Okudukça Yansıyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Okudukça Yansıyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2011 Pazartesi

peace without victory

estetik görünümlü savaş propagandası söylemidir bu...

kökence eski tarihimizde bizim kadar dinç bir şekilde ilerleyen bir çığırtkanlığın, ironik ifadesidir. herşey göründüğü gibi değildir. aslında bu amerikanın büyük kapitalist liderlerinden w. wilson taktiğidir. günümüzde hala aynı politik açılımın geçerli olması ve yaşlanmadan devam etmesi oldukça acıtıcıdır. insanların zihinlerine, kitle iletişim araçlarını ve mum tipli aydınları kullanarak, soyut transkilizanlar emzirilip etkilemeler yapılması, bugünkü savaş çığırtkanlıklarının temelini oluşturmaktadır. bunun yıkılmamasının en büyük sorumlusu ise ezberci sistem ve onu sorgusuz kabullenen biz sistem kullarıyız. bu yüzden korku pedagojisiyle hiç bir şeye itiraz edemiyor ve tahakkümün sadık köpekleri haline geliyoruz / gelmişiz. kitap okumaya aşina olmayan bireylerin içerisine müdahil oldukları öğretici meslek gruplarını, maddi gelir kapısı olarak görmesi, kapitalist sistem gereğidir. mutluluk paraya endekslendiği için günümüzde bunun değişmesinin imkansızlığını, insanlar tanrılaştırmıştır. çünkü tanrıya inanıyorsanız, sorgulamamanız gerekmektedir. 


bu bağlamda zeki amerikan otoritesi, paralarının üzerine tanrı ifadesini yerleştirmişlerdir. tanrı bu nokta da onların kuklası olmuştur. ama farkına varılmayan ise o soyut kavramında pragmatik bir şekilde çıkar uğruna metalaştırıldığıdır. bu sistem gereğidir. hoşunuza gitmese de kabullenmiş ve süreğen hale getirmiş durumdasınız. bu noktada savaşta bir çeşit sistemin ayakta dinç kalmasını sağlayan, sistem endorfinidir. çünkü savaşlar gerçekleşirse sistemin istemediklerini asimile edebilir, gerçek olanı yalanla değiştirebilirsiniz. katledebilir, ilkelleşerek yaptıklarınızı savaşın sonunda barış getirdik söylemiyle pastel renklerle ifadelendirebilirsiniz. bu işte halkların göremediğidir. toplumların bu noktada körelmesine en büyük temel etki ise kollektif harekettir. toplumların, savaşların hala ne kadar mantıksız ve çözümsüz olduğunu görmemelerini sağlamak, tamamen cehaletin ayakta tutulmasından kaynaklanmaktadır. bu sürecin geliştirilmesi oldukça planlı bir çalışma ürünü olup, "zihinlere cehalet mutluluktur" mantığını empoze ederek ayakta kalmasını sağlayan deformasyon kültürünün zırvasıdır... fakat dünya da bunun böyle olmadığını görebilenler olduğunu görmek, direnişi ayakta tutmaktadır. bugün inansakta, inanmasakta bir ayaklanma başlamıştır. önemli olan uyanabilmek / uyandırabilmektir. bu süreçte, wilson hükümetinin hala gündemde olan bu görünürde savaşa karşı olupta, toplumları birbirine kırdırma yöntemi olan zafersiz barış söylemi, yok edilmelidir. bu yöntemin gelişimini amerikalı ünlü aktivist yazar noam choamsky " medya denetimi " isimli kitabında çok iyi açıklıyor:
****
propagandanın erken dönem tarihi

modern devletin ilk propaganda operasyonu.

