Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2013 Salı

eğitim ve sınav

toplumun içerisinde genleşen gevrek eğitimin içerisindeki taraflı siyaset, devlet koyunları yaratmaya devam ediyor.

sıralar uygun adım düzenle oturtulan çocukların çğrenme yetisini, kendi yetilerini geçemeyecek şekilde öğretenlerin çoğunlukta olduğu zamanlar sonrası, bugündeyiz. hepimiz eleştirdiklerimiz ve gözlerimizi kapadıklarımızın sorumlusuyuz.

hadi iyi geceler.





son (+21)


hep bir son hayal ederken, kaçtığımız cehenneme çevirdiğimiz bugünümüzdü. kayıtsızlıkla.


düşlerle geçirilen bir yaşam sonrasında hep vitesin sabitlenmesi. ve uyuşturucularla değiştirilen zaman… uyku aralarında uyandıran kabuslarla yaşama müdahil olmak. amaçlı, amaçsız yaşamı fütursuzca alkol, sik, am ve seks yumuşaklığında geçen sonsuz taşaklarla yaşamak… kabaran hayatlarımızın ürperen bulutları ile gökyüzüne sabit küfürlerle sövgüler düzmek. bir çoklarımızın yaşamlarında gerçekleşen düşsel orgazmların ardından duyulan pişmanlık gibidir hayat…bir sigara kadar nefese sahip olmak.


körleşip, sessizleşmek. şizofrenik kişiliklerimiz ile deliliklerimizi kabullenememek. emsalsiz piç sokakların köhneleşmiş geçit altlarına duyarsızlaşmaktır son. ve toplumsal bir piç olmaktır hayat… toplumların diğerine benzer dayanışması, arka bahçede içilen biralar ardından, çekilen marihuana eşliğinde bilincimizin altına saklanananların gerçekliğine uyanmak. sanrılar, deniz ve girdap. dünya ve yeşil. ağaçlar ve üzerindekiler. mezarlıklar ve ölümleri ile bize hep acı verenler, vermeyenler. savaşlar ile yitirilen kişiler… katliamlar, kavgalar ile ilerlerken bizim yüzümüzdeki maskelerimizden ayrılamama cesaretsizliğimiz, hep ertelemeleri getiriyor. çaresiz bir yetimiz.



çatı katlarında, şehre tepeden bakmak.

iç nefes ile karnımıza zorla soktuğumuz stres sancıları. bizi nasılda rahatsız eder. tabiri olmaz. yalnızlaşırız. sol yanımıza aldığımız gölgemizle, yaptığımız pişmanlık monologlarında nemlenen pencerelerimizden süzülen heyelan, parmaklıklarını aşıpta yanağımıza emeklediğinde, uyanırız. hapsettiğimiz ruhumuzun o bebeksi halini gömeriz yine tabutuna vampirmişçesine. üzerine giyindiğimiz iş elbiselerimizle yeniden sabaha hazır kıta adımlarız zamanı.bitirdiğimiz bu monolog ardından kalan sakinleşme zamanlarında. sonrasında hep tarihin o şerefisz tekerürleri kalır, öksüz bir çocuk gibi. hayat budur, kabullenmemiz hep uzun sürer. acı ızdırap verici olsa da cezalandırıcımız ne göktedir, ne marihuanadadır. sadece beynimizdedir… hatıralar gibi.

hep kafalarımız iyi olduğu esnada çıkar hayaller. kendisi de değişken kişilikli bir seyyahtır. porno sitelerinde harcanan değişken debili hayat sıvımız gibi hep yuva arar kendisine. bu zevk gezilerinde sahibimizi arayan sadık hayvan sürüleri gibi, birbirimizi tartarız. genetik olarak hep ideal olana sülükleşiriz. kanını çeker, kanımızı veririz. paranoyakçasına birbirimizi sündürürüz. hayat böyle devam eder, sona doğru. akıntı hep baştan durur. sessizlik zift gibi yapışkan ve katran haldedir.


futbol gibi boktan bir süreçtir yaşam.

ikiz ve yansıma gibi eş anlamlıdır. ve hayattır ismi. tıpkı; mahallelerin aralarında yaptığımız maçlardaki gibidir. sert ve hırslı oyunlar ile yaşamda da birbirmizi yenmeye çalışırız. en güzeli ise beraberliktir. hiç kazanan olmasa, bir tarafımız olmasa, bugün popüler ve sekülerik bir hayatın hüküm sürmediği yaşamlarımız olur. fakat sokakta, sonu hep to be continue’ suz biten tragedyalar ile başkalarının oyunlarını sahnelendiririz. acı köleleşmemiz. histerik ve isterik bir şekilde devam eder.

aslında yaşamımız…


dükkanların vitrinlerindeki gibidir. trafik ışıklarına benzer şekilde yanıp sönen neon ışıkları gibi göz kamaştırıcıdır. birileri gelecek ve sizi mutlu edecek diye kendimize zarar veriririz. “güneş ve ay ankara da sade yayılır”… der kimileri. o boktan, kasvetli sert kışında donma tehlikesine karşı beklediklerimizin yaptıkları sonrasında, hayatımızda güvensizleşiriz. bu işte intiharı getirir.

intihar…

kendi içerinizdeki alacakaranlıktaki ağacın titremesidir. yaprakların alkol, sigara ve marihuana gibi sahtelikler ile esrar külüne dönen yaşamınız, isyancılığı asimile edilmiş öz ruhunuzun lanetidir. aklın yüce ışığı söner. rafına kaldırılmış tatlı, kekremsi ve anne çorbası gibi kokar çocukluk döneminiz. kitleler ile olan iletişim baş göstericidir şimdilerde. ve kendisi hayvanat bahçesi gibidir yaşamın. evet insanlar ve ilişkilerimiz. bir hayvanat bahçesi gibidir. ışığın iç karartıcı parlaklığında boğazları paramparça ve kasvetli beyinleri örselenmiş, kişiler tarafından üzerinize yönlendirilen gözler onların bıçaklarıdır. bedenlerinize saplanmak için arkanızı dönmenizi ve zayıf anınızı beklerler. sizi avlamak için diş bilerler. hapsettikleri fikirleriyle zamanı gelince sizi bir hayvanat bahçesi bireyine çevirir sizi. üzerinize çıkıp kendi sefaletli yaşamlarını arşa denkleştirmeye çalışırlar. benzerlerine boğulmuş halde olan fikirleri, tahakküm ettiği dünyayı yaşanmaz hale getirir. rayların üzerinden kayan bir tren durağında, son adımını atan piç bir çocuk gibi sahipsizleşirler sonda.
ardından hep aynı seramoni duyulur.

