Mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2010 Cumartesi

aylaklık

sözlük anlamıyla: avarelik, başı boşluk anlamında kullanılır. 

aylaklık işçi kesmine haktır. bütün totoliter rejim patronları köleleştirilmelidir. hemde en alt tabaka dedikleri, insan olarak görmedikleri işçileri tarafından. çalışma etiği denilen saçmalık onların ürettiği dayatma manifestolardan bir tanesidir...
neyse konu dahiline dönersek,

yorum düzeyinde ele aldığımızda aylaklık; osmanlı' da, haremde nargile içip, bağdaş kurarak genç harem fahişelerinin kalçaları süzülür. memelerinden tutun, kadınsı tüm hatları üzerinde libidolar arttırılır. hemde hayvani bir itinayla...

ardından...

parlak, pürüzsüz tenli gençler hadım edilerek erillikleri elinden alınır. tüysüz tenlerine gölgeler düşürülür. saklı kalması gereken hazlar için köleleştirilirler. susturulurlar. ardından yeri geldiğinde, onlarda tadına bakılasıdır, otorite için...

bu toprakları üzerinde, yaşadığımız coğrafyadaki aylakların hayatından bir kesit.

fakat medeni dünyada, bir başka hale bürünür aylaklık.

-kimilerine göre böyledir.-

çalışıp daha fazlasını ihtisap etme şekline girer. bir yarış ortamındaki hamamböceği gibisinizdir. ya da deneysel araştırmalar için onların türettiği, kobay farelersinizdir. dışınız tamamen onlarla dolmuştur. içiniz çürüyüp, kireçlenesi bir haldedir. bu sizi çelişkiye bağımlı yapar. örneğin: beleşi elimizin altına sunulana şüpheyle yalkaşıp, pahalı ve en değerli olan için köpekleşiriz. bu bağımlılıktandır. kime mi? onların estetiklerine, ahlaklarına, konumlarına...emirler verilir, bizlerde itaat ederiz. düşüncemiz elimizden alındığında kalan neyse ona evriliriz.

neden? 

çünkü bu korkudur. 

onların hedonizmine sahip olamama korkusu. veya istediğimizi elde ettikten sonra ne yapacağımızı bilememe şizofrenisi. git gide özümüzden koparak mekanikleşiriz. yabancılaştığımız kişiliklerimizi yitiririz öncelikli olarak. ardından totaliterizmin iti oluruz. ahlak pizzası içerisinde onların dayattığı yaşam formlarına bürünürüz.



ahlak pizzası. dünyanın en kokuşmuş yapısıdır. üzerinden baktığınızda estetik bir halde vicdanınıza sahip olur. bu insanların şizofrenisinin kaosudur. en altında ezilen hamurunuz, üzerindekilerden dolayı cıvıklaşır. topluma açık kenar kısımları kıtır kıtırdır. sert ve katı hali ısırıldıkça çatırdar. ahlaki çöküntü, sert olan kabuğunun kırılmasıyla içimize dolar. yalnızlığımızın edepsiz tanrıları olmamızı canlandırır zihnimizin labirentlerinde. çok konuşur, çok yorum yapar. ama hiçbirinin içini dolduramayız. hava içten çürütür. burnumuzun havadanlığından, uçucu toplum etkilerinden başka bir boka neden olamayız. 

hadi düşünün.

ahlaki değerlerden bahseden, eleştiren ve yeren kimselerin; kendi yerdiklerini yapmaları, etik bir karmaşa değil de nedir. 

kısacası aylak hayat karmaşayı öğütler. sizi size götürecek karmaşayı. bu kerberosun zincirinden tutmaya benzer. risklidir. düşünmek, sorgulamak etkindir.

kimisine göre de başka birşey. tanımlanamayan, nitelendirilemeyen bir olguya...

görebilene.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Gördüğün yer değil, bastığın yer için...

Kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir.

Bu sözcük fazla değil.

Gene Sisyphos' u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri us' a fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir. Bunlar da bizim Gethsemani gecelerimizdir. Ama ezici gerçekler tanındılar mı yok olurlar. Böylece Oidipus da ilkin yazgıya bilmeden boyun eğer. Bildiği andan sonra, trajedyası başlar. Ama aynı anda, kör ve umutsuz durumda, kendisini dünyaya bağlayan tek elin, bir genç kızın eli olduğunu anlar.

Ölçüsüz bir söz çınlar o zaman: "Bunca acı deneyimime karşın, ilerlemiş yaşım ve ruh büyüklüğüm her şeyin iyi olduğu yargısına götürüyor beni."

....der. Dostoyevski' nin Kirilov' u gibi Sofokles' in Oidipus' u da absürt yenginin formülünü verir böylece.

Albert Camus

İlkçağ bilgeliği çağdaş kahramanlıkla birleşir.

(...)

...ve acı saçmayı, baki kılar.

Kahramanlık alışıla gelmişe karşıt durmaktır.

Sözde yaşamı, imgesel yönelimleriniz ile aynı eksende ilerleyerek değiştirebileceğinizi, ancak bunun farkına vardığınızda, anlayacaksınız!

Özgün bir fikre sahipseniz, yaşamınızda çokça çelme atan, içerisine çekileceğiniz fazlasıyla girdap olacaktır. Bunlar sizin acımtrak bir tadı damağınızda hissetmeniz için yapılan eylemlerdir.

Güçlük bu yüzden doğmuştur.

...bu nokta da hayattaki yapılması gereken. Fikirler üzerinde oluşan menşeii önyargı olan tortuları yontmaktır. Bu başarılırsa acı yenilebilinir bir olgu olur ve yenilinebilinir bir his olmaz!

Sisyphos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıydı. Başka bir söylentiye göre de haydutluğa eğilim gösteriyordu. Ben bunda bir çelişki görmüyorum. Ruhlar dünyasının yararsız işçisi olmasına yol açan nedenler konusunda kanılar farklı.

...haksız mı Camus bu düşüncesinde.

Zevk nasıl libidoya ulaştırıyorsa, bilgisizce ve çağdaşlık görünümünde. Objektiflikten uzak elde edilen doğru yargılar da, sizi o şekilde kahramanlığa taşıyacaktır. Bunun ceremesini mutluluk ile sentez edilmiş bir kazanımla elde ederseniz. Böylece daimi başarıyı elde edebilinir olmaktan çıkartıp, sadece bir vaha yaşayarak, kısa mutluluklara ulaşabilirsiniz.

