından boşaltması, herkesi şaşırtmıştı.

Çung'un hırsızlıktaki maharetinin bu kadar takdir edilmesinin önemli bir sebebi vardı. Kung-Su kasabasında hırsızlık etmeyen insanın on paralık itibarı yoktu. Çalmak ayıp değildi. Ayıp olan, çalarken yakalanmaktı. Hırsızlık sırasında yakalananlar, bütün kasabada beceremedikleri işi yüzlerine, gözlerine bulaştırdıkları için rezil olurlardı. O kadar ki, hırsızlık yapmayan erkeğe, karısını geçindiremez diye kız vermezlerdi. Kung-Su kasabasının sembolü haline gelen Çung, yıldan yıla efsanevi bir yaratık oldu. Ondört yaşına gelince, zavallı Çung'un gözlerine perde indi. Görmeyen gözleriyle de, bir zaman mesleğine devam etti. Bir insan gibi mutfak kapılarının mandalını açar, ocağın başındaki kadın, başını arkasına döndürünceye kadar, ızgaradaki balığı kapar kaçardı.Kocalarına akşam yemeği yetiştiremeyen geveze kadınlar, hırsız Çung'u bahane ederler,

- Ne yapayım? Balığı ocaktan Çung çaldı!.. derlerdi.

Bir sabah, Çung'un cesedini yüksek bir duvarın dibinde buldular. Çung, vazife başında ruhunu teslim etmişti. Bütün Kung-Su kasabası halkı, gözyaşı döktü, matem tuttu. Çung'a büyük bir cenaze töreni yapıldı. Çoluk çocuk, genç ihtiyar, mezarının başında toplandılar. Çung'un arkasından, kasabayı bir sessizlik aldı. Ama iki ay sonra bir mucize oldu. Zavallı Çung'un mezarı üstünde büyük bir bina yükseldi:

Vergi dairesi...

Kung-Su kasabası halkı, birbirlerine vergi dairesini gösterip,

- Çung'un ruhu hortladı!..

dediler.

Saygıyla anıyoruz...

14 Ocak 2009 Çarşamba

Ses Ver!


Zaman ne kadar çabuk geçsede, geride seni bırakacak....

....özgürlük düşkünü kedi bile, dilinde tüttürdüğü türkü ile geride de, ileride de sadece senin kalacağını anlatamıyorsa. İnanmak için eğil yüreğinin kuyularına, tozlu kitap sayfalarının kokusunu içerine çek ki, onun sözcüklerinde imgelenen senin izdüşümlerini gör.

Sadece oku, yaşa, dinle....

...çünkü tartışanın dilinde pelesenk olmuş katran ekoloji, sana yanlışı fısıldar her daim. Tıpkı Adem' in istediğini istemiyormuş gibi yansıtıp. Havva' nın üzerine yığılan önyargıları, daimi bir gerçek yaptığı gibi.

...bunun içim etkili olan tek silah, önyargısız karşılıksız sevmektir.

Geçen günlerin tortusu-SES VER!

LiberterKedi

31 Aralık 2008 Çarşamba

Son Dil Sökümü




Yeni yıla aktarılacak olan bu son karalamada, bi önceki yıldan kalma tragedik oyunumuzu, yeniden canlandırıyoruz.

Perde 1

Kendini bilmez delinin biri meydana çıkar ve bağırır: "....tekrar eden yaşamlarımızda, her yıl yeni bir umut ve dilek yumağıyla, yeni yılımızı kutlasakta birbirmizin. Bu sene, bu paradoksu bozma umuduyla sevgili kardeşlerim.

Kitlesel bir aydınlamayı, toplumsal düzeyde gelişecek bilinçlenmeyi, tüm dünya halkları arası nda barışın olmasını diliyorum ben!"

Ardından kalabalığın içinden çıkan, söyleyeni belli olmayan bir saçma misali olan söz ise, kulaklara şunu fısıldar:

"Yalandan, hırsızlıktan, vefasızlıktan, düşüncesizlikten uzak ve bunların oluşmasına sebep olan tahakkümün yıkılması dileğiyle....

.....bütün piyonların uyandığı, bol kültürel etkinliklerin düzenlendiği, karşılıklı saygının varolduğu, bireysel bencillikten uzak nice mutlu senelere diliyorum."

...diye yankılanır kulaklarda ses.

Ve iç geçiren çocuk ise: Umarım oyun oynayabileceğim bir dünya kalır bana diyerek asıl mesajı verir.
Perde 2

Sene sonunda okuyacaksınız :)

Kişisel bir tümce: ...tüm dileklerin bir deli saçması ve topluca yaşanılan anın hassaslıgından dolayı sarfedilen anlık bir sözcük olmaması dileğiyle. Bütün dünya çocuklarına oyun oynayarak yaşayabilecekleri bir dünya bırakma hayali ile:

Nice mutlu, huzurlu, sağlıklı, barış dolu senelere....

LiberterKedi


10 Aralık 2008 Çarşamba

Bay Düdük

Bir tutam öykü başlığı altında edebiyatımızda yeralan öyküleri, hikayeleri, kısa anlatıları sizlerle paylaşcam dostlar.