çocuk seslerinin gürültüsü arasında, titreyerek bekleyen gerçekleştiremediğiniz yaşamımız. fısıldadıklarını anlamadığınız bu aptal kargaşada sizi uyandırmaya çalışsa da başarısız olmuştur. artık öteki gibisin


iz. bir gidiş için kendilerini yeraltında zincirleyenler, gece boyunca beyoğlunda gittikleri kerhanenin kapısında kendi kusmuklarında boğulurlar. tepesine düşen loş sokak lambasının cılız ışığı altında. dibe vurmuş bir yaşam krokisidir bu. sonunda gömülüp kalanlar ve dışarı çıkanlar hep o ötekiler gibidir. hayat manasız ve fütursuzdur. toplumsal bir birey için hayat, gün ortasında ıssız ve bayat bir bira yaşamı ile sokaklarda dolaşmak, dokunmak ve düzüşmek üçgeninde sonlanan bir yaşam. ardınan adına yakılan ağıtlar ve ruhuna fatiha söylemi ile siktir edildiğin yeraltı sonundur.



sikil gel ve siktir git.

15 Nisan 2013 Pazartesi

sıkıntı öldürüyor bu zamanda insanı.

sıkıntı öldürüyor bu zamanda insanı. 

yavaş ve usulca zihninize tahakküm kurarak, bizi ele geçiriyor.ve sıkıntı öldürüyor zamanla. 

acı ve öfke değil, sıkıntı öldürüyor insanlığı. ne yaptığını bilmemek sıkıntı ve sanrılar ile örülüdür. çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. elini en temiz tutan, suç aletidir, iktidar için. insanı içerisine aldığında, sakinleştirir ve köreltir. ardından usulca işler bünyesine. ardından ölümü getirir. sessizlik ve eylemsizlik gelir. biat toplumu ile.

sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor... çünkü tükenme ve tıkanma ile birlikte, yaşamı kusarsın hatıralarına. katil çoğunluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak... bireyin ölümünü gerçekleştiriyor. öldürüyor onu vakitlice, alış veriş mağazalarında, sokaklarda, tatillerde ve daha nice hazırladığı trajik sahnelerde. insanın raflaşan zihin yollarına, kendi istediklerini istifliyor. sen ise, toz oluyorsun zamanda...

sıkıntı davet ediyor, açıyor yatağını... bacaklarının arasını kutsallaştıranın, beynini fethediyor ve parmaklar ile ovaları sulandırıyor. sıkıntı günahları oluşturuyor ve acı ortak olmayanı defediyor. kapatıyor. insanın pişmanlığı ve çocuksu hallerinin vahşi tecavüzcüsü oluyor. en nevrotik vakıaların metasını oluşturuyor. alkol ve uyuşturucuyu saplıyor bünyeye ve sıkıntı çözüyor, öfke başlıyor. 

sıkıntı insanı ciddileştiriyor. hayata karşı hep septikleşiyor ve kerberos'un kokrkusuyla yaşamı benimsiyorsun. devam ediyor ve yaşamını ona göre şekillendiriyorsun. mücadele sadece senin hürriyetin için oluyor. tekilleşiyor ve mutsuzluğa saplanıyorsun. ve şuursuzca hayata kararıyorsun. 

sonra bir güç ile uyanıyorsun. sıkıntının insanı olgunlaştırdığını öğreniyorsun. ve hayatı tanıman da  sana yol gösteren bir seyyah olduğunun farkına varıyorsun sıkıntının. çünkü sıkıntı plan program demek oluyor hayatında. acı kendi yasasını durmadan fısıldarken çektiklerinle sana, aynı zamanda sıkıntı ile yol gösteriyor. öfke ile hatırat defteri tutturuyor şuuruna oysa. 

sıkıntı savuruyor seni hatıralarında. parçalara ayırıp, seni formlaşmaktan alıkoyuyor. engelliyor temelinin aynı olmasını. ağlatıyor, üzüyor, mideni bulandırıyor, uyutmuyor, adeta yaşarken türlü acıları zihnine yükleyerek gebertiyor seni ama öldürmüyor. olgunlaşıyorsun. bir muz gibi...ilk başta yemyeşilken, olgunlaştıkça açılıyorsun. ölü bir deniz gibi olmaktansa, karadeniz gibi açık dalgalarınla, zihin kıyılarındaki artıkları silip, süpürüyorsun. ve güneşin gövdesine serilerek, aynalarda hep ters görüntüler ile kendini yüceltiyorsun. edindiğin sabır tecrübelerinle.

sıkıntı kutlu doğum kutlamalarında, genç bir bakirenin kanını kaybetmesiyle içerisinde olduğu korkuyu notalandırır. acı dolu zamanlarda şenlikler ister çünkü acı gerçekliktir. acı, sefalet zamanlarında sessiz kalmanın ete bürünmüş halidir. eline gelene vücut sıvından dolayı yargılanmanın dayanılmaz aptallığıdır. acı gerçeğin mutena halidir.

dökülen zamanın getirdiği sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha atıyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor avuçlarına. kaygan ve bir o kadar da şuursuzca seni sefilleştiriyor. acı ve öfke, korkuyu yeniyor. sıkıntı zamanı okşuyor. sıkıntı arzuyu kaşıyor, sıkıntı acı ve öfke terbiye ediyor. sıkıntı, insanın kendisine karşı yabancılaşmamasında rehberlik ediyor. ve acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor.

ve yaşamdan insan sıkılıyor. kendini alaşağı ediyor. yakışmadı.