...acılarınızdan çıkarımlarınızı iyi analiz edip, seçkilerinizi iyi tasarlayacak olursanız. Tek başınıza mutlu olmayıp evrensel bir yayılım ile çevrenizi etkileyebilirsiniz. Bağlı olarak, acılarınız ile barışık bir şekilde hayatınızda yolculuk etmek sevinci getirecektir. Bu daimi mutluluğun acılar içerisinde de elde edinilebileceğini bize müjdeleyecektir. Çünkü hatalarınızın tekrarlanmasını engellediğinizde, acı ve hüzün ardından güneş görebileceğiniz dönüşlerinde, bize hayatı daha farklı notalarla algılamamız için ortak bir ezgi ile fısıldayacaktır

...inceden doğa ile.

...sebebi ile mutluluk baktığın yerde, gitmeye çalıştığın yerde veya gördüğün yerde değil, bastığın yerdedir.

Gerçek kahramanlıkta, işte bunu elde edebilmek ve çevrenden kopuk olsanda, bunu etrafına yaydığında mümkünleşecektir.

Diğer türlü mümkün kılınan imitasyondan başka bişey değildir. Kaldı ki herkes aynı şeyi bu tarzda yaşamını idame edebilir. Bunun için gerekli olan ise sadece gözünü yummaktır...

Bu yüzden gözünüzü yummayın ve bastığınız yere bakın. Bugünlerde dönüşler acı geçsede, ortak bir payede mutluluğu ve sevincide yaşatabilir bir şekilde geçebilir. Sadece yapmamız gereken bastığımız yere kafamızı gömmeyelim.

LiberterKedi

2 Kasım 2008 Pazar

Ayık Olmayan Kafayla Seçilmiş Sözler(Paraf 1)




Dilimizi özenli kullanma sorunsali ile basliyoruz....

İnsanlar kendi durumlarıyla ilgili olarak her zaman koşulları suçlar. Ben koşullara inanmam. Bu dünyada yol alan kişiler, ayağa kalkıp istedikleri koşulları arayan ve bulamadıklarında yaratan insanlardır. - Bernard Shaw

Kendimizi eleştirmekten korkuyoruz. Başkalarının eleştiri hakkı da bu korkaklığımızdan doğuyor. - Doğan Hızlan

Kendi dilini tam olarak bilmeyen, başka dili de öğrenemez. - Bernard Shaw

Kuşlar ayaklarıyla, insanlar dilleriyle yakalanırlar. - T.Fuller

Bir ülkeyi yıkmak istiyorsanız, dilini tahrip edin. - Konfüçyüs

Dil sürçeceğine ayak sürçsün daha iyi. - Herbert

Dili bir kelime daha fakir kılmak, bir ulusun düşüncesini bir kavramdan yoksun kılmak demektir. - Arthur Schopenhauer

Dilsiz olmak, çok söylemekten yeğdir. - Türk Atasözü

İnsanlar sizden eleştiri isteyebilirler, ama gerçekte iltifat bekliyorlar. - William Somerset Maugham

30 Eylül 2008 Salı

Agamemnon


Agamemnon Yunan Mythos' unda tektir, eşsiz bir tiptir. Yalnız İlyada' da değil, efsaneler boyunca onun simgelediği kavramı onun kadar etkin ve belirgin ni­teliklerle canlandıran başka bir kişi yoktur.

Agamemnon kraldır, krallar kralıdır, her biri bir bölgenin yönetimini elinde tutan birçok derebeylerinin başında, onları ordularıyla bir­likte yöneten başkomutandır. Buyruğuna tek sınır, bölgesel kralların toplantısında çizilir, bu kurultay da da başlıca kural danışmadır. Yunan Mythos' u tanrılar tanrısı Zeus' un üs­tünde, ondan üstün bir güç bulunduğunu gös­terdiği gibi, krallar kralı Agamemnon' un kişi­liğinde de krallığın hem erdemlerini, hem de eksik ve zayıf yönlerini önümüze serer.

Bu bakımdan destana olduğu kadar, tragedyaya da esin konusu olmuştur Agamemnon. İlyada' nın üçüncü bölümünde Helene surla­rın üstüne dizilmiş, savaş alanına bakan Troyalı ihtiyarlara en başta eski eniştesi Agamemnon' u "Hem iyi bir kral, hem güçlü bir savaşçı" olarak tanıtır.

Agamemnon' un kral­lık yetkisi Zeus' tan gelmiştir. Homeros onun asasının, kral değneğinin tarihçesini çizerken, soyunu Pelops' a kadar götü­rür, başka bir efsane koluna göre Agamemnon'un ilk atası Tantalos' tu. İlyada' da Pelops oğullarının kan davasından söz edilmez, krallık normal yoldan Pelops' tan Atreus' a, Atreus' tan Thyestes' e ve ondan Agamemnon' a aktarılır.

Atreus ile Thyestes arasındaki kardeş düşmanlığı ve onun sonucunda işlenen korkunç suçlar daha çok tragedyaya konu olmuştur Atreus. Ama destan Agamemnon' u bir krala özgü bütün nitelikle­riyle canlandırır. Bu kral portresi üstünde durmaya değer. İlyada' nın konusu, Agamemnori ile Akhilleııs arasındaki kavga Agamemnon yüzünden kopar. Ve bu kavgada krallar kralının tutu­mu, karakteri ve kişiliği bütün açıklığıyla ortaya serilir. Agamemnon kraldır ve her kral gidi kendi çıkarını, istek ve buyruklarını emrindeki insanlannkinden üstün görmekte ve bu İnanışa göre davranmaktadır. Tutsağı Khrysels' i geri vermek istememesi, vermek zorun­da kalınca Akhilleus' unkini almakta hiçbir sa­kınca görmemesi kavganın asıl nedenidir. Bu olayda karşısına çıkan kim olursa olsun pay­lar, tersler, hiçe sayar.