Bay Düdük (Aziz Nesin)

Sürte sürte bir oldum. Kı smetim bağlanmış demek. Kimse bana is vermiyor, hiçbir yerde iş bulamı yorum. İnsan darda kaldı mı , en olmayacak şeyleri bile düşünüyor. Maçka' dan Dolmabahçe' ye doğru, iste böyle en olmayacak şeyleri düşüne düşüne gidiyordum. Stadyumun önüne geldim, bir ana baba günü. Öyle kalabalık, caddeden geçmenin imkânı yok. Bu adamlar stadyuma nasıl giriyorlar? İnsan anaforunun içinde, bir o yana, bir bu yana fırfır dönüyordum. Bir dalga geliyor, elli metre aşağı iniyoruz. önden itiyorlar, yirmi adım geri bas; arkadan dayanı yorlar, otuz adı m öne yürü. Dört yandan birden sı kı ştı rı yorlar, o zaman olduğum yerde fı rı ldak gibi dönüyorum. Bir yere geldim dayandı m ki, söküp çı kmanı n imkânı yok. Kendimi bu insan seline bı raktı ğı mı sanmayı n. Ha babam zorluyorum. Ama nereye? Bir saat kadar debelendim, çabaladı m, çı rpı ndı m, o insan dü ğümünün içinden bir türlü kendimi söküp çı karamadı m. Bana öyle geldi ki, içine düştüğüm bu insan anaforundan bir daha ömrüm oldukça artı k kurtulamayacağı m. O yana itile, bu yana kakı la son soluğumu şuracı kta verip güme gideceğim.

İşte tam o umutsuzluk sı ramda, bir düdük öttü. Düdük ama, ne düdük...Anadan doğma sağı rı n duyacağı bir düdük. Düdüğün ötmesiyle o birbirine kenetlenmiş insan kalabalığı şak diye ikiye ayrıldı.Düdüklü adama yol verdiler. Bir de baktı m: Aaa... Bizim Musa değil mi?

— Musaaaa!...diye bağırdım. «Ulan Musaaa!...» diye de bağırabilirdim. Ama düdüğe olan saygı mdan olacak, böyle diyemedim. Sesimi duyunca Musa elimden tuttu, beni o kalabalıktan çıkardı. Yürümeye başladık. Önümüz tıkandıkça, Musa düdüğüne asılıyordu. Düdüğü duyanlar birbirlerini ezerek kaçışıyorlar, bize yol açıyorlardı. Musa önde, ben arkasında, böyle ilerleyerek stadyumun kapısına geldik. Musa bir düdük de kapı da öttürdü.

Kapıdaki memur,

— Buyurun! diye bize yol verdi. Turnikeden geçtik içeri girdik. Geniş bir soluk alınca,

• Ulan Musa, sen Beden Terbiyesi Genel Müdürümü oldun? Nedir bu, düdük elinde fırfır öttürünce herkes sana yol veriyor? dedim

• Beni bırak da sen kendini anlat, ne iş yapıyorsun? dedi.

• Hiç bir iş yaptığım yok. Beş aydır iş arıyorum.

Ama erkeklere iş yok. Şimdi gelirken onu düşünüyordum. Bir iki makyaj yapıp kadın kılığınamı girsem? Ama onları doğruluyorum. Ben de yanı mda çalıştırmak için birisini arasam, kazık gibi bir erkek alacağıma, güzel bir kadın seçerdim, içimde kötülük olduğundan değil. Nasıl olsa ikiside aynı işi yapmayacak mı , hiç olmazsa, karşında güzel bir kadın görürsün de gönlün gözün açılır.

Musa,

• Anlaşı lan, sen iyice bitiksin... dedi.

• Hem de nası l! Beş ay işsizlik ne demek?

Ondan sonra maçı n heyecanı yla konuşmadık. Maçtan çıktık. Musa, fırfır düdüğü öttürüp bize yol açıyor. Düzlüğe çıkınca,

— Arabaya binelim, dedi. Binelim binmesine, ama nasıl bineceğiz? Ben diyeyim beş yüz kişi, siz deyin bin kişi araba, otobüs bekliyor. Bir bos araba geldi mi, yüz kişi birden koşuyor.

• Bize iki günde sıra gelmez

Musa,

• Sen dur! dedi. Önümüzden bir taksi geçerken, cebinden düdüğü çıkarıp, fıırfııır öttürdü. Düdüğü öttürmesiyle hı zla giden taksi döndü; geldi önümüzde durdu. Biz taksiye bindik. İşin şaşılacak yanı, boş arabaya başkaları saldırmadı.

Arabada,

— Ulan Musa, yoksa sen Trafik Müdürü mü oldun? dedim. Parmağını dudağına götürüp «sus!» işareti yaptı. Nişantaşı'nda taksiden indik. Musa cüzdana davrandı.

Şoför:

• Ayağını öpeyim âbi, para istemez kurban olayım... dedi.