2 Mart 2013 Cumartesi

vaziyet - i hal

her düşüncenin içerisinde debelenen insanoğlu, doğanın götünde kalmış dışkı halinde.



tabiatın tek canavarı şuan insan. yarattığı karmaşa ile kendi sonunu getirdiğinin farkında değil. her yamacın üzerinden süzülerek daha da dibe düşüyor. neresinden kaldıracağız hayatı, bu kafadaki insanımsılar ile. neresine nefes olup onu koruyacağız.ne zaman domatesin o eşsiz afrodizyak kokusunu alabileceğiz yeniden. hangi gece akşam sefalarının geceye olan zerafetli gösterişine şahit olacağız yeniden. biz ne zaman doğalın kopulamayacak bir unsur olduğunu yaşamlarımız için anlayabileceğiz?



tüketim toplumunun yarattıkları ile hayatımız, asosyal medya olmuş. sanat, kültür, çeşitlilik ve daha hayatın içerisindeki bir çok hissedilebilinen farklı renkler, sönmeye başlıyor. korku insanlara aşılanarak, herkes kaybetme güdüsü ile diğeri için bir şeyler yapmayı gereksiz ve mühim olmayan bir durum olarak algılıyor. sadece tek algı: seks ve tüketim eksenli olmuş.



gün doğdukça, bizler özümüzden eğriliyoruz olmadığımız yere. cinsiyet savaşları ile ataerkil dönemin ne getirdiğini gerçekleşen dünya savaşlarında görmemize rağmen hala aynı hatanın devamına destek oluyorz. yok olmanın verdiği o dayanılmaz hafiflikteki hayat gerçeklikleri bir hiç olmuş. beyinlerimizdeki pandora'nın kutuları ile sürekli bir telaş yaratıyoruz hayatta. açtığımız ve gördüklerimiz, yaşanılanların pekte yabancısı olmdığını gösteriyor. bugün dünyanın tüm global devletleri için fahiş fiyatlı seks metaları halindeyiz. kendimizin tüccarı durumundayız. döküldüçke azalan ve kaybolanız.



tek tip insan hürriyeti ancak makak maymunlarında var.

ama bizlerin vaziyet - i hali ancak bir foseptik çukurundan ibaret.

hadi eyvallah.

C.

5 Şubat 2013 Salı

öküzdot...

hayatın öküz karmaşasında boğulmak...

herkesin bir cinsiyet takıntısı ile, delirginliklerini kabul etmemeleri üzerine....



öküz kelimesi hayvanlaara karşı yapılmış bir hakaret gibi dursa da burada teşbihsel bir anlam ifade etmektedir. 

giriş:

birinci öküzlüğün mertebesindeki insanlar kendine bakmadan, karşısındakini eleştirenlerdir. bu sinsi yavşaklar sizin duygularınız içerisinde, göz yaşlarıyla dans eder hocam. bunlara kanmamanın en temiz yolu, götünüzü dönüp, bir an önce size boynuzu geçirmelerini beklemektir. bunun anlamı döte temaşa etmiş şemsiye mevzusudur.




-şimdi malın biri demesin, ne o boynuz mu yedin. " evet yedim lavuk, herkes gibi.- 

neyse, dipnottan erken dönüşle, götümüze giren sosyal medyadan kopupta gelen herkeste bir şizofrenidir, almış başını kesmiyor. fahişelik dünyanın en eski mesleği olması ile beraber, kevaşelik ise, dünyanın en eski ruhani sapkınlığıdır. her kadında biraz kevaşelik varken, bu kevaşelikle birleşti mi tehlikeli oluyor hocam. erkek, kadın ayırdımı yapan fırıldaklara söz yok.

kısa dan hisse sonuç.



her aşk kendi gölgene secde etmektir. kimde gölgenizi büyütüyorsanız, sarılıp gusül abdestini kılacaksın bu devirde. yoksa şu zamanda her bir düşünce taafün etmiş halde.

gömülün.

7 Aralık 2012 Cuma

v...

boş bir kovanda arı gibi dolanıp dururken çarpıştık.

hayallerimiz biribirini kovalıyor. zaman kum saati gibi. hayallerimizi dar boğazdan sıkıntılı bir halde ilerletiyor. hep ibadet gibi seni gizledim sine'mde.



- karlı bedenime düşen kor. ateşledin yine serçe yüreğimi. titrek korkularımızı beslediğimiz kafesimizin üzerine çullananlar, geride kalan göz yaşlarımız ile yıkadığımız eski ruh ateşlerinde... zaman zaman sen, onları imlersin, ben ise bizi çizerim. buluştuğumuz nokta, o karton hayallere vücut olduğumuz zihnimiz. çift ruhlu, tek bedenli hikayemiz gibi...  

nasılda ikizleşmişiz. 

küçük balıklar gibi, sular yükseldikçe kıyıya vuruyoruz cesaretlice. simgeleştirdiklerimizin, elimize sardığı kararmış gümüşler bizde yok. estetik  ise gözlerindeki o tatlı yeni doğmuş bebek kokusu gibi. ben sana doldukça, sen bana tavaf ediyorsun. eski kitap kokusu hayallerimizle... 

sar.



med-cezir gibi birbirmizin üzerinde gidip gelirken, hayallerimizin birbirlerine sarılması. yeşil ve mavinin o morumsu soğukluğu olmayacak bizde. her şey mavi  - v - yeşil. bir düzensizlik. kalbimde sana dolanan dualar gibiydi benim hayallerim. tanrının eli değmiş gülüşündü beni güçlü kılan. serana-tını, bülbüllerin sümbül yapraklarında verdiği bir aşk ise bu, biz iki ucu ateşli değnekleri tutabilecek güçteyiz.

dizelere düşmeyen, düşlerin ebeveynleriyiz bu hayalde...



ağdasız bir teni yaralayan hisler kadar sert ve derin yaşam, geride kalıyor artık. mavinin, yeşille seviştiği ve çağıl çağıl ormanlara, ovalara, sulara dağıldığı hayat: gözlerimde limansız gemilere hayallerimizi bindiriyor. fırtınalarla başlayan yolculuğumuzun, meltemlerle sonlanacağı günlere gitme dileğiyle, merhaba!

ben c...

kanımdan daha da karanlık olan, dünyanın pisliğinden, ayrı kokladığın ben. bir akarsu değil, okyanusum seninle. evlerimizin saçaklarında çekişen serçelerin ürkek, cilveleşmelerindeki zamanlarda doğan güneş gibi girdiğin hayatıma, nasıl bir mana olacaksın bilemeyiz. ama...

devam edebilmeliyiz!

eminim ki kimse bizim kadar endişeli değildi. kimse bir kedinin ne yiyeceğine endişelenmiyordu. göz yaşında tuttuğun o kusursuz dünyanın berraklığında savruldum kenara. ortasından gittiğimiz hayata, temkinli yaklaşabiliyorum artık seninle. v/e sen bu hikayede bir ayrımın noktasından sonraki, büyük harfsin. uzanıp dokunda, şu hikayenin sonu gelmesin. aşk, yoluna çıkalan hikayede son beklenmez. beklenen sonlar her daim ölüme gider. seninle ve sesinle birlikte aşk:

"...arıyıpta içimdeki yakınlığın, yakıcılığı ile dönüp-dolaşıp etrafında tavaf ettiğim sensin."

 benim için.

birlikte...