Kalktı hırsla gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreus oğlu, kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği, yanıyordu iki gözü yalım yalım...Apollon' un Akha' lara gönderdiği salgının nedenini bilen Kalkhas, bu öfke karşısında çekinir gerçeği söylemeye yeltendiğinde: Kızdıracağım biliyorum Akha' ların saydığı adamı, o adamın bütün Argos' lulara her yerde sözü geçer. Kral azgın olur kızınca ayak takımından birine, bir zaman öfkesini yenerse de, unutamaz kinini, dışarı vurana dek taşır yüreğinde onu. Ama Agamemnon ne Kalkhas' ı dinler, ne de onun sözlerine uyulmasını salık veren Akhilleus' u, bildiğini yapar. Bu davranışı tepki uyandırır. Tepkinin, yalnız kavgaya tutuştuğu Akhilleus' tan gelmemesi, ordunun alt tabakasını simgeleyen bir askerin de kralı en ağır sözlerle kınaması dikkati çeker. Halkın yöne­ticisini eleştirmesi dünya yazınında ilk kez gö­rülmektedir burada. Bu eleştiri Akhilleus'un ağzından şöyle dile gelir.

"Ey doymak bilmek adam... Seni gidi edep­siz, çıkarma düşkün yürek... Seni şarap fıçısı,seni it gözlü, seni geyik yürekli... Halkını kemiren bir kralsın sen"

Ama yiğidin sözlerinden daha da şaşırtıcıdır Thersites' in, halktan bir adamın kralı kına­ması gibi. Bu eleştiri yalnız kralı degil, feodal Akha düzeninin tümünü kapsamakta­dır. Gene mi bir fisteğin var, Atreus oğlu, Barakaların tunçla, kadınla dolu. Bir şehri alır almaz biz Akhalaronları sana verdiydik ilk peşin. Bir de altın mı istiyor canın şimdi? Tutup getirelim Troya' ya Mardan birini, gelsin babası kurtulmalık versin sana, altınla versin sana, öyle mi? Taze bir kadın mı istiyorsun yoksa, düşüp kalkmaya, bütün gözlerden uzakta, kapatmaya kendine? Başbuğsun, yakışık almaz Akha oğullarını yıkıma sürüklemen. Size diyorum Akha oğulları, hey, Akha oğulları denmez size artık, Akha kadınları demeli, sizi aşağılık herifler sizi, hadi yurda dönelim gemilerimizle, tek başına bırakalım Troya' da onu, otursun onur payının üstüne. Yardım etmeyelim de görsün sonunu.

Saygısızlık etti Akhllleus' a, en üstün yiğidimize, aldı onur payını, yoksun bıraktı onu. Akhilleus' un içinde büyük bir kin yok gene de; hem gevşek davranmasaydı sana, Atreus oğlu, bu senin son küfrün olurdu ona. Bu sorunu Akha ordusunun nasıl çözümle­diği de ilginçtir. Athena' nın verdiği esinle...

Odysseus sıraları dolaşıp şöyle yatıştırır herkesi.

..bilemezsin Atreus oğlunun niyeti ne?

Akha oğullarını yokluyor şimdi o, ama ezecek yakında başlarını...Öfkelenip de Akha'l ara yıkım getirmesin sakın, Zeus' un beslediği kralların amansızdır öfkesi...daha güçlüdür onlar senden. Sense savaştan anlamaz korkağın birisin. Ne kurultayda geçer sözün, ne savaşta geçer. Hem biz burada hepimiz kral değiliz ki. Her taraftan bir ses çıkarsa iyi olmaz, bir tek baş olmalı, bir tek kral. Kurnaz Kronis oğlu şu değnekle bütün yetkileri size krallık etsin diye verdi Agamemnon' la

....Agamemnon gene de bir zorba olarak gös­terilmez ilyada' da, aslında talihsiz bir adamdır: Akhilleus' u kırdığına bin pişman olur, ba­rışmak için ödün vermeye razıdır. Yiğidin olumsuz tepkisiyle karşılaştıktan sonra, bir daha aynı uysallığı gösterir ve özür dileyerek barışır (İl. XIX, 85 vd.). Her davranışında sanki bir sakarlık vardır Agamemnon' un: Aulis' te avlanırken Artemis' i kızdırması, bu yüzden kızı İphigeneia' yı kurban etmek zorunda kalışı bu kralın hatalarını ne kadar pahalıya ödediğini gösterir. Karısının ve onun âşığı olan kendi amca oglunun elinden öldürülmesi bile aynı yarı komik, yarı trajik kaderin belirtisidir. İlyada onun kahramanlıkları ve öldürdüğü Troyalı yiğitlerin adıyla doludur, ama Aga­memnon burada da tam başarılı değildir, ne savaşta bir Akhilleus ya da bir Aias olabilir, ne de kurultayda bir Nestor ya da Odysseus gibi üstün bir akıl gösterebilir. Onun kişiliğin­de Homeros ve yolunu izleyen bütün ozanlar krallık kurumunun kusur ve eksikliklerini ortaya sermek istemişlerdir sanki.

Kaynak: Mitoloji Sözlüğü

6 Eylül 2008 Cumartesi

Arafta Kalmış Ölü

Arafta kalmış ölü..
ses bir
yana

geç

.
.

.



"Satırlar arasında öldürmek istediğim
çok sefer oldu yaşamımda
kendimi.
"

Hayatımda neden bu kadar kendimi gizledim / saklayarak herşeyimi, yoluma devam ettim, bilmiyorum. Hep özlem vardı, ama özlem kimindi, kim buna layıktı bu tartışmalıydı. Bunun kaosu hep beni fırtınalara itti. Sandalım defalarca alabora oldu. Bencildim, hep kendim vardım bu anlarda, tek başıma, kimsesizce.

Kimseyi bilerek götürmedim, götüremedim. Denizlerin üzerinden süzülen dalgalar, kayığımı tutsa da, beni içlerine çekmeye çalışsada, posseidon mızrağı ile hep kustu beni kıyıya. Acı çeksemde hep, ebedi bir son dalış için bi gün posseidonu yeneceğim. Elindeki mızrağını kalbime saplayıp, içimdeki bu dipsiz kuyuyu akıtacağım içine denizin.

...elimden bıraktığım o kadar sayfa var ki. Nerelere dağılmışta, haberim yokmuş. Bu anlarımı dile getirdikçe farkına varıyorum. Ölümün bu kadar istenmesi bir akıl hastası için bile anormal bir durumken, nereden doğuyor böyle anlamıyorum. Toparlayamamak, boşlukları dolduramamak, yardıma açık, yardım etmeye kapalı bu testileri ne ile doldurcaz. Tam bir kaos!