Para almadı.

• Şoför tanıdık mı? dedim.

• Yoo... dedi.

• Ulan Musa, yoksa sen Polis Müdürü mü oldun?

Yine bir «sus!» işareti verdi.

— Surdan öteberi alalı m da eve gidelim, dedi. Kasaba gittik. Kasap dükkânının önünde bir kuyruk var, sonu görünmüyor. Kuyruktakiler sıra kavgası yapıyorlar, birbirlerine girmişler. Bizim Musa hemen düdüğe sarıldı. Düdüğün ötmesiyle, herkes yerli yerine çekildi. Kasapda dışarı uğrayıp, Musa'ya,

— Buyurun! dedi.

Biz kuyruğu yarıp içeri girdik.

• Bir kilo bonfile... Kasap soruyor:

• Başka emriniz?

• Beyin var mı ?

• On tane yeter mi? Kasap paketi yaptı. Musa cüzdanı çıkardı. Kasap,

• Vallahi olmaz Beyefendi... diye parayı almadı. Ama biz etleri aldık, dışarı çıktık.

• Ulan Musa, yoksa sen Belediye Müdürü mü oldun?

Benim soruları ma hep, sus, diyor.

— Bu aksam yemeği dı şarı da yeriz. Bu aldıklarım yarına, dedi. Ertesi gün pazar.

• Neler istersin? dedi.

• Hiç bir şey istemem, dedim. Efendim oradan gittik manava. Oradan gittik bakkala. Bizim Musa, dükkândan içeri girmeden önce birkere düdüğe asılıyor. Ondan sonra içeri giriyor. Elimiz kolumuz paket doldu. Hiç bir yerede on para verdiği yok. Bir düdük daha öttürüp bir taksi çevirdi.

Apartmanına gittik Şoföre:

— Bekle! dedi.

Musa bekâr. Apartımanında bir başına oturuyor. Elimizdekilerini bıraktık. Kapıda
bekleyen taksiye bindik. Bir gazinoya gittik. O şoför de para almadı. Gazino tıklım tıklım dolu. Musa düdüğü fora etti. Daha ağzı na götürmeye kalmadan gazinonun önce garsonları, arkadan sahibi olacak, biri koştu. Bize, sahnenin önünde, bir masa koydular. Biz bişey istemeden masayı donattılar.

— Ulan Musa, yoksa müfettiş misin? Ben sordukça, sus, diyor, başka bir şey demiyor. Musa büyük bişey olmuş ama ne olmuş? Bir türlü çıkaramıyorum. Sazlar, şarkılar başladı. Biz de kafaları çekiyoruz. Garsonlar etrafımızda pervane olmuşlar. Derken arkada bir gürültü koptu. Sarhoşlar birbirlerine girdiler. Onlar bıçakları fora ederken bizim Musa da düdüğe asıldı. O aslan kesilmiş kavgacılar, düdüğün bir fıırt etmesiyle uyuz it gibi kuyruklarını kısıp oturdular.

Bu bizim Musa ne olmuş?

Düşünüyorum, düşünüyorum, bir türlü bulamıyorum. Gazinodaki hesap şöyle böyle ikiyüz lirayı buldu. Gazinocu «para almam da almam» diyor. Bir arabaya bindik, eve geldik. Ertesi gün pazar. Musa kolları sıvayıp kendi eliyle yemekler yaptı. Ben gidecek oldum.

— Olmaz, dedi, bir hafta misafirim ol da aklın başına gelsin. Bir hafta Musa'nın evinde yan gelip yattım. Geziyoruz, tozuyoruz, eğleniyoruz. Musa'nın hiç bir yere on para verdiği yok. O verse de almıyorlar.

— Ulan Musa, sen bir büyük adam olmuşsun ama ne? Söyle şunu! diyorum. Söylemiyor. En sonunda,

— Söylerim, ama kimseye söylemeyeceksin, dedi.

• Söylemem,

• Dinine?

• Söylemem.

• imanı na?

• Söylemem. Yemin yemin üstüne. Kimseye söylemeyeceğime iyice inandı ktan sonra, cebinden düdüğü çıkardı, öptü, başına koydu.

• iste birader, dedi, bütün keramet bu mübarek düdükte.

Bir gün Karaköy'de dolmuş bekliyordum. Kuyrukta bekle bekle, sıra geleceği yok. Elimdeki zincire bağlı düdüğü sallayıp dururken her nasılsa dalgınlıkla düdüğü ağzı ma götürüp öttürmüşüm. Oradan bir memur koşup geldi, selâmı çaktı. Sen olsan ne yaparsın?

• Bilmem!

• «intizamı temin edin oğlum!» dedim, yürüdüm; Biraz gittim. Kalabalıktan, caddeden karşıya geçemiyorum. Düdüğü çıkarıp öttürdüm. Bütün taşıtlar durdu. Karsı ya geçtim, «Yahu bu ne iş?» dedim kendi kendime.