30 Eylül 2012 Pazar

acı/tan' a


"...aşk, mutluluk şarkısına dönüşen bir yalnızlık çığlığıdır, yüce aşkla beraber, olağanüstü, ulvi harikuladelikler insan yaşamının bir parçası oluverir, onun sayesinde, ten ve kafa birbiri içinde erir. aralarında tam bir uyum kurulur... artık öncesi gibi değildir insan, ani bir değişime uğramış, tene bağlı duyguları ruhani bir boyut kazanmıştır. benzer bir değişim, karşımızdaki insanda da gerçekleşir. kendisi olmaktan çıkmıştır kişi, umut edip bekleyen birisi yerine, yepyeni bir hayata başlayan bir başkası vardır karşımızda. sizi gerçekten tamamlayan insanla karşılaşmışsanız, hiçbir ayrılık, hiçbir kopuş düşünülemez artık... yüce aşk, bu iki değişik insanın birbiriyle sağladığı uyumdur." - jurnal syf:13



...ben bu toplum tarafından, ruhumu bütünleyecek bir ruhun kürtaj ile alındığını düşünüyorum. yarim mecnun gibi kayboldu diyen, göğüsleri cıvıl cıvıl kızların olmadığı düşleri kuruyorum ütopyalarımda. sessizce ağladığım gecenin, döl yatağına gönderdiğim her bir gözyaşım farklı bir his ile gelişiyor. ben susmanın en eşik aralığındayım. geceyi gündüz ile çarpıştıran bir ruhsuz ordusu ile yaşıyorum. defalarca göğsümün, despotluğu ile geride kalan kalbimin işlediği suçlar yüzünden kendi zihnimce cezalandırıldım...!



hayat bir diyalog. kalp ve beynin bitmez savaşı arasında kalmış, anlaşılmazlıkların ve zaman bilincini yitirmiş bir aralık... yaşıyoruz. gündüz ile gece arasında. neden. yüksek pamuk topuklu ayakkabılar giyen prensesim yok benim hayatımda. elleri nasır tutmuş, yediği dayaklardan ve ağlamaktan ses telleri kalınlaşmış annem var. hayatımın tam merkezinde, yaşadıklarını bize bir garip tiyatral oyun gibi anlatan annem. vurupta üzülen ve ardından göz yaşlarıyla tenimizi pansuman eden meleğim... yazılacak çok mektupların denemesi bu düşler...



asılı kalmışım bir garip bilinmezliğe. annemden kesilen bağımdan sonra ilk defa alıştım. bırakıp giden bir ruh fahişesinin, sadece beni kendisi gibi kokutamadığı için bu noktadayım. ama bir yerlerin ötesindeyim. yalnızlığın özleminin, taze kekik kokulu, akasya yumuşaklığında esen bir meltem rüzgarıyla taradığı saçlarımın telleriyle hayatıma bağlıyım. ben kendim hakkında duyulan şüphelerin haksızlığında, ensiz yaşamlarıyla zamanımı dolduran gündelikçilere siktir çekiyorum artık. 

yeri biz bekledik 
ahiret uyurken 
ateş, 
yaşlı da olsan
ancak seninle döndü 
o eski şaşkınlık 
geçerli zamana,
işte güneş 
eski hatır günlerinde 
iki gözkapağı altında battı çocuk 
çocuksa 
ufku da görür.
evimizin üstünde parladı sessizlik 
ve suskunluk ağladı
babam şimdi öldü, 
kökler kuru, 
ve yıllar ölü.
-ölüm şiir'inden / adonis -


karanlığın sesini gün batımına kadar gizlersin acıtanı.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

mutlu/luk

"dünyanın en büyük mutluluğu başlamaktır" - pavase



aynayım
senin hayallerine, içerlerimde baktıkça
hatırladıkça
kırılıyorum,
kanıyorum,
ağlıyorum.
...
...
...
seneleri biten,
yolları hatırlatan bir şuur bende,
seni hatırlatan,
pencerelerimi nemlendiren 
şuur 
amorf bir bilinç
var bende
yüreğimde bir sızı
aklımda senin çamurdan izlerin
kendimi vaftiz ediyorum
başladım.

16 Kasım 2011 Çarşamba

ceza üzerine/ali yıldırım

dışarıda bir çok yerde insanlar ceza verilmesi hususunda bir hayli faşist ve insanlık dışı söylemler ortaya atılıyor. bazen bunları okudukça kendimden utanıyor ve nasıl bir toplum içerisinde yaşıyoruz diye korkuyorum. korkuyorum çünkü eğer bu insanlar bu kafa yapısını değiştirmezlerse, yaşanacak yerlerde ilkelliğin en modernist çöplüklerini göreceğiz. 



tecavüzcülerden tutunda, dejenere olmuş kültürel soğanların görmezden geldiği toplum git gide insanlığı yiyor. şuan dünya üzerindeki en temel hisler; şiddet, kavga isteği, öldürme, libidonun sınır tanımaması gibi dizgini kaçmış olgular bir hayli tedavi edilmesi gerekmektedir.

unutulmamalıdır ki;

focault benzeri bir tümce olabilir ama bu konuda ali yıldırım iyi bir çıkarım yapıyor:

cezanın  amacı  nedir?  

faile  bir kefaret  ödetmek  mi?  

suç  işleyen  kişiyi yeniden  topluma  kazanmak  mı?  

ceza  suç  işleyen  kişiyi  ıslah  etmek  için mi yoksa o kişinin üzerinden topluma bir mesaj vermek için mi veriliyor? 

cezanın amacı kefret değil de faili kazanmak ise ölüm cezası kişinin yaşa­mına son  vererek bu  olanağı baştan  ortadan kaldırmaktadır.  ölüm cezası insanı yok ederek ceza olmaktan çıkıp bir öç almaya dönüşmektedir. 

...diyor  ali yıldırım. fakat bugün yeniden açıklamalar faşizmden öte bir noktaya kadar çekilebiliniyor. bunun temelinde ki vargı ise insanların asosyalleşerek birbirinden uzaklaşıp, topluma ve doğaya karşı yabancılaşmasıdır.

bu negatif teknoloji, yani kapitalist bir hayat biçemidir.

kötü.