woodrow wilson hükümeti zamanıydı. woodrow wilson, birinci dünya savaşı' nın tam ortasında, 1916 yılında "peace pithout victory" (zafersiz barış) sloganıyla başkan seçilmişti. son derece pasifist olan halk, bir avrupa savaşına dahil olmak için hiçbir neden göremiyordu. aslında savaşa çoktan imza atan wilson yönetimi, bu konuda birşeyler yapmak zorundaydı. hükümetin "creel komisyonu" adıyla kurduğu bir propaganda komisyonu, altı ay içinde etkisini göstererek o barışçıl halkı, histerik bir savaş çığırtkanı haline dönüştürdü ve alman olan her şeyi yakıp yıkmak, tüm almanları lime lime etmek, savaşa gidip dünyayı kurtarmak isteyen insanlar yaratmayı başardı. bu esaslı bir başarıydı ve ardı sıra gelen başarılara da önayak oldu. tam bu sıralarda ve savaşın hemen ardından, aynı yöntemler histerik kızıl korkusu' nu kışkırtmak için kullanıldığında ise sendikal birliklerin tahribi ve siyasi düşünce ile basın özgürlüğü gibi tehlikeli sorunların saf dışı bırakılmasında oldukça büyük başarı sağlanmıştı. bu işi organize eden ve işin başını çeken o çok büyük güç, aslında medyadan ve iş dünyasındaki büyük şirketlerden gelen yoğun destekti ve tam anlamıyla bir başarıydı. wilson' ın savaşına etkin bir şekilde ve hevesle katılanların arasında, john dewey çevresinden olan ve şovenist fanatizmin ortaya çıkmasını sağlama yoluyla "gönülsüz" halkı dehşete düşürerek nasıl savaşa sürüklediklerini, o döneme ait kişisel yazılarında gururla anlatıp bundan "toplumun daha zeki insanları" oldukları sonucunu çıkartan ilerici aydınlar da vardı. saldırı yöntemlerinin kullanım alanı oldukça genişti. örneğin, alman askerlerinin zulmü, kolları koparılmış belçikalı bebekler ve hâlâ tarih kitaplarında okuduğumuz türlü türlü vahşet üretimi... bunların çoğu, o dönemin gizli müzakerelerinde "dünyanın düşüncesini yönetme"yi vaat eden ingiliz propaganda bakanlığı tarafından icat edildi. ancak bundan da önemlisi, o zamanlar barış yanlısı ülkeyi bir savaş zamanı histeriğine dönüştürüp yoldan çıkartan propagandayı yaygınlaştırabilecek daha zeki amerikan toplumu bireylerinin düşüncesini kontrol etmek istemeleriydi. işe yaradı; hem de çok. ve bir ders verdi: " devlet propagandası, eğitimli sınıflar tarafından desteklendiği ve herhangi bir dönekliğe izin verilmediği takdirde, büyük bir etki yaratabilir. hitler ve daha bir çoğundan alınan bu ders, günümüze dek izlenmiştir."

*****



alıntı yazıdan da anlaşılacağı üzere, eğitim düzeyi yetkin seviyede olan her birey bu zinciri aşındırıp, kırmada etkili olabilecek potansiyele mevcuttur. sadece yapılması gereken, eğitim sisteminde empoze mantığıyla dayatılanlara biraz septik yaklaşımla bakılıp, verilen bilgiyi olduğu gibi özümsememek,  insanlık için oldukça önemlidir. yoksa bugün kü herhangi bir diktatör diye nitelendirilen, modern devletlerin zamanında kuklası olan insanların öldürülmesi, onların canlarının televizyonlar önünde alınma vahşeti, bizi ortaçağın o teokratik ve gelişmeye kapalı, belli zümrelerin refahını öne çıkaran sistemlerin yeniden doğmasına götürmekten başka hiçbir boka yaramayacaktır.

bu sistemin o döneme göre farkı ise; kitle iletişim araçları arasına yenilerinin karışmasıdır. bunlara en büyük örnek; internet denilen devin, modernizmin kevaşesi olduğu gerçeğidir. ama bize şunu da göstermektedir ki; "...istemediklerine, yasakladıklarını da delebiliriz, sorgulayabiliriz."

ama görebilirseniz...bunu adam fawer' ın empati kitabı kahramanı çok iyi betimliyor aslında:
*****

...tanrı' nın iyi olduğuna inanmam gerektiği öğütleniyor ve merhametli olduğuna da... tüm dinler dünyanın mükemmel olmadığını söyler, nedenlerini de söylerler ama bu nedenleri sorgulamayı yasaklar... kendi sesini öfkesi ile besleyerek karşısındakilere yöneldi ve karşısında yer alan, sorgulamaktan korkan güruha ne gördüğünü şu etkileyici ifadelerle dile getirdi:"...size benim ne gördüğümü söyleyeyim. savaş görüyorum. hastalık görüyorum. acı çeken insanlar görüyorum. kötülüğü görüyorum. kendinden zevk alan nefreti, kendi dehşeti içerisinde yüceltilen kötülüğü görüyorum. sevgi kürkü altında, aslında insanlara yaşamlarını çökertmelerini ve kendisinin getirdiği kurallar ile hayatı çökertmelerini ve kendisinin getirdiği kurallar ile hayatı sorgulmasını sağlayan öfke dolu kötülüğü görüyorum...