Düdüğü öttürdün mü, işler istediğin gibi yürüyor. Sonra anladım birader. Bizde bütün işler düdükle yürümez mi? Vapur düdükle kalkar, tren düdükle kalkar. Araba düdükle durur. Kavgacı düdükle barı ş görüş olur. Hattâ düdüğün sesini duyan kaçar. Bak, şimdi şu meydanda bir düdük öttüreyim, çil yavrusu gibi herkes bir yana dağılır...O zaman anladım, bizde bütün işler düdükle yürüyor.

O gün bugün işte bu düdüğün sayesinde geçinip gidiyorum. Bak, dinine, imanı na başkası na söyleme. Yoksa eline bir düdük geçiren fırlar ortaya. İşe kesat girer. Söylemeyeceğime yemin ettim, ama, yazmam diye yemin etmedim ya... İşte yazıyorum. Simdi benim de sizden bir ricam var. Su söyleyeceklerimi siz de sakın başkasına söylemeyin. Musa'dan ayrılınca hemen bir düdük de ben satın aldım. Taksim meydanında bir düdük öttürdüm. Gelgelelim, hiç kimse düdüğe aldırış etmediği gibi, ilk öttürüşte beni yakaladılar. Ertesi gün de gazeteler «Sahte müfettiş yakalandı », «Kendine polis süsü veren biri tutuldu» gibi benim için yazmadık söz bırakmadılar. Oysa, Tanrı bilir ya, düdük öttürmekten başkaca hiç bir suçum yoktu. Ondan sonra anladım ki, bizde düdük geçiyor geçmesine ama, öttürmesini bileceksin. Benim gibi, düdüğü öttürürken, elin ayağın titrer, öttürsem mi, öttürmesem mi diye kuşkuya düşersen hapı yutarsın. Benim de sizden ricam, düdüğün nasıl öttürüleceğini başkaları na söylememenizdir.

Yoksa düdük, öttürmesini bilen için çok işlere yarıyor.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Cehaletin a'sı, b'si e c'si...

Dil bir ölçüdür; cehalet onu hafiflettiği gibi akıl da onu ağırlaştırır.

Hz.Ali



İnsan hayatında ne konuştuğunu bilmelidir.

Toplumumuzda bireyin kendini nasıl ifade ettiği çok önemlidir. Günümüzün toplumunda insanı saygın birisi olması yönünde, tanınmasını sağlayan onun konuşmasıdır ve kendini ifade etmesidir. Konuşması kendini ifade etmesi, olaylara yaklaşımı, hayatında edindiği filolojik gelişimi ile alakalıdır. Bu alakayı ise birey hayatında edimleri ile kazanır eğitim alanında kazandıkları, normal yaşamında öğrendikleri, okuduğu kitaplardan çıkarttığı payeler ile, bir noktadan sonra dilini ağırlaştırarak kendini özgürleştirmesi ile kazanır. İşte bu noktadan sonra birey artık aklının otoraksisi(Yönetim) altında kalır. Yani usunun yönetiminde hayatını idame ettirir. Bu anlayış ile zamanını ağır bir süreç içerisinde yürütür. Tıpkı Hz. Ali' ninde dediği gibi aklını kullanarak ama...

(...)

Dilbilimsel düzeyde, insanın yaşadığı coğrafyada insanın kendi diline uzaklaşması / yabancılaşması, onun zamanla bilgiye olan karşıt duruşu ile yakından alakalıdır. Bu karşıt duruş aslında temel olarak Aristokrasi ile alakalıdır.[Aristokrasi; iktidarın imtiyazlı ve genellikle soya bağlı bir toplum sınıfının elinde bulunduğu, siyasi hükümet şeklidir.Ekonomik, toplumsal ve siyasi gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu tarihi yönetim biçimidir.]Genelde ideal bir tarz olarak görülen bu yönetim biçimi de, tıpkı diğer yönetim biçimleri gibi insanlığın ilerleyişine, özgürlüğüne gem urmuş, bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasına, bağımsız bir şekilde bireyin kendini aşmasına engel olmuştur.

Cehaletin aslında en iyi besiciside olmuştur ideolojiler. Çünkü topluma bireysel düşünce paketleri vererek, onların kendi sistematiğinde, kendilerini tanımalarını engellemiştir. Bunun aşılmasındaki en iyi silah ise akıl e bilgi edinimleri ile elde edilmiş felsefik düşüncelerin anlatılmaya çalışıldığı dil eylemleridir. Dilinizin ağır eylemlerde bulunmasını istiyor e kazanımlarınızın uzun süreli olmasını istiyorsanız ÖZGÜR olmak zorundasınız. Özgür olabilmek içinde bu ağır dil eylemlerini gerçekleştirmekten korkmamalısınız. Korkmamak içinde aydınlanmalısınız.

Dostlar aydınlanmak içinde biraz hayatınızda cüretli ve fedakar olarak, aklınızı kullanmak zorundasınız. Tıpkı bir kitap gibi sessiz ama bir o kadar da dik duruşa sahip olarak...

(...)