6 Kasım 2011 Pazar

geleceğe doğru gölgeleme...e' ye(+ 18 leştirilmiş duygulara)

konuştuklarımı bir deftere yazıp, defterin sayfalarıyla tüm vücudum da vadiler açsam. 



yeniden başlarken...

kan damlaları şahlanıpta, birbiriyle anal seks yaparaktan çarşaf eder vücudumu. intiharın neden cehennemle cezalandırıldığını düşündün mü hiç. sana bileğimi kestiğim o gün nasıl buraya geldiğimin anekdotunu parçalamaya çalışacağım, kelimelerin üzerine boşalarak.



benim gövdem iri ama kalbimin ailesel darlığını genişletendi o.- bu yüreğimi paspas edip, nefretimi kendime kusturandı... - rüyam olduğunu, hayatıma giripte nüfusuma can katacağını dillendiriyordu. çekingen, dokunduğumda elmaya dönüşen o bebek pembeliğindeki yanaklarıyla...

olmadı. ve gitti.



geriye bakıpta göz kapaklarımın içinden dışarı süzülen çiğ damlaları, yanaklarımı yalar da dudaklarıma iner usulca. sesim düğümlenir ve hep içte eskide, dışta günü arşınlayan bir şizofren hale dönüşürsün. ya ben işte bunu sonrasında bir hayli sert bir şekilde yaşadım... bir hastalık monologudur bu. karşındakinin dinlemeyişi buna yöneltir seni. nefret tek kişilik dayandırma ve suçunu başkasına yaftalama şizofrenisinden başka birşey değildir. 

aslında siz üç kişi başlarsınız ilişkinize. bir sen, bir o ve birde çevre....

önce iki kişi olarak başladığınızı sanıp, alice' in renkli dünyası gibi çeşitli imgelerle dolar hayalleriniz... gerçekliğinizde birbirinizi kavrar ve sürekli meraklanmalar, titreşimler, öpüşürken çeşitli kasılma reaksiyonları gerçekleşir. 

hayat bu nokta da müşterek ve müteşekkir gözükür gözünüze. ama diğer yandan zaman acayip bir morfindir. herşey değişir ve gelişir....


irkilmenin z halidir. bir döngü. başlangıç ile sonun arasında gidip gelmedir. mastürbasyon yaparken utanıpta onun hayalini kurmaz ama bir çok tanımadığınız insanın hayaline tecavüz edersiniz. onlarla fiziksel olmasa da zihinsel sürtüşmelerle hayatınıza teneffüs etmelerini olanaklı kılarsınız. olgunlaşma sürecinde gösterilen bu negatif gelişimin sebebi gizli yaşama, toplumsal kurallar, ahlaki genellemelerdir...

sizi bir kılıfın içerisinde, sınırların gerisinde tutar. 

hayatınız artık çevrenizin yaşamıdır. onların dedikleri, düşündükleri, söyledikleri, kuralları sizsiniz / öyle olmalısınızdır. bir devlet memuru mantığıdır bu. ne kadar biat, o kadar cihatın sessiz halidir diye kendini avundurur, insanoğlu. karşı koymak dogmalarla birlikte sadece garip bir marijuana mutluluğu verir. onlara göre.



ölüm başlar. sıkça camın kenarına gelirsin ya da sakat kalıpta ölmezsem diye geri çekilirsin. bireysel silahlanma için karşıt dururken hayatın mutluluğuna karşı, bir silah ile toplumun bireyi olmaya doğru giden yola düştüğün için kendini suçlar ve alnında metalin dilinden gelen o soğuk havayı hissedersin. en güzeli ne diye ararsın. bir noktada bağımlılıklarından feragat ettin mi kararını verirsin. işte bende o gece verdim ( verecemde )

en güzeli bıçaklamak. kendini bıçaklamanın hazzı bir başkadır. karnına doğru inceden, bedeninin perdesini aralayarak girer. bir sıcak his dolar teninde. acayip bir sıcaklık hissidir bu. suskun ve yavaşça gelen. birden soğuk ve mat bir duyguya döllenirsin. sonunda ise cenabet gidersin. işte buda intiharın sonucunu cehennem ve günahla ilişkilendirir. abdestlenmeden, kefensiz ve duasız gömer bu sittiğimin toplumu seni...

we need break mate...

kim cenabettir sence...

bekle...

[geleceğe doğru gölgeleme...e'ye (pafta a)]


27 Ağustos 2011 Cumartesi

bitli pirenin direnişi...

bir kelebek etkisi bu....

başkalaşım geçirdikten sonra bir gün yaşayacağını bilerek yaşamak. insan uçarak kendini güvenli hisseder. bunun için çeşitli devinimlerden sıyrılarak, farklı yapılara bürünür. tüm canlılar aslında böyledir. en güzeli mutsuz olmaktır. 



...tezatlık başlar.

ölüm insanın kendisinden kaçması sorgugusuyla, her daim zihnimize nüfuz eden bir sinerjidir. kimileri inanır veya inanmaz. ama bizlerin en iyi yaptığı olgu yaşamdan kaçmaktır. terimlerin, ideolojilerin arasındaki ermiş kaşar gibi süzülürüz. olaylar bizi evriltir. düşünceler ise bir örümcek ağı gibi şuursuzlaştırır bizi. kötü.

tut dedim ucundan....

ama hep göbeğine yasladım kulağımı. yüzüm hayatın atlası olmuştu. suratıma hep değişik olduğunu sanan rüzgarlar çarpsa da hepsi birbirinin şekil olarak farklı, öz olarak aynı imitasyonuydu. bir bok kuyusu yaşamı bu.



ses çıkartanların sesi, bağırsakların gevşemesi sonucu ortaya çıkardığımız, osuruk sesine benziyordu. ölmüşüz, öldürüyoruz boya kalemlerini. artık hiçbir çocuk pastel dünya renklerini bilmiyor. boyaları birbirlerine karıştırarak hayal kurmuyor. ps3, internet, feyzbuk....



temalarda günlük.

neyse: son demde bir kaç kelimeyi seviştirelim. en güzel türkü ise bu .

ben hiçbir şeye inanmamaya başladım. günü kurtarmaların bu kadar popüler olduğu boktan bir dünyada, osurmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle uçan bu kadar penguenle yaşamak bana intiharı düşündürtüyor.

...ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. ama diğerlerinin umrunda değil.

git.