*****

...diyor. bize bizi sorgulayanların, sorgulamamızı yasaklamalarını gösteriyor. ama görebilene...kaçımız empati yaparak savaşların mantıksız ve çözümsüzlüğü getirdiğini görebiliyoruz ki?

acı. 

biat kültürü, kültürel koyunluğun post modernist arap şeklidir!

uykudan uyanmanız hayaliyle!


27 Mayıs 2011 Cuma

to be slave our lies

...her bir düşünceyi dilde giyindirip, toplumsal alanda dini sembolik hale getirmek yalandır.

konuşmanın yalan olduğunu söyleyen burrows bu yüzden yasaklanmıştır. tıpkı nietzsche gibi:

bizi hala nice tehlikeli serüvene kışkırtan hakikat istemi, filozofların şimdiye dek saygıyla söz ettiği şu ünlü hakikat perestlik... karşımıza şimdiden ne sorunlar çıkardı. bu hakikati isteme!ne tuhaf, ne belalı, sorgulanası sorular! uzunca bir tarihi olmuş. yeni de, henüz başlamış gibi görünmüyor mu? sonunda inancımız sarsıldı, sabrımızı yitirdik, dönüverdik sırtımızı; ne harika değil mi?

GOD İS DEAD!
 

..because we were killed him.

dünyanın bir tarafına güneş doğarken, diğer tarafında güneş toprağa gömülür. ahlaksızlık ve gizemli olaylar işte bu zaman aralıklarında cereyan eder. bunların yönetilmesi insanın iyileştirilmesi yerine, çeşitli kuralların boyunduruğu altında, ormanında hapsedilmesiyle olanaklı hale gelmiştir. tehlike, umutla gerçeğin sıvanacağı sanrısından emin halde, hareket eden bireyin, monotonlaşmasıyla gerçekleşmiştir...
 
 
 
toplumların bir şekilde disiplin altında tutulması, belli zümrelerin işine gelmektedir. saltanat bunun neden gerek ve şart olduğunu geçmişte bize göstermiştir. günümüzde saltanat rejimi, modernize edilerek, imitasyon demokrasi kavramlarıyla yeniden şekillendirilerek, başımıza bir çuval geçirilip, içerisinde yaşamamız için zihnimize empoze ediliyor. toplumsal ayaklanmaların felç bırakıldığı bugün de umutla yaşamak, arşın arşın insanlara; çemberleri içerisinde yaşamaları için salık veriliyor. toplumsal metaforlar her daim geçmişteki gibi en iyi silah. 
 
televizyon, 
cep telefonları, 
bilgisayarlar... 
 
kitle parçalama bombalarıdır. 
 
hadi ölün!
 
 
 
khitruk ne kadar haklıydı adasında.

bu ironik bir süreçte doğmuştur. dünyanın oedipus karakterli olduğu zamanlarda zıtların çatışkısı ile doğan sistemler, bireyi köleleştirmiştir. sorgulayan birey çoğu zaman en iyisiyim ben diyerek, kendini köleleştirmiştir. süreçte devamlı aynı eksende, militanlığını harlandıran düşünceleriyle herşeyin üzerindeki sis tabakası sayesinde, sistematize edildiğinin  bilnçsizliği ile yarasalaşmıştır. gündüzleri uçup, geceleri yataklarında askı olmuştur. bedenlerin bu çürümüş ve kan dolu yapısı kitleselleşrek sokakta tahakküm etmiştir. insanların hayatlarının içerisinde kukla olması; geçmişe olan ilgisizlik, geleceğe karşı olan şuursuzluk ve bencillikten başka birşey değildir. 
 
sonuç olarak: insan sanrılarla hareket edip, kendi tecrübelerinden korktuğu zaman bir çok belayı yaşamaktan kaçınamayacaktır. buna en iyi örnek oedipusun yaşadıklarıdır:

olay insanın, korkularının kölesi olmasıyla başlar: thebai kralı laios ile iokaste' nin oğludur. delphoi kahininin laios' a oglunun onun katili, annesinin de sevgilisi olacagini söylemesi üzerine, kral tarafindan dağda ölüme bırakılmasıyla başlar. bu korkunun raslantılar ve hayatın olaslıklardan oluşması gerçeğini değiştirmemesi sonucuyla oldukça trajedik bir duruma bürünür. çobanlar tarafindan bulun oedipus korinthos kralı polybas tarafindan büyütülür. ergenlik çağına gelince, delphoiye gidip, kahinden doğumundaki gizi açıklamasını ister ve kendi babasını oldürüp, annesiyle evleneceğini öğrenir. bunun üstüne, yurdu sandığı korinthos' a dönmemeye karar verir. philais' te bulundugu sırada yaşlı bir yolcuyla (ki bu laios'tur) kavga ederek oldürür. thebai' nin kapılarına geldiginde, kente korku salan sfenks' in sordugu bilmeceyi çözüp, ödül olarak, laios' un dul eşiyle evlenir. gerçek ortaya çıkınca, iokaste kendisini asar; oidipus körleştirilerek, oğulları tarafindan thebai' den kovulur. kızı antigone rehberliginde yollara düşüp, atina dolaylarinda sırra kadem basar. 

hadi yalanlarımızın kölesi olmaya devam!


21 Mayıs 2011 Cumartesi

piç bırakılmış aşklar[+18]

bizim sokakta fahişeler vardı. ay kadar gecede şendiler. puslu ve sisten boğazınızın düğümlendiği bir sokaktı. loş ışıklar ardında, yüzlerini gizleyenler voltalar atardı.


 
kalçaları parıl parıl parıldayan taytlarla, sımsıkı dolanmış kadınların o amorf yapılarında taşıdıkları dertler, onların zihinlerine yaşarken çürmenin, nasıl bir tat olduğunu iyice yüklemişti acımasızca. yırtık hayallerin paçasından sızan zamanla... üçer, beşer kişiliklerini bölerlerdi gün aşırı. köpeklerin sığındığı çöp kutularının etrafında, hayatlar pazarlanırdı. bedenlerin üzerinde, bedenler gidip gelirdi. vizite ne kadar abla diyenlere, tecrübesizsen, sana bir kıyak yaparım derdi ayşen...

bir dolunay akşamında, sultanahmetin arka sokaklarında doğmuştu derdiyle. karanlık düşen küçücük bedeni bir tecavüz sonucu dünyada piçleştirilmişti. diğerlerine inat, doğarken ağlamak yerine, gülmüştü hayatın ironisine. belki de ismi bu yüzden ayşendi... herşeye rağmen, çöküş ardından sırtlandığı boktan yaşamına inat, ördüğü güvercin işlemeli lifler ile dimdik ruhunu gözleri ardındakilerin önüne set çekmişti ayşen. bitmemiş bir yaşamın anlamsızlığı gibi görünsede ayşen, bir martı özgürlüğünü sergilerdi o nazenin gülüşü ve duruşuyla nefes dahi alınamayan bu lanetli sokakta. 



...satırlarıma tema olurdu günlüğümde her gece. ellerimin arasında kayganlaştırdığım hayallerimde, zifaf gecemizi hayallendirirken, değdiğim dudakları beni titretirdi. ardından birlikte yağmur yerdik saçlarımızdan, bedenimize doğru. yanaklarıma bir öpücük kondururdu ayşen. ilkimdi. bedenimi bir ateş kapladı onunla. ellerim titredi, yüreğim bir güvercin ürkekliğiyle hafifledi. ruhumun korlaşmış halini harlandırırdı ayşen. sokağın dibindeki, ahşap eski evinde... 

bu ilkimdi. ve sonumdu da şuan da. çünkü isteyemedi beni. aşıktım, aşıktı ona olan çocuk sevgime...
en güzel imgelerimi metaforlandırdığını okuduğunda, bir damla göz yaşı emekledi suratında. öptüm. dudaklarımın arasında yuvarladım onun gözünün nurunu. cennetin şarap nehirlerinden kopup gelmiş gibi... beni hurilendirdi. ağladım ve çıktım evinden. 

-bir daha seninle görüşemeyiz...