Cehalet insanın bugünkü bulunduğu toplumunda pekte saygı ile bakılan bir unsur olamuştur. Argo ifadelerle ifade edecek olursak bunun a'sı kabalık, b'si küfür, c'si saygısızlıktır.

Cehaletin A'si "Kalabalık" ...kalabalık fikirlerin bu gün toplumda hakim / egemen olmasında ki en önemli edilgen eylem, kişilerin korkması ile birlikte, elini yollarına çıkan taşların altına koyma korkusudur. Hayatlarında yanlış gördüğü egemen fikirlere sessiz kalmasıdır. İşte bunların oluşturduğu kalabalık sadece cehaletten kaynaklıdır. En büyük cehalet yanlışa eylemsiz kalmak, bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın mantığı ile yaşamını idame ettirme mantığıdır...İşte bu yüzden tıpkı ustanın dediği gibi;

Çok insan kafaları olmadığı için kafayı bozmuyor. - Arthur Schopenhauer

...değil mi.

Cehaletin B' si Küfür... küfür, başarısız kişilerin karşısındakine egemen kılmak istediği ya da ona hakimlik kurma adına gerçekleştiği cahil bir eğilimdir. Libido eksenli bir bireyin ikinci kullandığı organ olan beynin gölgede kalmasıyla birlikte, karşısındakine hakim bir birey olma adına gerçekleştirdiği eylemlerde, dilini kullanarak argo'yu yani küfürü geliştirmiştir. İşte bu yüzdendir ki küfürün temelindede; bireyin cehaleti rol almaktadır...

Cehaletin C' si Saygısızlık...saygısızlık, akılda yer etmiş inatçı e dogmatik bir eylemin gerçek gibi görünmesi ile birlikte kişinin başkalarına karşı gösterdiği değişimden uzak kalabalık popüler fikirler e küfürlerden kaynaklı olan, asıl yaratıcısınında cehalet olduğu bir eylemdir. Bu eylemi gerçekleştiren birey aklını kullanmayan cahil insandır. KArşısındaki dinlemez ya da dinler gibi görünüp onu yıkmaya çalışan ön yargılı insandır. İşte bunlar konuştuğunda dil hafifler, kalabalık fikirler oluşup ne kadar yanlış olsalarda hakim kılındıkları için küfürlü bir yapı ile otoraksileri sayesinde bütün topluma egemen olurlar. Bunların temelden kalkmasınıda bireyin aklını kullanmaya tenezül etmesi ile engelleyeceğiz.


...bügünün toplumunda, yaşadığımız sorunların tek sebebi; bu sefalet dolu cahil yaşamlarımızdır. En güzel açıklama ise şudur:

Bugünün sorunları dünün çözümlerinden kaynaklanır. - Peter Senge

..bunun önüne geçmek için, toplumun içerisinde saygın bir yerde olabilmek için, bireysel özgürlüğünüzü elde edebilmek için tek kaçınmanız gereken cehalettir. Cehaletti yendiğinizde onu katlettiğinizde yaşamınıza ne kalabalık yanlış popüler fikirler hakim olabilecek ya da beyinin libido gölgesinde kalarak karanlık hakimliğinde kalmış cümlelerinde oluşmuş bir argo dili hakim olacaktır. Son olarak bunları yendiğinizde zaten saygısızlığıda bu iki ilk olguyu kaldırmanız ile yaşamına aklınızla ağırlaştırılmış bir eksende deam edeceksinizdir.

Sonuç olarak işte bu yüzdendir ki dilin hafifleşmesinin kaynağı olan cehaleti yenmek yine sizde bitecektir. Sizin elinize aldığınız silah ise yine aydınlanma yolunda kullanmaya cesaret ettiğiniz kendi aklınızdır. Aklın akil kılınması ile cehaletin A,B,C'leri yaşamınızda otorite kuramayacaklar unutmayın.

LiberterKedi


31 Ekim 2008 Cuma

Cehennemin Kuzinesindeki Su

...bana denizin saçlarını yol getir dediler, ama avuçlarımda çoraklaşmış çöl vardı.




Zaman zincirin tüm halkalarını tamamlar. Tattıklarımızın vücudumuzda oluşturduğu endorfin kısa sürelidir.
...bildim mi?

-ne yazık ki doğru.

...zaman herşeyi eksik bıraktı bizde. Sessiz sakin ama bir o kadar da yıpratıcı vuruşlarıyla, bizi soluksuz eksilterek hergünün sonunda öldürdü, her gecenenin son deminde diriltti şafak ile birlikte. İşte bu yüzden umutlu yaşam her zaman başarılı değildir. Her ne kadar mutluluk mevcutsa da yaşamda, hüzünde adana kebabın acısı misalidir yaşamımız.


...güneşliği kaldır, süzülmek üzere şahlanmış güneş, toynaklarını camında çarptırıyor. Korkunun olduğu her karanlığın ardın da yeni bir aydınlık doğsa da. Yüzleşmedikçe sanrıların hakimiyeti ile yok olacaksın unutma!

Doğarken her öyküsü belli olan gibi bir senaryo içerisinde yaıyorsan dinle:

İnsan varolduğunu bilmeyen tek canlıdır.