7 Temmuz 2011 Perşembe

biz kaybetmeyeceğiz!

ben ölümün kokusunu soluyan damarlarımdaki kana isyan ettikçe, bir şeyler engelliyor. 

bilmiyorum.

bir şiltedir bizi çürüten. bazı bağımlılıklarımız yüzünden askı misali değişiyoruz. değişip, devşiremiyoruz hayatta. git gide çürüyen et parçaları haline geliyoruz. herkesin herkesleştiği bu dönemde, kullanılan en büyük silah ise aile. isyana karşı, değişime karşı, mücadeleye karşı yapılacak en basit saldırı yöntemiyle bizleri bu savaşta güçsüz düşürmeye çalışıyorlar. piç mi olmamız lazım bilinmiyor...

saçma ise her şeyleşmek...

bu aileyi ve bireyi ortadan kaldıran bir unsur gibi görünsede bizi mahşer inancına çeken iktidari bir hayalin gerçekleşmesinden başka bir şey değil. istesek de, istemesek de geçmiş zaman geleceğin üzerinde bir tahakküme sahip... çünkü tahakküm yalanlarına geleceğe yön vermek için yaptıklarına bugünde yalandan elbiseler giydirip, makyaj yaptırarak zihinlerimizin sokaklarına salıveriyor. bizde onlara ödünlerimizi vererek, hayallerimizi boşaltıyoruz zihinlerimizden...

tehlike içsellikten uzaklaşıp, başka bir ram olmak...

ya da:

koyun olmak, toplumsal bir fert olmaktan değil, hayatına dair düşüncelerini kaybetmekle başlıyor! 
 
bu yüzden galeano'yu dinlemek gerek: " bilmesek de, istemesek de geçmiş zaman şimdiki zamanın içinde bütün canlılığıyla tik - taklarına devam eder... ama bugün, hatırlama hakkını canlandırmak ve hayata geçirmek hiç bir zaman olmadığı kadar gerekli: geçmişi tekrarlamak değil, tekrarlanmasını önlemek için, aptallığın ya da talihsizliğin sürekli yankısına mahkûm olmayan seslerle konuşabilmek için..."

...savaşmamız lazım. herşeyi kaybetmeyi göze alarak, yarına dair, pastel renkler bırakabilmek adına savaşmak lazım. bir çocuk ninnisi gibi ezgisel bir isyankarlıkla savaşmak lazım. korkmadan üzerilerine gidip, geçmişte yaşattıkları ve bugünde üzerlerine bizlerin hayalleriyle kıyafetlendirdikleri boktanlıklarını sıvamamamız lazım.

uyanın!

kaybetmek yitirmek değildir!


9 Haziran 2011 Perşembe

algıda açlık!

açlık bizimkisi...

ruhumuzun fahişe hallerini seviyoruz. pazarlanmak ve satılmanın hazzına ulaşmak için kendimizi tüketiyoruz. tükettikçe çürüyen hayallerimizin peşinden şizofrenleşiyoruz. çürüyoruz. susuyoruz. ve sürekli doğanın ardıllarını yok ediyoruz. doğanın katliamını izliyoruz. nehirlerin bacak arasına yerleşerek, üzerlerine kendi tahakkümümüzü kuruyoruz. sömürüyoruz gücünü. alıyoruz içersindeki ruhu olan canlılığını...bilmem kaç kw' lık enerji için... 



ne için?

...kendimizin şah damarını boynumuza urgan yapıp intihar ediyoruz. gün be gün maskelerimiz, kılıflarımız oluyor. üstümüze örttüğümüz ölü tabakamız kalınlaşıyor. ters bir evrim sürecini yaşıyoruz. teknoloji gelişiyor, insan modernizimin doruklarında yaşıyor. ama istekleri her daim daha da ilkelleşiyor. yaşıyoruz. patronların kevaşesi olup, onların libidolarının temizlenmesi için yeri geliyor sadık bir fahişe,  yeri geliyor tertemiz bir peçete olarak  hayata doluyoruz. 

neye?

...derimiz üzerindeki bu ağır his, çürümüş ve kokuşmuşluktan başka birşey değil. yatak odasında, sokakta, işte her yerde pis bir koku yayıyor. dayanılmıyor... git gide duygularımızın zihnimizden kopmasıyla, pavlov' un köpeği gibi sistemin, sadık ibneleri veya lezbiyenleri oluyoruz...

hepimiz kendi yarattığımız homofobi ve milliyetçilik gerektirmeyen yerlerde voltalar atarak, onları ilaheleştiriyoruz. üzerimize çullanıyor bu aptal dava... bu  toplumsal diş olan halkı, bir arada tutmuyor. kış estikçe biz değişiyoruz. 

acı.

sur' u çaldı israfil. 



peşinde cellatlar, gökyüzünü baltalıyor ve melekler yeryüzüne dökülüyor. -bu bir alemettir-. insan... korkularının sadık köpeği oldukça, birilerinin boyunduruğu altında ezilmeye daimi olarak muhtaç olmaya devam edecektir... üzerine düşütüğümüz korkularımızın, karınlarını parçaladıkça hayallerimize gebe olan korkularımızın karnından mutluluklarımızı sezeryanla alabiliriz. 

yeter ki farkında olabilelim.

C. Pavase'nin dumanını soluyalım son kertede. haydi söyle: "..hepimiz iğrenciz bu dünyada, ama bir gülümseyen, gülümseten, içten bir iğrençlik var, bir de çevresinde bokluk yaratan, başka, yalnız bir iğrençlik. Gel ki sonuç olarak, en aptalcası da değil." 

umarsız piçlerin saçmalama sanrılarıyla... biz algıladıklarımızla yaşatıyoruz bu dünyayı. hadi eyvallah.


22 Mayıs 2011 Pazar

sî û

sî û...

...gölge ve...

û...
ayak oyunlarının götüremediği ritimler. bozuk yaşamlar. çarpık ilişkilerin yetim bıraktığı bedenler. ölümü arzuluyor. bu saçma. çünkü camus' un labirenti bile düzleştiriyor bunu. ve ölümle  biten  yaşam  saçmadır diyor...  evet.  bunda  kuşku yok.  ama,  yaşam  ölümle  bitiyor  diye,  kapayacakmıyız gözlerimizi. sonunda ölümde olsa, yaşam ayaklarımızı kaydıracakta olsa, yasaklı ince aşkların sonu kayıp günlere gitse de renklere inatla karıştırmalıyız hayatı. yeni bir yaratım, yeni bir tümelliyet bu. 


hou van je...