Monologlarımın karmaşıklığı bazen dışardan tuz gibi katı, limon gibi ekşimsi bir tat ile, kekremsi bir hal almış gidiyor. Beni mahoş bir havaya soksada ben artık yitirilmiş bir gökyüzünde, yerinden kaydırılması için zamanını bekleyen sönmüş bir yıldızım. Hiç bir zaman bitiremeyeceğim gizlerimde, isli bir sesizlikle, gözyaşalrımda yanmaya, dilimde ölmeye hazır bir diyoloğa hazırlanıyorum tanrı ile.

Yokum artık bitiremediğim safsataların öbeklerinde...

Bitmemiş Safsatalar Sarımsağı(Paraf 3)

LiberterKedi

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Retorik - Aristoteles

Retorik ve Poetika' nın, birbirine koşut çizgilerde ilerleyen ya da birbirini tamamlayan yapıtlar olduğu pek düşünülemez. Ele alındıkları düşünce tarzına bağlı olarak, karşılıklı ilişkiler içinde olabilirler de, olmayabilirler de.

Aristoteles, kendisinden sonra gelen kuşaklar boyunca, her iki alanda da bir yetke olacaktı; adı ve saygınlığı, iki konuyu bir arada götürmekte rol oynayacaktı. Bunun bir nedeni, şiirin, Retorik' te tanımlayıcı, betimleyici bir gereç kaynağı olarak Aristoteles’ in işine yarıyor olmasıdır – onun, tragedya konuşmalarından bu kadar çok sayıda eşsiz kanıt çıkarmış olması dikkat çekicidir. Yine de, başlangıçta, hitabet ile şiir arasındaki koşutluklara değil, retorik ve diyalektik kanıtlama arasındaki koşutluklara ilgi duyuyordu.

Poetika’ yı oluştururken amacı üstün yazınsal örnekler için standartlar oluşturmaktı; Retorik’ te ise böyle bir iddiası yoktur. Doğru, Lysias’ ın, Demosthenes’ in söylevleri, Homeros, Sophokles ve Platon ile aynı düzeyde sayılmasa bile, Yunan yazınının herkesçe kabul edilen başyapıtları arasında yer alır; Aristoteles’in zamanında bile bunlar “okunur”du. Burke’ ün ve Fransız ihtilalinin hatiplerinin konuşmalarının, Cobden ve Bright, Webster ve Lincoln, Gladstone ve Churchill’ in belagatlerinin kendi ülkelerinin yazınında bir yerleri olduğu savı da doğrudur. Ama, bunun öyle saygın bir sav olup olmadığı sorunu bir yana, konuşmacının kendisinin her şeyden önce kendisini dinleyen çağdaşlarıyla ilgilendiğini rahatça anlayan kimselerin hayranlığını kazanmak için yazılmış değil de, özgül ve pratik bir amaç için tasarlanmış, bir dinleyici kitlesi önünde yapılmış, bir şeyi tanıtlayacağı, bir şeye inandıracağı düşünülmüş bir konuşmayı canlandırıyor gözünde. Eşyanın tabiatı içinde bundan başka türlüsü de olamazdı. Ama konuşmanın ve şiirin birtakım ortak özellikler taşıması da eşyanın tabiatındandır. Aristoteles’in er ya da geç bunların farkına varacağı kesindi. Poetika’ da, tamamlanmış yapıtın bazı yönlerini diğerlerinden ayırırken, bunların, ancak küçük bir yoruma gereksinimi olduğunun farkına varır, çünkü bunların bütünüyle tartışılması Retorik’ in bazı bölümlerinin tekrarlanması anlamına gelecekti bu bölümlerim önce yazılmış olup olmadıkları o kadar önemli değil: aslında Poetika’nın mı yoksa Retorik’in mi ilk yapıt olduğu sorunu neredeyse anlamsız bir şeydir, çünkü her ikisi de yıllar içinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Düşünce, tragedyanın “niteleyici parçaları”ndan biridir ve “retoriksel” poetik düşüncenin, Euripides’ in zamanından beri nasıl oluştuğunu anımsamak önemlidir. Güneşin altında tartışılmayan bir şey yoktur; öyle çok sayıda kanıtlar ve karşı - kanıtlar vardır ki, dikkatle hazırlanmış konuşmalara dağılmış büyük ve küçük ağırlıkta düşüncelerin, çoğu kez ilgiyi, oyunun merkezindeki düşünceden saptırması kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada Aristoteles, önceliği retoriğe tanımakla, şiirin kendisinin ardından gitmiş oluyor. Hem konuşmalarda coşkuları uyandırmak, hem de olay dizisinde bunları betimlemek için kendi Retorik’ ine başvurmakla bir adım ileri atmış oluyor. Ama aynı zamanda, tarih de onu onaylamaktadır; çünkü hatipler, şairler, filozoflar, politik düşünürler ve “insanın doğası” üzerine çalışanlar Retorik’ in ikinci kitabındaki tutkular üzerine olan bölümlere, yüzlerce yıl hep aynı şekilde, konunun klasik ele alınışı olarak bakmıştır.

Bir başka ilgi çakışması alanı, biçemdir;