...demesiyle. gitti bedenimden bedeni.

sebebi ise hayatında taşıdığı yafta olan fahişe olmasıydı; perdeleri pembe ve tertemiz olan evinde dolanan yaşamların hayatıma bulaşma korkusuydu kimilerine göre... ama bilmezlerdi ki evinin içerisinde, ışık yandığında, ayşen' in odasının gölgeleri düşerdi yatağımın üzerine. çoğu zaman yalnız kalmak isterdim gölgesiyle. ona belinden sarılıp, teniyle tenimi kenetlemek istesem de o bir fahişeydi anneme göre. bu ona olan duygularımı engellemese de aptal toplumsal ahlak küfüne göre, kabul edilemezdi bir orospu ile yeni reşit bir üniversite veledinin aşkı... 



müşterileri dolardı aramıza. saçlarını okşardım elimin gölgesiyle. dudakalarının düştüğü kadife yatak örtümün üstünde, göz yaşlarımı düşürerek öperdim onun yorgun dudaklarını... kırış kırış olurdu her gecenin sonunda yatağım. düzeltirdim inatla. ayşenimin ruhu kırışmasın diye. ellerimi kenetlerdim göğüsleri altından gölgesine. kaçıp gitmesin diye, bedenimi bedenine yatırırdım hayallerimde. haikular düzerdim onun ağıtına. semada asılı olan ayın kalıcı olup, güneşin bu dünyayı aydınlatmamasını isterdim. ben ay ile şendim rüyalarımda,ayşen de bendim. gölgelerimizin o ürkek korkularını  taşıdığım öznel zamanlarımızda. 

memeleri arasında, göğüs kafesiyle hapsettiği kalbini alıp elime, yüreğime koymak isterdim. acılarına ortak, hayallerine toprak olmak isterdim hevesle. nefesim kesilir, astım krizleri geçirirdim. onu her gün başka biriyle gördüğümde, bilemedim. neden kaçmıştı benden. neden bu yatakta ömrümü onun hayaliyle baltalıyordum. ama bir gerçek vardı ki ayşen benim külkedimdi.

kahverengi gözlerinde fallar bakardım rüyalarımda. bir vakte kadar evlenmeyi ve sahibi olmayı isterdim. şehvani duygularının hayvanlığında, onun iniltilerini her duyduğumda yakmak isterdim onun bedeni üzerinde parasıyla tahakküm kuranları. 

içimdeki eylemsiz hayallerin eylemleri, kanser hastası olmamla engellendi. aids'tim. korkulan olmuştu. tüm vücudumun bağışıklığı çökmüştü. bedenime girecek başka biri olmayacaktı. bunalımlarıma ortak olacak başka bir kadın teni, tenimi sarmalayamayacaktı. hayat böyleydi.

ne düşmeden kalkmayı, ne de bunalmadan kurtulmayı bilemiyorsun.

herşeye rahmen ben ay ile şendim. gölgeyle kendimdim. ama gittim.

toplumsal ahlakla piç bırakılmış tüm aşklara...



Not: garip bir monolog, dialog, tetralog.

20 Mayıs 2011 Cuma

ruhun nazenin korkusu

bizi üzen başka birşey....



tanımlayamadığımız duygular, seyyah olmuş sokakları arşınlıyor. hislerin parçalanmışlığı, cebimizde hatıra olarak serkeş bir halde. sokaklarda bir puştun peşinden giden kadınlara karşı özlem. mevcut yaşadıklarımızdaki dünyanın dümbüklüğüne isyan bu yalnızlık... özlem ki onların estetik bedenlerine, en nadide imgelerini dizimliyor. bir garip edinim bu. karanlık ve puslu bir oda dünya. gitarımın telleriyle  hayatın göz tellerini sullandırıyorsun sen hayallerimde. aldığım uyuşturucular zihnimi sislendiremiyor. anlamsız gülmelerin de bile bir matem havası mevcut oluyor. alkışların, dünyayı umursamamanın içerisindeki o boş ümitsizliğin yanından tutuşturuyor zevzek beğenileri...

mozeralla peyniri yürekli insanlar. 



açlığın ne olduğunu bilmeden, aç parazit duygularını, vakıf olmadıkları hislerde idame ettirmeye çalışıyor. başarısızlık okullarındaki çoban bunlar. büyük bir ablukanın içerisindeki esirleşmiş, kendi öz benliğini yitirmiş, tıkanmışlıklarının arasından sıyrılmaya çalışan ram: dinlendiğin duygular sana ait olmadıkça sen, nasıl özgürlüğü savunabilirsin. kullandığın hayatın bir başkasının vücudundan ödünçlüğü korkusuyla, yüksekten düşmüş, yükseklik korkusuyla cebelleşen bir sevapyedisin sen. korku atlatma oyunu oyna. 


jilet neştere kafa tutuyor. kokuşmuş popüler ütopya bu...

kelimeler yoruluyor, içimizdeki bu boktan migren ağrılarını anlatmaya. göz bebekleri, emeklediği dizleri üzerinden hiç bir zaman diliminde ayağa kalkamıyor. tümünü göster. tümüne doldurduğun acılarından kaçma. kaçtığın yaşamının tasması olmuş bir köleysen sen; zamanın en sefil kevaşesisin....