Cehennemin kuzinesinde ki su damlası ile gelen insan, her günün getirdiği, inandıklarında gizli, yaşadıklarında örneklendirilmiştir. Gözlerini aç yeter....

30 Eylül 2008 Salı

Agamemnon


Agamemnon Yunan Mythos' unda tektir, eşsiz bir tiptir. Yalnız İlyada' da değil, efsaneler boyunca onun simgelediği kavramı onun kadar etkin ve belirgin ni­teliklerle canlandıran başka bir kişi yoktur.

Agamemnon kraldır, krallar kralıdır, her biri bir bölgenin yönetimini elinde tutan birçok derebeylerinin başında, onları ordularıyla bir­likte yöneten başkomutandır. Buyruğuna tek sınır, bölgesel kralların toplantısında çizilir, bu kurultay da da başlıca kural danışmadır. Yunan Mythos' u tanrılar tanrısı Zeus' un üs­tünde, ondan üstün bir güç bulunduğunu gös­terdiği gibi, krallar kralı Agamemnon' un kişi­liğinde de krallığın hem erdemlerini, hem de eksik ve zayıf yönlerini önümüze serer.

Bu bakımdan destana olduğu kadar, tragedyaya da esin konusu olmuştur Agamemnon. İlyada' nın üçüncü bölümünde Helene surla­rın üstüne dizilmiş, savaş alanına bakan Troyalı ihtiyarlara en başta eski eniştesi Agamemnon' u "Hem iyi bir kral, hem güçlü bir savaşçı" olarak tanıtır.

Agamemnon' un kral­lık yetkisi Zeus' tan gelmiştir. Homeros onun asasının, kral değneğinin tarihçesini çizerken, soyunu Pelops' a kadar götü­rür, başka bir efsane koluna göre Agamemnon'un ilk atası Tantalos' tu. İlyada' da Pelops oğullarının kan davasından söz edilmez, krallık normal yoldan Pelops' tan Atreus' a, Atreus' tan Thyestes' e ve ondan Agamemnon' a aktarılır.

Atreus ile Thyestes arasındaki kardeş düşmanlığı ve onun sonucunda işlenen korkunç suçlar daha çok tragedyaya konu olmuştur Atreus. Ama destan Agamemnon' u bir krala özgü bütün nitelikle­riyle canlandırır. Bu kral portresi üstünde durmaya değer. İlyada' nın konusu, Agamemnori ile Akhilleııs arasındaki kavga Agamemnon yüzünden kopar. Ve bu kavgada krallar kralının tutu­mu, karakteri ve kişiliği bütün açıklığıyla ortaya serilir. Agamemnon kraldır ve her kral gidi kendi çıkarını, istek ve buyruklarını emrindeki insanlannkinden üstün görmekte ve bu İnanışa göre davranmaktadır. Tutsağı Khrysels' i geri vermek istememesi, vermek zorun­da kalınca Akhilleus' unkini almakta hiçbir sa­kınca görmemesi kavganın asıl nedenidir. Bu olayda karşısına çıkan kim olursa olsun pay­lar, tersler, hiçe sayar.

Kalktı hırsla gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreus oğlu, kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği, yanıyordu iki gözü yalım yalım...Apollon' un Akha' lara gönderdiği salgının nedenini bilen Kalkhas, bu öfke karşısında çekinir gerçeği söylemeye yeltendiğinde: Kızdıracağım biliyorum Akha' ların saydığı adamı, o adamın bütün Argos' lulara her yerde sözü geçer. Kral azgın olur kızınca ayak takımından birine, bir zaman öfkesini yenerse de, unutamaz kinini, dışarı vurana dek taşır yüreğinde onu. Ama Agamemnon ne Kalkhas' ı dinler, ne de onun sözlerine uyulmasını salık veren Akhilleus' u, bildiğini yapar. Bu davranışı tepki uyandırır. Tepkinin, yalnız kavgaya tutuştuğu Akhilleus' tan gelmemesi, ordunun alt tabakasını simgeleyen bir askerin de kralı en ağır sözlerle kınaması dikkati çeker. Halkın yöne­ticisini eleştirmesi dünya yazınında ilk kez gö­rülmektedir burada. Bu eleştiri Akhilleus'un ağzından şöyle dile gelir.

"Ey doymak bilmek adam... Seni gidi edep­siz, çıkarma düşkün yürek... Seni şarap fıçısı,seni it gözlü, seni geyik yürekli... Halkını kemiren bir kralsın sen"

Ama yiğidin sözlerinden daha da şaşırtıcıdır Thersites' in, halktan bir adamın kralı kına­ması gibi. Bu eleştiri yalnız kralı degil, feodal Akha düzeninin tümünü kapsamakta­dır. Gene mi bir fisteğin var, Atreus oğlu, Barakaların tunçla, kadınla dolu. Bir şehri alır almaz biz Akhalaronları sana verdiydik ilk peşin. Bir de altın mı istiyor canın şimdi? Tutup getirelim Troya' ya Mardan birini, gelsin babası kurtulmalık versin sana, altınla versin sana, öyle mi? Taze bir kadın mı istiyorsun yoksa, düşüp kalkmaya, bütün gözlerden uzakta, kapatmaya kendine? Başbuğsun, yakışık almaz Akha oğullarını yıkıma sürüklemen. Size diyorum Akha oğulları, hey, Akha oğulları denmez size artık, Akha kadınları demeli, sizi aşağılık herifler sizi, hadi yurda dönelim gemilerimizle, tek başına bırakalım Troya' da onu, otursun onur payının üstüne. Yardım etmeyelim de görsün sonunu.