Aristoteles’ in, ilk hatiplerin, şairlerin başarılarının, kullandıkları dilin güzelliğine ve inceliğine ne derece bağlı olduğunu fark ettikleri için şiirsel ifadeyi etkilediklerine değin kurnaz gözleminde bir hakikat zerreciğinden daha fazla bir şey vardır. Aristoteles, Poetika’ da biraz taslak halindeki biçem tartışmasında bırakılan boşlukların, Retorik’ te sunulan daha ayrıntılı çözümlemeye başvurularak doldurulması gerektiğini açıkça söylemiyor. Ne de, Poetika’ da karakter üzerinde dururken, yaşlıların ve gençlerin, zenginlerin ve yoksulların ayırıcı karakter çizgileriyle ilgili -aynı zamanda sevgi dolu ve tarafsız, etkileyici olduğu kadar eksiksiz- kısa tanımlamalar veren öteki yapıtı anımsatıyor bize. Bununla birlikte, kendinden sonra gelen kuşaklar bir anımsatıcıya gereksinme duymadı: yüzlerce yıl, şiirsel ifade tartışmalarına, Aristoteles’ in Retorik’ te kurmuş olduğu iyi ve kötü biçem ölçütleri egemen olmuştur; karakter taslaklarına gelince, bunları Horatius’ ta bile, Retorik’ ten Poetika’ ya, tümüyle aktarılmış olarak buluyoruz. Ayrıca bu örneklerde olanlar başkalarında da olmuştur; daha sonra şiir üzerine yazan yazarlar, Retorik’ i, Aristoteles’ in Poetika’ sının temelleri üzerinde sapasağlam durmakla birlikte, diğer kısımlarında birçok dolguya gereksinim olan kendi yapıları için taş sağlayan bir ocak olarak kullanmışlardır. Yine de, Aristoteles ile Aristotelesçi gelenek arasında bir ayrım yapmamız, zaten kendisinin de iki konuyu birbirinden tamamen farklı çizgiler üzerinde kurduğunu görmemiz gerekmektedir. Retorik ve şiir Aristoteles’ in kafasında ilişkili idiyse, bu, bizim şiirin eski saygınlığına kavuşturulmasından söz ederken dokunduğumuz nedenden dolayı olabilirdi. İnsan etkinliğinin, amaçları yükseğe -felsefeyle yarışacak kadar yükseğe- çıkarılmış iki biçimden söz ediyoruz burada.

Retoriğin, mümkünse, eski saygınlığına kavuşturulması gereksinimi şiirinkinden daha da büyüktü; Aristoteles de bu incelemesinde bu konuyu gerçekten yeniden biçimlendiriyor ve felsefi olarak saygın bir konuma kavuşturuyor. Ve Aristoteles Poetika’ da, şiirin, şeylerin düzeninde insanın yeri ve durumu hakkındaki hakikati açıklama savını nasıl önemli bulmuyorsa, onun Retorik’ i de, retorik hocalarının, çok yönlü bir eğitim sağlama ve en yüksek tipten insan biçimlendirme gibi aldatmacalarını önemsemiyor. Ne retorik ne de şiir, felsefeye bir seçenek olarak kabul edilemezdi artık; ama biri olduğu kadar diğer ide, felsefi kuralları ve koyutları kabul ettiği ya da onlara uyduğu ölçüde, alçakgönüllü bir yer tutabilir ve değerli bir şeyler başarabilirdi.

Felsefe, bir süre, retorikle herhangi bir alışverişi kabul etmemişti. Platon, retoriği -"bu inandırma ustası”nı-, onu uygulayanlar, hakikat bilgisine ya da saygısına sahip olmaksızın inandırma yollarını aradıkları için, reddetmişti. Kendi üstünlüğünü kurmaya çalışırken kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan hatip, iktidar arzusunun kölesidir ve tamamen sahte değerler düzeni içinde iş görür. Eğer şiir ideal devletten kovulmuşsa, retorik de bu sürgünden payını almalıdır; aslında onun durumu daha da kötüdür. Bununla birlikte, ta başlangıçtan beri -retorikte bu daha az açıklıkta kavranabilir gibiyse de- her ikisinin de iyi davranış göstermeleri halinde eski durumlarını kazanabileceklerinin belirtileri de vardır. Reformu gerektirir bu ve felsefenin kendisi bu konuda yolu açacak demektir. Bir kinik, felsefenin bunu yapabilmesi için, kendisinin reforma gereksinimi olduğu yorumunu yapabilir; ne olursa olsun, temelini değilse bile alanını mutlaka genişletmesi gerekecekti; hoşgörüyü tanımayan katılığını gevşetmesi ve biçimler ülkesinden dünyanın gerçeklerine inme yolunu bulması gerekecekti. Böyle bir gelişme, Platon’un daha sonraki felsefesinde gerçekten görülür; retoriği ve onun temsil ettiği şeyi toptan suçlayan Gorgias’ tan -çok daha genç bir diyalog olan- Phaidros’ a gelen okuyucu, sıradan retorik uygulamalarının bir başka suçlamasıyla, gerçek felsefi retorik için ayrıntılı bir tasarıyı yan yana görünce şaşıracaktır. Bunun nedenini açıklayan yeni düşünce, Platon’un “ruhların biçimleri”ni tanımasıdır. Daha az felsefi bir dille bunlara kişilik tipleri diyebiliriz. Her ruh “şekli”nde ruhun farklı bir parçası egemendir, bu da bazı kişilerin bir coşkunun, diğerlerininse başka bir coşkunun etkisi altında olması demektir. Platon’ un felsefesi ve diyalektiği bu coşkusal arzularla ilgilenme tenezzülünü göstermezdi; bunlar, insana akıllı bir varlık olarak yönelir. İşte retoriğin, felsefenin işini tamamlayarak ona değerli bir yardımda bulunacağı yer burasıdır. Eğer ruhun farklı “biçimleri”ni inceliyorsa ve bunları bireylerde tanıma noktasına geliyorsa, felsefi kanıtın farklı türden insanlara nasıl uydurulacağını bilmesi de gerekecektir. Çünkü gerçekten de bu haliyle kanıt, işlem yöntemi ve hakikate doğru gidiş yolu -dinleyiciye bakmaksızın- ancak bir tek şey olabilir. Bu temel noktada retoriğin felsefeden sapmasına izin verilmez.

Platon’ un burada zihninde canlandırdığı türden retorik, ancak kendi okulunun bir üyesi tarafından ortaya çıkarılabilirdi. Bu görevi yüklenen, Aristoteles oldu. Elimizdeki eskil tanıklığın gösterdiğine göre, onun retorik üzerine ilk dersleri Platon’ un yaşadığı sırada verilmişti. Yani Aristoteles kendini hala Akademinin bir üyesi saydığı sırada. Bu kurs profesyonel konuşma hocalarına bir meydan okumaydı; daha özel olarak da, retorik sanatını hem daha esnek hem de ayrıntılı hale getirmiş olan ve retorik eğitimine liberal eğitimin eşanlamlısı olarak, aynı zamanda görkemli politik kariyere bir giriş belgesi olarak bakan, Atina okulunun ünlü lideri İsokrates’ in yüzüne çarpılmış bir eldivendi. Aristoteles’ in Retorik’ inin açılış bölümü bu ilk kurslara kadar gidiyor olmalı: orada hemen, günün geçerli sistemlerine karşı bir saldırıya girişir, onların bir tartışma öğretisi yaratmamış olmalarını ve bütün dikkatlerini coşkusal çekicilik üzerine toplamalarını kınar: Modaya uygun -belki de çoğu kez başarılı oyunlara, hilelere karşı, Platon’un bir methiye sanatı ya da ne pahasına olursa olsun “inandırma ustası” olarak retoriğe karşı polemiğinden aynı aşağılamayı hoşgörüyü gösterir.