genç duygularımın içerisinden seçtiğim his formları bunlar. eğilip dudaklarının arasına kenetlediğim dilim ile düşlerini çekiyorum. kadife bir yüzeyde, bir biri üstlerinde gidip gelen, parçalı şizofren bedenlerimizin zamana karşı isyanı bu. nerede durdurduğumuzu bilemiyorum. kuyucu ya da mezarcının uyuz iti gibi hep ölmüş bedenlerin, kefenleri oluyoruz. büyük bir yedinci geminin içerisinde, manasız kısa metrajların başrol oyuncusu oluyoruz.

sözlerin lethesinde, dudaklarımızı nemlendirdiğimiz kenarlarda, yalnız sazlıkların diplerindeki böcek yuvalarında esir hayatımız. bir hoş nazenin hayat... herkesçe mutlu mesut, bencilce yaşam hoş karşılanıyor. ağır sırlarımın yüreğimde oluşturduklarıyla, son damlasını da damarıma enjekte ediyorum sırlarımızın. ardından... 

söyle/mek istediklerimi unutuyorum. düşüncelerimin anal bölgelerine gizemleniyor hayat...sonuçlanıyor: 

" ...ben senin bende ki oluşturduğun duyguların ağırlığında; mutsuzluğumla bile, en narin örümcek ağlarında, cambazlık yapıyorum kelimelerimle..."

sana dair, soyunmuş ruhumun gölgesi...


13 Nisan 2011 Çarşamba

we have to back at work

merdivenden inerken acınızı kucağınıza alıp yaşamak.

ağlamak ve gülme eylemsizliğiyle acıya hançerlenmek. dilim dilim edilmiş yaşamlarımız, quasimodo' nun imkansız aşkına dönüşmüş. her bir yanımız ateşlenmişte, közlenmeye başlamış. toprağa ayaklarımız kavuştuğunda ağırlaşmaya başlamış yükümüz. derdi, derde katarak ağırlaşmaya devam etmişiz. birbirimizin nefesine dolanırken yapayalnız kalarak asosyalleşmişiz. sanrılarımızın kokusu ile genizlerimiz akmış, göz yaşlarımız yanaklarımızı vaftiz etmiş. bizler kirli doğmuş, temiz ölüyoruz. 

susmak şimdi eylemsizlik. 

söz yaşları ise tanrının gölgesi...

yol boyunca deniz kıyısında firar eden yengeçleriz...

tut. bir ucunu süreğenleştirdiğin köle yaşam nasılda monotonlaştırıyor. nasılda münazaralara konu olmuşta, öbekleriniz parçalanmış. yorumlar, yoğrulmadan yorulmuş ihtiyaçlara dönüşerek, insan için yalanı simgelemiş. biz sizin on iki parmak bağırsağınız gibi değiliz diyen, bir çok düşünce bezemiş metaforlarımızı. ellerimize tutturulan bu absürdlüklere dayanmaz olmuş beyin. korteks şeker tepsisi gibi parıldayan bir raf halinde, sığ ve dümdüz edilmiş.

acı olgunlaştığında kederlendirir. gerçek ise yalanı kurutan metan gibi suratları ekşitir. çamur üstüne bastıkça sıçrar. kendimiz, kendimizi bildikçe suskunlaşırız. dilimiz dile değdikçe, dile dolandıkça çiçeklenir. hislerimiz, hislendikçe, dilde çiçek derildikçe coşkunlaştırılmış hayallerimiz bizi direnmeye mahkumlaştırır:.. korku ise annenin kekik kokulu çorbasının, tadına ulaşamamak, tadını bir daha alamamaktır. bu gittikçe artan temelsiz binanın üzerimize çökmesi, yosunların duygulara sarılması, insanın hislerinden tomurcuklanarak köküne dolanmasıdır.

hayat...

sarmaşık gibi kaç kez kendini dolayacağını bilmeyen şuursuz, bitkisel düzendir. 