...seni sevmek... 

sî...

içimdeki serkeşliği dinlendirmektedir. ince eleyip, sık korku yaşamaktır.  sırma düğümlü acıların bakiriysen; sarsıl. ama düşme. ucuz bir aşkın peşinden koşmak, yetişemeyip düşmek. korkunun desteklediği bu acımsı vahaya saplamak. umutla. ölümü, şah damarından altın vuruşla kaybetmek. mantarın yumurtayla birleştirildiği sindirim ürünlerinde, nasılda doğal bir başka dünya doğuyor. ellerim kanatlarım olmuşta, uçuyorum. kelimelerin kalçaları arasında ipince estetik ipler gibi hapsolmuyor beynim. iri ve kocaman kalçaların üzerindeki incecik boğaza düşümledikleri dünya, şehvani hayvanlıkları bırakıyor orada....

 tüm herşeyi öldürüyor ve gidiyorum. 

gölge oyunu bitişiyle... 

 

18 Mayıs 2011 Çarşamba

tohumlar özgürdür! viva liberty! via campesina!

tohumlar özgürdür!
viva liberty! 
via campesina!



çiftçiler, hayallerimizin militanlarıdır. çiftçinin dünyasıdır hayal etmek. hayaline kılıf giyindirip, toprakta inşaa etmek, onun mevcudiyetinin tek gerçekliğidir. mücadeleci ve çatışmacıdır. toprakla dünyanın, içindeki karalığı söker alır... 
bedelini, nasır tutan elleri vermiştir. yüreği, yeni anne olmuş, kıpır kıpır bir kadının evladına olan o sade, vaftiz edilmiş sevgisinin yoğunluğunu barındırır. toprağın saçlarını okşar tohumlarla. tohumlar onun, gözlerinden döktüğü yaşdamlalarıdır. dünyaya, ters bir varoluş sürecinin hayat bulmasıdır. toprak terler, yüzü ıslatılıp, yumuşatılır... sonra bacakları arasına salına salına emekler tohumlar.

geçtikleri yerde dilden düşmekten ürken kelimeler, bu hissi anlatmaya kıyamaz. kendilerini idam etmez. hayaller kelimelere bürünerek, dilde suskunlaşır. lal olur. obsesif bir bulantıyla, o duygunun eşsiz şaheserliğine bulutlandırarak gözlerini gezdirir...
işte bu içerisinde yavrusunu koruyan bir anne gibi, şefkatli ve parçalı olan toprağın en açık ruh çıplaklığıdır... zamanla pul pul tüm köşelerini saran fideler, onun ergen kızlarıdır. bakmaya kıyamadığımız, öpmekten çekindiğimiz, kokusunu zihnimize üryan ettiğimiz yeni doğmuş bebeğimiz gibidir yeşerttikleri...
göğüsleri dik dik, dudakları al al salkımlanır meyveleriyle... insana verdiği haz duygusuyla, yağmurların bedenini yıkamasıyla yükseltiği koku, nefeslere dolanır. en istemli astım krizlerini yaşatır insana. ciğerlerinize çektikçe dolar, doldukça hayallenir, hayallendikçe direnirsiniz. tırnaklarınızla tutarsınız uçlarından... zamanın sabır kilometrelerini, en içten adımlarıyla geçersiniz. olgunlaştığında, yüreğinize üşüşen duyguların yamaçlarında, hırçın bir çocuk gibi uçurtmalar yaparsınız mutluluklarınızdan. tepeye, çok tepelere dolarsınız.

özgürlük onların sarı buğday başak saçlarında dalgalanır. baranlar çağıldar üstlerine...yürek aralıkları tohumsuz viranedir toprağın. kimsesiz, militarist bir düzenle hapsolur tohumlar. özelleştirilip, yaşam hakları ellerinden alınır. mülkiyet sınıflandırır onları. annelerinin uterusuna daha düşmeden, kılıflandırılırlar... mülkileştirme arttıkça dünyada, düzen gelişir ve katılaşır. sistem katılaşıp, herşey buharlaşır...toprak yabancılaştırılır yamacındakine. sığmaz. durağan kalmaz.


çocuk türkülerinde ki o coşkulu ses gibi ellerine aldıklarıkları kazma, kürek, tırpan, orak, ve çekiçle direnişe, direnişle cevap verir. çiftçilerdir onlar. ne sıra sıra yürür, ne de takım elbiseleri içerisinde bir estetik kaygısıyla, tüketimin en  kalın peçetesi olurlar... onlar gecenin loş, zifiri karanlığında bile toprağın derisini çatlatan tohumların kutsal bekçileridir. ne kerberostur, ne lethe. onların güzel athenasıdır.



viva via campesina! tohum mülkiyetine hayır!

19 Nisan 2011 Salı

düş]ün[&me

ölüm korkusuyla doğup, yaşama mutluluğuna alışamamak...
parafsızlıkla, tarafsızlıkla idame ettirememek özgür yaşamı.

...yosunlarının dal dal, kayalara dolanması. yengeçlerin kıyı kenarlarındaki deniz fenerlerini infilak ettirme isteği. ağaçların diplerine gizlenmiş solucanların, toprağı nefessiz bırakması. gölün gövdesine dolandığı, çamurlu bir sazlığın içerisindeki o karmaşayı, dibindeki su gibi her yanını saran, etine, kanına saldıran bu gürültüyü görmeyen yarasaların tahakküm ettiği yaşam...



neresindeyim bu labirentin. neresi çıkışı bu kaos deliğinin. yüzü, yüzsğz olan acılarla anlamıyoruz...

çıkılacak bir yüzü, bir yüzeyi yok oysa. bu ses insanın, iğrenç düşüncesizliğinden ötürü bataklaşmış okyanus gönlünün nasılda gölleştiğinin kanıtı. bu bataklığından kurtulmanın tek yolu..."