O zaman Aristoteles’in felsefi retoriğinin, profesyonel okullarda öğretilen inandırma ve başarı sanatına üstünlüğü nerededir?

Onun sistemini daha felsefi, daha bilimsel ve daha eksiksiz yapan şey nedir?

Coşkularla ilgili bölümlere dönüp bakarsak, Aristoteles’ in, uygulamadaki önemli serbestliğine karşın, Platon’un isteğini yerine getirdiğini görebiliriz. Ruhların Biçimlerini ayırt etmez kendi tasarımında pek anlamı olmayacaktı bunun; bunun yerine, her coşkuyu incelerken, her şeyden önce, bu coşkunun hangi koşullar altında uyanabileceğini, ne tür kişilerin buna uygun olduğunu gösteren, kesin ve dikkatle seçilmiş sözcüklerle dile getirilen bir tanımla başlar. Bu coşkuların oluşmasıyla ilgili daha özgül ifadeler, bir tür ilk ilke ya da temel öncül olarak iş gören başlangıçtaki bu tanımdan çıkarılır. İyi bir bilimsel yöntemdir bu; böyle bir bilgiyle donanan konuşmacı, belli bir durumu değerlendirebilecek ve hangi tutkunun uyandırılabileceğine karar verebilecektir. Daha önceki retorik hocaları ise öğrencilerine şöyle diyordu:

Eğer sizi dinleyenlerde acıma uyandırmak istiyorsanız, bu amaçla benim hazırlamış olduğum ve burada ezberlemeniz için size aktaracağım hazır cümlelerden seçebilir ya da bazılarını birleştirebilirsiniz.

Bundan daha felsefi olanı, yeni retoriksel kanıt öğretisidir. Aristoteles’ten önce hiç kimse, bu öğretiyi tasımlara dayandırmayı aklından geçirmemiştir, çok basit bir nedenden dolayı: tasım henüz bulunmamıştı çünkü. Aristoteles’in bile onu bulabilmesi, bu demek Platoncu Formlar arasında bulduğu ilişkilerden geliştirebilmesi için zaman geçmesi gerekti. Önceleri Yunanca “tasım” sözcüğü kabaca, hiç de teknik olmayan bir anlamda kullanılıyordu: “olguları kanıtla bir araya getirme” anlamında. Aristoteles’le birlikte sözcük yavaş yavaş çok teknik bir anlam kazanır; yine de Retorik’te, günün birinde açıklayacağı tasımsal usavurmanın geçerli üç formundan habersiz olarak, retoriksel kanıt ile tasım arasındaki koşutluğun üzerinde durur sık sık. Örnekse, İkinci Kitabın sonunda o kadar önem kazanan “sıradan sözler”den çıkarılan kanıtlar, tasım şekillerine ve onların geçerliliğini sağlayan mantıksal anlayışlara değgin bir bilgiyi hiç de gerektirmemektedir. Sıradan kanıtlardan herhangi birini, örneğin, “eğer tanrılar bile her şeyi bilmiyorsa, insanlar haydi haydi bilemez”i alalım. Burada ne büyük ne küçük bir önerme, ne de bu terimler arasındaki alışılmış ilişkiye benzer bir yapı vardır. Emin olmak için, “babasını döven, komşusunu da döver” büyük önermesi verilip, buna “X komşusunu döver” sonucunda bir araya getirilerek, Aristoteles’in aynı sıradan söz için verdiği bir başka betimleme, kolaylıkla bir alışılmış tasım şekline getirilebilirdi -ama bu noktada Aristoteles’in aklında olan şey bu değildir. Aristoteles tasım şekilleri konusunda o büyük buluşunu yaptıktan sonra, öğrencilerinden bazıları, sıradan kanıtları bu şekillere “ayrıştırmak”la uğraşmaya başladı. Bunların girişimleri ustanın onayını da almış olabilir; ama o, Retorik’in sıradan kanıtlarını teknik bakımdan doğru tasımlara yeniden şekillendirme gereksinimini hiçbir zaman duymadı. Bu “sıradan sözlerin” yardımıyla inanılır, akla uygun kanıtlar oluşturulması ve retorisyenin usavuruşunun bunlara uydurularak yöntem ve yapı kazanması yeterlidir. Aristoteles ara sıra eski bir hocanın “tüm sistemi”nin kendi sıradan sözlerinin birine denk düştüğüne işaret ediyorsa da, altta yatan düşünceyi -biçimsel ilke ya da buna verilebilecek başka bir ad- soyutlanıp ortaya çıkarmış olma onuruna sahip çıkabilir. Ondan öncekilerin yaptığı, öğrencilerine, en azından Aristoteles’in önerdiği gibi –hepsi de aynı tipten- çok sayıda kanıt vermekti, ama bunları soyutlama ya da bu tipi formüle etme gücünü göstermiyorlardı. Pratik ayrıntılar üzerine çıkmayı beceremeyen kaba retorisyenle, birçok kişisel örneğe biçim ve ilke aramayı Platon’un okulundan öğrenmiş, felsefi eğitimi olan bir insan arasındaki fark burada yatmaktadır.

Aristoteles’in bazı geleneksel “delil” türlerini incelediği ve her birini kendi tasımlarıyla karşılaştırarak geçerliliğini araştırdığı öteki bölümlerde durum bundan farklıdır. Burada, tam olgunlaşmış tasım şekilleri kuramı gereklidir. “Bir insanın ateşi olması onun hasta olduğunun belirtisidir” geçerli bir kanıttır, çünkü ilk şekilde “ateşi olan biri hastadır” büyük önermesi, “X’in ateşi var” küçük önermesi ve “X hastadır” sonucu ile doğru bir tasım şekline sokulabilir. Öte yandan, “Sokrates dürüsttür” ve “Sokrates akıllıdır” gibi iki öncülden, akıllı insanlar dürüsttür sonucuna varmak, inandırıcı olmayacaktır, çünkü bir tasım kuramı, özne olarak aynı terime -bu örnekte Sokrates- sahip iki olumlu öncülün, doğru bir sonuç içinde birleştirilemeyeceğini gösteriyor.