...kül kedisi gibi düzenbaz bir hayalperest değil, sömürülmüş bir kızın, ironik kevaşe yaşamıdır. iki açıktan, karanlıktaki umutlu bekleyişi dua ile elde etme sanrısından öte materyalist bir yaşamdır. kül kediliği kandırılmış mahduriyetin hayali mücadelesidir. mücadele etmek ile gerçek olmayanı elde etme güdüsü piç bir batıldır. hayat buna ılımsız, tırnaklarının arasındaki kir kadar gerçek olmayan derinliktir. - sen ne isen "o"sundur. o andan sonra savaşma gelişim için - demek ise basit bir deformasyon önerisidir. tahakküm isteği budur. bunu kabul etmeyen bir koyun ise, şiddetsiz bir zerzeledir yaşamınızda. sadece sizi bulandıran mürekkep balığıdır. eylemsizde olsan gelişirsin demek, pinokyonun uzayan uzvunun burnu olmadığı, düşünceleri olduğu gerçeğini yüzümüze vuran tokatla eşdeğerdir.

kısacası sen ağaç gövdesindeki halkaların, durgun suya düşen dalganın yarattığı o kaos dairelerinin, rüzgarın içerisine aldığı kelebeğin kanatlarındaki dirençsin. hayat neresinden bakarsan, orasından yaşayacağın değil; neresinden başlarsan, orasından tutupta kendince evriltiğindir.

 sevgili.



dip not: we have to back at work.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

dünyada her şey iki adettir

dünyada her şey iki adettir. düşüncelerimiz ikiye ayrılır: iyi ve kötü. iki gözümüzle iki türlü şey görürüz: güzel şeyler ve çirkin şeyler. iki elimiz vardır. sağ el vurur ve kötü işler yapar; sol el kalbe yakın olduğundan iyilik doludur. iki ayağımız vardır: biri bizi yanlış yollara götürür, diğeri doğru yola yöneltir. evet her şey ikidir.

letakots lesa - pawne kabilesi

20 Temmuz 2010 Salı

omurgasız yaşam

ne kadar dil döksende anlaşılmadıkça, daha çok sevişeceksin kelimelerle. üzerlerine tohum tohum dölleneceksin. korkusuzca. sessizce. hedonist olarak tokatlıyacaksın. içerisinde gidip - geleceksin. arı olup, coğrafya coğrafya batacaksın.



ölmekten korkmak, pısırıklığı doğuruyor.

buna bağlı kalmadan, özgürce, korkusuzca, inatla üzerlerine yürüyeceksin. parmaklarını onların mutlu yaşamlarının göğüs kafesine sokup, ortadan ikiye ayıracaksın. irin irin dolmuş pislik bedenlerini, kundaklayacaksın. ruhlarını yakacaksın. sessizliklerini kendi acılarıyla bozacaksın. acı uyandırma şeysidir. korkma ve yap...


bir toplumun parçalanmış teması. omurgasızlaştırılımış halkların dik durması. korkunç bir şekilde insanların mekanikleştirilmesi. kitle iletişim araçlarının içerisine aşılandırılmış transkilizanlar. kullanılan metaların bazılarıdır. bunlarla uyku hali dayatılmaktadır. çünkü anestezide bir bedeni parçalamak, hiçte vicdan gerektirmiyor. toplumların parçalanması da buna açık bir örnektir. en tehlikeli uyuşturucular; ne mantarlar, ne otlar ne de lsd veya başka uyuşmaya neden olabilecek maddelerdir.

en tehlikeli uyuşturucular; düşünmemek, uyku halini getiren televizyon programları, sürekli ezberleri öykünen gazetelerdir. hatta bunların kalemşörleri konumundaki, aydın geçinen gölgelerde bu çemberin merkezini oluşturmaktadır.

bir birey buna direnmek için öncelikle: zihinsel ametemlerini kurmalı. klişe bir söz "insanın en iyi doktoru kendisidir" değil mi?

bu yüzden, ilk yapılması gereken kendimiz olabilmektir. bu uğurda düşünmek mücadelesini verebilmek, vicdani bir yükümlülüktür. doğa insanı eşit kılar, yapay sistemler ise onu kategorize eder. kötü katledilmesi gerekli en temel subjedir.