Saygısızlık etti Akhllleus' a, en üstün yiğidimize, aldı onur payını, yoksun bıraktı onu. Akhilleus' un içinde büyük bir kin yok gene de; hem gevşek davranmasaydı sana, Atreus oğlu, bu senin son küfrün olurdu ona. Bu sorunu Akha ordusunun nasıl çözümle­diği de ilginçtir. Athena' nın verdiği esinle...

Odysseus sıraları dolaşıp şöyle yatıştırır herkesi.

..bilemezsin Atreus oğlunun niyeti ne?

Akha oğullarını yokluyor şimdi o, ama ezecek yakında başlarını...Öfkelenip de Akha'l ara yıkım getirmesin sakın, Zeus' un beslediği kralların amansızdır öfkesi...daha güçlüdür onlar senden. Sense savaştan anlamaz korkağın birisin. Ne kurultayda geçer sözün, ne savaşta geçer. Hem biz burada hepimiz kral değiliz ki. Her taraftan bir ses çıkarsa iyi olmaz, bir tek baş olmalı, bir tek kral. Kurnaz Kronis oğlu şu değnekle bütün yetkileri size krallık etsin diye verdi Agamemnon' la

....Agamemnon gene de bir zorba olarak gös­terilmez ilyada' da, aslında talihsiz bir adamdır: Akhilleus' u kırdığına bin pişman olur, ba­rışmak için ödün vermeye razıdır. Yiğidin olumsuz tepkisiyle karşılaştıktan sonra, bir daha aynı uysallığı gösterir ve özür dileyerek barışır (İl. XIX, 85 vd.). Her davranışında sanki bir sakarlık vardır Agamemnon' un: Aulis' te avlanırken Artemis' i kızdırması, bu yüzden kızı İphigeneia' yı kurban etmek zorunda kalışı bu kralın hatalarını ne kadar pahalıya ödediğini gösterir. Karısının ve onun âşığı olan kendi amca oglunun elinden öldürülmesi bile aynı yarı komik, yarı trajik kaderin belirtisidir. İlyada onun kahramanlıkları ve öldürdüğü Troyalı yiğitlerin adıyla doludur, ama Aga­memnon burada da tam başarılı değildir, ne savaşta bir Akhilleus ya da bir Aias olabilir, ne de kurultayda bir Nestor ya da Odysseus gibi üstün bir akıl gösterebilir. Onun kişiliğin­de Homeros ve yolunu izleyen bütün ozanlar krallık kurumunun kusur ve eksikliklerini ortaya sermek istemişlerdir sanki.

Kaynak: Mitoloji Sözlüğü

27 Eylül 2008 Cumartesi

Şizofren Aşk İle Monolog...


Ardımda durma ne olur,
karadenizin karasında
ölümü soluyorum sensiz.

Ne istiyorsan söyle de
bileyim: Sadece seni
seviyorum bil.

Sararmış mevsimlerin
isem ve mücadelesiz
kalıyorsam sence, artık bil:
Ben bıraktığın yerde değil,
beni düşünmediğin yer olan:

ARAFTA SEVİYORUM

seni elma şekerim.

Eğer benden gidiyorsan artık. Açıklıyorum:

Aşk benden ölümü istedi. Ve kendimin gölgesini düşürdüğüm kelimelerim karalayacak sana olan duygularımı. Başlıyorum:

- severken çiz bana ölümün görüntüsünü

....diye.

Kalemi aldım elime şimdi yaşarken nasıl ölüneceğini çizcem size. Bu sonu bitecek olan safsatalarımın son yazısında.
...
..
.
.

- Hadi geliştirelim...


...herşeyimiz bir umut diyerek başladı. İlk elini tuttuğunuz da ki o ürkek vücdunun sizin üzerinizde bıraktığı vaftiz edici etki ile, gözlerinde kaybolmamla başladı. Büylendiğim gözleri benim lethe'mdi, ama bilmiyordu.

Yanaklarının vişne kızıllığı ile en taze mevsim meyvelerini andırması, hep bende artımlı bir halde ilerledi. Bir eroin bağımlısı haline gelmiştim. Her saniyem de onu isterek, özlemini titrek bir çocuk gibi yaşayarak, elma şekerim diyerek; elimden alındığını hissettiğim anlarda yokluğun ile göz yaşlarımda boğularak yitikleşiyorum bugünlerde sensiz...