...yok. bizler kendi kökümüze saran dikenli sarmaşıklarız. dibimize uzanan, içi çürümeyle bezenmiş mutasyonlarız. tanrının yarası, toplumun çibanı, ailenin unuttuğu acılarız. bir otobüs bulmak için, zamanı defalarca kez kesip, doğrayıp yeniden prototiplendirebiliyorken. hayatı bu kadar yaşanamazda kılabiliyoruz.

korkuyorum sodomun hazzına alışık kalan bu sabit hayattan. 

bu sanrıyı kendimde yaşattığım düşüncesiyle, yastığımı nemlendirmiş kafamdaki düşüncelerimle fırlıyorum yataktan. kırmızı noktaları olan göz bebeğimin gebelendiği rüyalar işleyen beyinciğime, isyanlar diziyorum kelimelerimle. olmuyor. kölesi oluyoruz. batırıyorum kürdanları diş etlerime, acıyı empoze ediyorum üzerlerine. çünkü ben rahatsızım. 



küçükken hayal edebiliyorken, büyüdüğünde yasaklanıyorsun. susma payı bu. düşüncelerin yasaklanamazken düş etlerinde, kelimeleri giyindikçe insanlaşıyorlar ve ardından tahakkümce baltalar vuruluyor fütursuzca. çünkü sen toplumun bir ferdisin. toplum ise yanlış evrilmiş, tahakküm pinokyosu haline getirilmiş bir meta. elindeki sen içinde yaşamalısın. 

çünkü sen birey olarak yaşayamazsın.

....
..
.

ardılları kestim. 

akvaryum balığı olmak istemiyorum. oksijeni bile sıvılaştırıp alıyoruz artık. beyaz tozların hayallerine biat ediyoruz. yeşil hayallerin yapaylığına doluyoruz kendimizi. üç yapraklı güller ile seratonin kazanıyoruz. mekanik kevaşeler halinde sokaklarda komutlanıyoruz. 



bizler gerçeksiz, toplumsal yalanların sadık kanişleriyiz. korkuyor ve panik ataklaşıyoruz. gün geçtikçe birbirimizleşiyor ve tel tel çürüyoruz. nedir yosunu denizden çıkaran, yengeci bu kadar militan ettiren olgu. 

düşün?

16 Nisan 2011 Cumartesi

balık olmak hapsolmak değildir

günü üçe bölüp, ortasından başlamak. 



bir çok mekanik yaşamda yoğunlaşmış kişilerin yaşadığı histir bu. herkes bir rotayı takip edemez. ettiği zaman mutlaka engeller çıkar. çıkan engelleri aşanlarda, bir daha ki sefere yeniden engellenir. bu engelleri ezip parçalayan insanlar mevcut yaşamda. böyle kişilerde perde arkasında bırakılırlar. 

neden?

çünkü popülizm kalıcı olmaktan öte, günü geçmişle anımsatmamaktır. nasıl olduğunu hatıra sayfalarımızı kokladıkça, genizlerimizde kimi zaman ağır bir koku gibi, kimi zamanda zihnimizde bizi yeniden doğuran bir duygu yumağı halinde anımsamamıza sebep olur. 

popüler kültür kolay yaşamı, günlük algılayıcılarımızın tahakkümünde geçireceğimiz hayatın gerekliliğini salık verir. isyan, direniş, savaşma, düşünme, aidiyet duygusu olmadan yaşama prototipini şiddetli bir halde savunur. bir çok alt açıklamasını içerisinde barındırır:


isyan olmadan; nasıl bir yatırım yapılırsa halka, halk onu tüketecek ve sessizce verileni hazmedecektir. ihtiyacını kendisi belirleyemeden, komutlarla yaşamaya başlayacaktır. otoraksinin kevaşesi haline gelerek, ruhani dünya rahatlığını imgelendirerek karşıt olmadan, biat eyleme kültürüyle yaşamını süreğenleştirecektir. bu prototip, her totoliter rejimin istediği birey formatıdır. zararsız ve istenendir.


direniş olmadan - bu zincirleme reaksiyon bozulamaz. eğer otoritenin prototipi olursak, kapitalizm için iyi bir katalizör oluruz. bugüne dek kapitalizmin sarsılmaz yapısı bunu iyi ezberlediği, ezberletmeyi de başardığı ve insanları asimile etmeyi başarıyla gerçekleştirdiği için; isyan olmaması şaşırtıcı olmayan bir üründür. bu tahakküm prototipinin yaşamını makyajlamıştır. yaşanmasını da istençli bir halde tüm bireylerin bilinçüstlerinden her türlü tahakküm silahıyla, zihinlere aşılamıştır. televizyonlar, post - modern siyasal yapılar, değerleri kişiye göre evrilmiş felsefeler, sanal deformasyon dünyasındaki asosyal yaşam gerekliliğini hakim kılarak bunu gayet başarılı bir rotada yol almasını sağlamışlardır.


düşüncenin eyleme dökülmemesi; bu sistemin yıkılmaz hükmünü beslemiştir. eşber yağmur dereliyi içeri atan idari yönetimler, bunu çok iyi kanıtlamıştır. izledikleri sistemlerde bunları hatırlamayan bizler, iyi birer piyon haline geldik. asosyal olarak, net üzerinden götürdüğümüz bilmem kaç kişiyiz oluşumlarıyla, düşünmeden, hiç bir eylem yapmadan asosyal bir bünyeyle sadece bulutumsu bir isyancı, direnişçi yapıdayız bugünde. beis olan ise bu imitasyon yapılarında da bile bizim yerimize düşünenlerin, yine tahakkümün sadık köpekleri olduğunu göremeyişimizdir. düşünmek engellenemez ama dile dökülmesiyle birlikte, kelimelerle ifade giyindirildiği zaman yasakçı zihniyetin baltalarına maruz kalabilir. bunun en açık örneği geçmişten günümüze gelen kitap yasaklamalarıdır.


aidiyet duygusu mekanikleşen bireylerde olmayan, gereksiz olarak duyumsanan bir histir. isyancı, direnişçi, düşünen bir insan olarak uğur mumcu, ahmet taner kışlalı, hrant dink ve diğerleri bu hisse sahip oldukları için istanmeyen aydınlıklarıdr. aidiyet duygusuyla, çocukların ne olduğunu görebilmeleri için daimi bir bünye ile yazılarına kalıp sağlamışlardı öznel düşünceleriyle. tahakkümün tuvalet kağıdı olmadıkları içinde prototipler ile katledildiler. bugün olmayan bu gerçek aydınlar sayesinde az da olsa umudumuzu titrek bir halde dik tutabiliyoruz. yaşamın ortasından başlasakta, istediğimiz taktirde, üzerimize çullanan idari çürümüş tahakkümün yaptığı yanlışlara isyan edebiliyoruz. toplumsal bilinç oluşturabileceğimizi tekel direnişiyle gösterebiliyoruz. peki bunları yapabilirken, neden bunları unutuyoruz...



sonuç: balık olmak hapsolmak değildir. balık olmak içerisinde girmek istemeyeceğin bir akvaryumda harakiri yapabilme cesaretidir.

öptüm