Yine öteki bölümlerde de, her biri bir tür konuşmada egemen olan üç temel değer: amaca uygunluk yararlılık, iyilik, soyluluk ya da güzellik ve adalet üzerine ilk öncüller sıralanıyor, çünkü politik söylevci öğütlediği eylem gidişinin amaca uygun olduğunu kanıtlamak, methiyeci övmek istediği herhangi bir şeyin soyluluğunu, adli konuşmacıysa belli bir eylemin gidişinin haklılığını ya da haksızlığını kabul ettirmek zorundadır. Örneğin, politik söylevci, barış yandaşı ve savaş düşmanı olarak konuşuyorsa, “iyi, sırf kendisi adına seçilen şeydir” öncülü ile başlayıp, barışıp sırf kendi adına seçildiğini oysa savaşın, olsa olsa, onun sonucu ortaya çıkacak iktidar ya da gelir gibi şeyler yüzünden seçildiğini göstererek devam edebilir. Bu şekilde, barışın iyi olduğunu kabul ettirebilir. Ya da, daha gerçekçi bir kanıt kullanmayı yeğlerse, “iyi, zıttı düşmana uygun düşen şeydir” gibi bir öncül seçebilir, daha önceki durumda savaşın karşı taraf için bir nimet, bir iyilik olacağı düşüncesini açıklayabilir. Aristoteles bu öncülleri, kanıtlama biliminin “ilk ilkeleri”yle karşılaştırır. Kastettiği şey, bir matematikçinin, diyelim bir eşkenar üçgenin açıları üzerine bir önerme ile başlayıp, söz konusu olduğunu göstermekle devam etmesidir. Aristoteles’e göre, barış lehine ortaya kanıtlar koyan konuşmacı, temelde matematikçiyle aynı yolu izler.

Ama bir mecliste ya da bir jüri önünde, bir konuşmacının böyle kesin ve mantıklı bir biçimde ilerlemesi gerçekten zorunlu mudur? Aristoteles bunu ileri sürmez. Kanıtların mantıksal yapısına derinden ilgi duymasına karşın, Retorik’inde yine de, biçimsel mantık üzerine incelemesinde yanlış ve etkisiz diye nitelediği usavurma tarzlarına izin verir. Hatibin, bilgiç bir tavırla kurama uyarak yani önce bir öncülü, daha sonra ötekini bildirip bundan sonra da ciddi ciddi sonuca doğru ilerleyerek dinleyicisini sıkmasını da istemez. Bir kanıtın sunuluşu onun mantıksal formunun göz önüne serilmesini gerektirmez. Aristoteles’in, öncülleri o kadar özen ve dikkatle topladığı bölümler bile sonunda yalnızca, hatibin olgularını şekillendirmesine ve düzenlemesine şu ya da bu şekilde yardım edebilecek genel olarak faydalı düşüncelerin bir bir sayımı gibi bir iş görebilir. Bu da, bir tasımın bir parçası olarak öncülün ilk anlamının gözden kaybolması demektir.

Aristoteles bu türlü kullanışlı öncülleri aramaktan usanmayan biri olmalıydı. Ana değerlerle -iyi, güzel ve haklı- ilgili olanların yanında başka öncül takımları da sağlar: bunlarla, bir şeyin olanaklı olduğu, olmuş olduğu ya da olabileceği, iyi ve uygun iki eylem seyrinden birinin daha iyi olduğu, iki suçtan birinin ötekinden daha kötü olduğu kanıtlanabilir. Aynı zamanda, her biri uygun biçimde tanımlanmış, iyi ya da uygun olan bir özel şeyler listesi çıkarır; bir politik hatibin iyi bilmesi gereken ana konuları sıralar; suçların türlerine, nedenlerine, koşullarına girer. Gerçekten de, adli hitabet alanında, eksik bir şey bırakmama arzusu sınır tanımaz. Adaletsizlik yapabilecek ya da adaletsizlikten etkilenebilecek kimselerin tam bir listesini yapmakla kalmaz: aynı zamanda yasa ve hakkaniyet üzerine konuşur; suça dürtü sorununa geldiğindeyse, insani eylemlerin nedenlerinin tam bir araştırmasında herhangi bir noksanlığın olmasına dayanamaz.

Toplam yedi neden vardır, ve liste dış zorunluluk, rastlantı, karakter, alışkanlık, tahmin ve tepi gibi birbirinden farklı maddeleri içerir. Ama bu liste yine de tüm ilgili nedenler konusunu kapsamaya yetmeyebilir; ek etmenlerin dikkate alınması gerekebilir. Aristoteles, insani eylemler kalıbına nasıl yansıdıklarını anlamak için, gençlikle yaşlılık arasındaki farklılıkları, ekonomik durum farklılıklarını incelemenin yardımcı olup olamayacağını düşünür. Fakat neyse ki bu konular incelemenin bir başka kısmında “konuşmacının karakteri” başlığı altında ele alınır; nedenler üzerine olan bölümün bunlarla karıştırılmasına gerek yoktur. Ama böyle olsa bile, insani eylemlerin daha başka bir nedeni ele alınıp en ayrıntılı bir biçimde gözden geçirilmeden bir sona ulaşamaz. Bu güdülenim zevktir. Aristoteles’in zevkin nedenlerini ve amaçlarını açıklamasıysa, nerdeyse kendi başına bir tezdir; en geniş imgelemin mahkemelerdeki davalarla ilgili olarak düşünebileceği şeyin bile çok ötesine uzanır.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor; Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor.

Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’ daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur.

Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor?

Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi?


Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor;

Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor. Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor; bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur. Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor? Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi? Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Hiç kuşkusuz, Retorik’te felsefenin izinin hafif olduğu yerler var – gerçekten o kadar hafif ki, insan hiç hissetmiyor. Aristoteles’in zamanına kadar, çok az deneyimli bir hatip bile bilirdi ki, işkence altında alınan ifadeler davasını destekliyorsa, hakikati ortaya çıkarmanın bundan daha güvenli bir yolu olmadığına direterek sonuna kadar üzerinde durması gerekirdi bunun; oysa buna karşıt bir davada, talihsiz kimselerin, acılarına bir son vermek için her şeyi söyleyebileceğini ileri sürerek, böyle ifadelerin adı kötüye çıkmış güvensizliği üzerinde durması gerekecekti ama daha başka durumlarda bazılarının işkence altında bile hayatlarını devam ettikleri de vurgulanabilir). Aristoteles’ ten önceki son üç kuşaktan uygulamacıların, onun “teknik olmayan tanıtlar” adını verdiği şeyle -bu demek yasalar, tanıklar, anlaşmalar, işkenceler ve yeminler- ilgili geliştirmiş olduğu yöntemler bunlardır. Bu “tanıtlar” hâlâ önemli iseler de, kanıt ve akla uygun tanıt bunların yerini almada önce olduğu gibi, bir yasal davada, daha çok kendiliğinden bir tarzda karar vermede etkili olamıyorlar artık. Aristoteles’in dediği gibi, bu tanıtlar “bulunmak” değil, “kullanılmak” zorundadır. Filozof ise, kendi fikirlerini, hatta biraz daha geniş perspektifleri ileri sürmekten bütünüyle vazgeçmiyorsa da, genelde, uzmanların kendi çıkarları için “kullandıkları” eskiden beri kullanılan düzenleri -ticaret oyunları dememek için- onaylamaktan biraz daha az şey yapıyor.

Filozofun hemen hemen gölgede bıraktığı, pratikle ilişkinin bir kez daha çok yakın olduğu bir başka bölüm, Üçüncü Kitabın ikinci bölümüdür. Retorik hocaları öğrencilerine, bir süre, “konuşmanın çeşitli bölümleri”nde ne söyleyeceğini öğretirlerdi: (giriş, anlatı, tanıtlar vb.); onlara, konuşmalarının başında dinleyicilerinin iltifatını kazanma, davaya ait olguları inandırıcı bir biçimde ileri sürme, rakibin kanıtlarını karşılama, onun iltifatlarını boşa çıkarma… vb. yollarını ve yöntemlerini öğretirlerdi. Aristoteles, vicdan azabı duymaksızın, düzeylerinin üzerine çıkma çabası gösteriyorsa da, yine de izlerinden gidiyor onların. Alışılmış kurnazlığı, insan doğası üzerine bilgisi ve ironisiyle -genellikle kısaca, bir iki sözcükle- dikkate alınması gereken psikolojik etmenleri tanıyor; seyrek olmayarak, şairleri, buna benzer durumları görkemli ele alış tarzlarıyla hatibe örnek olarak gösteriyor. Yine de, kendisinden öncekilerin açmış olduğu yolu açıkça izliyor; bazı pasajların, aşağı yukarı sözcüğü sözcüğüne, İsokrates okulundan bir retorisyenin olasılıkla, bu kitapta Aristoteles’in bir kez adını andığı Theodektes’in sisteminden alındığı sonucuna karşı çıkmak zordur. Herhangi bir okuyucu, Retorik’in bu kısmında Aristoteles’in, yapıtın birinci bölümünde: tanıtın -yalnızca tanıtın- gerçek bir retorik hocasının ilgi alanı olduğunu söylediği yerdeki soylu ve sade ilkelerden ne kadar uzaklaştığına kendisi karar verebilir.

Friedrich Solmsen Retorik [ARİSTOTELES]
Çevirmen, Mehmet H. DOĞAN - YKY, 1998, Sf. 7 - 16

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Prometheus Hırsız Değildi…

İleri görüşlü” anlamına gelir Prometheus, Helen mitolojisinin Titan adlı soyundan gelen ve İapethos’un oğludur Prometheus.Prometheus tüm titanların aksine çok akıllı ve,duygulu ve özverili bir Helen mitolojisi tarısıdır.Fakat eline yıldırım ve şimşeğin gücünü geçiren Zeus, evrenin başına tam bir despot kesilmiştir.Olimpos’ta bulunan tanrılar çıkarları için Zeus’un tüm despotluklarına,bencilliklerine ses çıkarmayıp ona göz yummaktadırlar. Prometheus tüm bu olanlara karşı sinirlenir ve Zeus’ un bu yaptıklarına karşı ona gözyuman Olimpos’ taki tüm tanrılara kızgınlık duyar. Ona göre bir gün Olimpos’taki tanrıların egemenliği sona erecek ve yerine insan oğlunun egemenliği gelecektir.

İnsanlar için bunları düşünen ve onlar için yeni bir düzenin hazırlayıcısı olan Prometheus,Olimpos tanrılarına karşı direniş başlatır ve Zeus’u insanlar önünde mahkum eder.Düşündüğü düzen tanrıları küçük düşürücüdür.ProMETheuS’a kızan Zeus,insanları cezalandırmak için onların en önemli gereksinimleri olan ateşi vermemektedir.

Prometheus bir fırsatını bulur ve tanrıların evi Olimpos’tan ateşi alıp yeryüzüne indirir;ateş ile birlikte insanlara aklı ve bilimle birlikte yaratıcılığıda verir.Akıl verdiği insanoğlu,artık gerçeği sorgulamaya başlıyacak ve gerçek yaratıcının kendisi olduğunu görerek düzeni değiştirmeye çalişacaktır. Fakat buna kızan despot Zeus çok sinirlenerek Prometheus’ u Kafkas Dağlarında bir kayaya zincirler ve bunun ilede yetinmeyerek bide görevlendirdiği bir kartal ile, hergün Prometheus’ un ciğerlerini yemesini sağlar. Zeus geceleri ciğerlerin yerine yenilerini koyarak bu işkencenin sürmesini yıllarca sağlar.Akıldan yana üstün olan Prometheus' un çektiği işkencenin sonu birgün gelir ve enzor koşullarda bile despot tanrılara karşı çıkan Prometheus kurtulur.

İşte Prometheus, insanoğluna aklın gücünün herzaman kaba gücü yeneceğini gösteren mitolojik bir simgede olsa bu olay bize yeryüzü tanrılarına karşı çıkabileceğimizi ve onlara boyun eğmemizi göstermektedir.