Karşılık beklemeden seviyorum artık!Tıpkı eskiden yaptığım ama sana itiraf etmediğim gibi...

Acıyı, umutsuzluğu yenerek, şizofren bir aşkı yaşamam işte bu kopuşlarını bana hissettirmen ile oldu sevgilim. Ben bende seni sensizce yaşamayı yaşamayı öğrendim. Mutsuzluklarımda mutlu olmayı, zihnimde tasarladığım tasvirlerin ile öğrendim. Aslında herşey sadece sevmek istemekle başladı, tek taraflı gitti belki de. İnanmasan da bilmemen gerekirdi, ya da bunu kendinin çıkarması gerektiğini düşündüğüm için(Çünkü gerçek sevgi hissedebilmektir.) gündelik yaşamım şöyleydi senin haberin olmadan:

Her sabah onunla uyanarak başlamak. Onunla güne devam etmek, onda yüreğinizi bırakarak yaşamaya devam ederek. Kelimelere onu ve sevginizi filizlendirerek anlamlar yüklemek. Onu bencilce herkesten gizli tutmak....her daim, her an onsuz bir hayatın noktanız olduğunu vurguladığınız halde. Onun anlayışsızlıklarında yaşamak. Kabullenmek, karşılıksız sevmek, radyoda bir tek ezginiz olan gelevera deresini dinleyerek ağlamak...

Nasıldır bilirmisiniz?


İşte ben böyle sevmiştim. Ondan habersiz. Ondan ses olmadan...

(...)

Her gece beynimden çıkardığım hayalini kucaklayarak, onun çilek gibi ekşimsi, ama bir o kadar tatlı dudaklarına ufak bir öpücük dokunduruyordum rüyalarımda. Sırf onu ürkütüp de kaçırmamak adına, bu dokunmanın verdiği mutluluk hazını artımlaştırıyordum kendimde. Bozuklukları bütünleştiriyor, onun benden çaldığı ve veremediklerinin parçalanmışlıklarını kendimce dolduruyorum bugünlerimde. Farkında değil. -SADECE ONU SEVİYORUM KARŞILIK BEKLEMEDEN-Ardından hayalini avuçlarımın arasına alarak, onları birbirine kenetleyerek, başımın altına koyarak uyuyordum, her gece, ama her gece...

Yağmurlarla ağlayarak camına çarpıyorum, rüzgar eserek saçına dolanıyorum, güneşle tenine işleyerek derisine kazıyorum kendimi. Ama haberi yok!


Çünkü onu rahatsız ederim korkusu vardı...

Bir gece de...

İzinsiz kapısını aralıyor, odasına süzülüyorum. Bozulmaz dediğim bu büyüyü, ona üflüyorum uyurken. Zaman diye söylemlediğimiz bu sunağı, kötü akmaya çalıştıkça kırıyor, kanımı damarlarımdan boşaltarak içine. Ona hayallerimi kurban ediyorum. Hayallerimi kırmadan kırıyorum bizim için. Sırf onunkiler onda kalsın diye. Onunkilere kıymamak adına: Onun hayallerini yakmadan kendileriminkini yakarak; ısıtıyorum düşlerimizi. Hiç sıcaklığını yitirmesin uğraşısı ile.

(Suçlumu araştırılmalı, mücadelemi edilmeli özverili olmak için.)

İşte sonu gelemeyen bitmemiş safsatalarımda gizli hayat ezgimin acısı, kaosu bu dingin yazıda açık.

Sevgim istediğim gibi karşılık görmese bile, ona platonikçe sahip olmak adına, gizli yaşıyorum artık. Beni kaşımaya çalışsa da üzerinden, ben onun beni sevdiğinin görünmeyeni kadar seviyorum. Tıpkı:

Afrodit ve İnanna' dan beri
aşkın benden istediği
değişim gibi
hiç bir şey
değişmesede
gücün dışında
değil,
gönlümün esiri olmayı sevdim
sevdim...
sevdi...
sev
sade
ce...
beni isteyerek sabır eyle....

...Ve bilse ki böyle oluşumdaki tek gizli yan o. Belki beni daha çok sevecek. Ama ben istemiyorum tıpkı onun gibi kendisi çözsün beni diye...

Sadece KARŞILIKSIZ SEVİYORUM. SADECE ONUNLA ARTIK MUTLULUKLARIMI PAYLAŞACAĞIM GİBİ....

(Ölüm gelir
son perdenin
sesinde.
İnançsızlık dizimi
kırsa da.
Gökyüzünden yağmurla
akacağım tenine.
Rüzgarla savrulan yaprakta
taşıyacağım bedenimi
toprağa,
bir başka mevsimde
yeniden doğmamak adına
soruyorum sana:
Beni Seviyor musun
Elma
Şekerim?
.
.
.


Not: Bir başka mevsimde olmayacağım..Sevmiyorsan...İtiraf et acımı palazlandırim şimdiden..Kendimde yaşlanım senin hayalinle bencilce. Elveda deyişinle. Sadece bir söz.

C: Seviyorum
E:Sevmiyorum

artık...)
LiberterKedi