...
..
.

toplumsal ameliyatlar, ayrışmanın tezahürüdür. siyasetçilerin kullandıkları neşterler hep aynıdır. milliyetçilik - din - futbol - etnik kimlik, keskin bıçaklardır. ayrıştırma aletleridir bu boktan ürünler. ayrışmak ise sınıfsal toplumların kaderinde vardır. sınıf ise yönetimler için var olması gereken şartların en başında gelir. yıkılması gereken ise yapay farklılıklardır. sınıfsız toplumlar, insani değerlerin ön planda olduğu yaşamlardır. neyi çürütür. açık birşey vardır ki totoliter toplumların ikamesi, sınıfsal toplum yapısından ileri gelmektedir. kaçın. farklı görüşlerin oluşması yönetilme hayvanlığından gelişmemiş, kokuşmuş modernizmin en piç halindendir.

ne kökeni bellidir. ne de varacağı nokta.

ama görmeyene.

görene göre açıktır ki kapitalizm insanı kullanır. hatta direnişi bile kullanır. hisler, duygular fahişedir onun için. köleleştirilmiş fahişelerdir. tıpkı kendini patronların hazzına köle etmiş statikocular gibi...meddahtır. insanı hamuru olarak kullanan, sahnesi dünya olan bir meddah...

çözüm yapılan toplumsal ameliyatlarda, kısır bırakılan toplumların bozulan fizyolojisini görebilmekle mümkün....

omurgasının önce sinirleri dikkatlice kesilerek çıkartılmış bir toplum, istenilen alanlara kaydırılır. durağan bir cismi hareketlendirmek, istediğin yönde evriltmek kolay olandır. bu yüzden bu cerrahiler uygulanır. çünkü yumuşak vücudun istediğin şekilde yönlendirilmesi kolaydır. sinir yoktur. sinirleri olmayanların omurları tek tek çıkartılır. acı hissetmez. yatay bir zemin üzerinde dünyaya alttan bakmaları sağlanır bireylerin. bu şekilde halk gösterilen ya da programda ne varsa amorf bir yapıda izlerken tepkisiz kalır. bu sürecin getirdiği çürümeyle ilişkilidir....

yapılanlardan, şüphe etmemeniz için beyincik ile beyinimiz arasındaki sevişgenlik kesilir. böylelikle artık mekanik bir robotuzdur. his bu noktada öznel olmadıkça sizi diğeri olmaktan kaçınılmaz bir hale getirir. acı başlar. ve bir daha zihinlerden çıkmaz. işte buda ebedi köleliği getirir.

zincileri dişlemek yerine, onları yanımıza çekmek gereklidir. sonra etraflarında dolanarak, ayaklarına bu zincirleri dolamak yapılabilinecek bir seçenektir. susku kötüdür. bir yerden ayağa kalkıp, önündekine tekme atmak gerekiyor.

sonuç: takım elbiseler yakılmalıdır. onların zahiri düşüncelerinden kurtulmalıyız. omurgasız bir yaşam kukla olmayı, köle kalmayı, kediye itlik yapmayı getirir. bu yüzden kalk(!)

17 Temmuz 2010 Cumartesi

ruh hali/şekilsiz

  1. şekilli dünyanın insanlarına, şekilsiz düşüncelerle dalmak istiyorum ...
  2. ayazda titreyen güneşin etrafını sarıp, vücut sıcaklığımla onu ısıtmak istiyorum...
  3. kaybettim diyebilmenin cesaretiyle, bileklerini traşlayıp, damarlarımı dişlemek istiyorum...
  4. gerçek, korkmamaktır. zifiri karanlıkta evinizin dışında yer alan tuvalete, tek başına gidip, titremeden sıçabilmektir yaşam.
  5. sessizlik çok konuşanların oluşturduğu gürültü kirliliğine ortak olmamaktır...
  6. neşe bakireliği bozulmamış embesil insan profilidir[tikky diye yaftalanan insanları devlet bu hale getirmiştir]...
  7. huzursuzluk kaçınılmaması gereken, itekleyici bir güçtür...
  8. acı herşeyi tüm çıplaklığıyla gösteren kızılötesi bir gözlüktür...
  9. ön yargı, insanın argo manada 
  10. öküz olmasına yol açan unsurdur...
  11. korku bencilliği getirir.
  12. sınıflanma ihtiyacı tamamen tahakküm aşkından kaynaklanır...
  13. popüler kültür süngerimsi beyinlere emdirilen kusmuktur...
  14. insan...
sonuç?

kesin bir şey değildir. amorf bir yapının içerisindeki manasız hayattır sonuç. yalnızlık, soğukta çatlayan ellerin güneşi çekip, onu göğüsünün tam ortasında palazlandırmaktır. ukalalıktan uzak kalarak, topluma etkileyici görünmekten vazgeçiştir intihar. yalnız kalmayı göze alıp, inatla karanlığı aydınlatmaktır korkmamak. bilmek, ukalalık yapmamaktır. sürekli neşeli hayat, kandırmacadır. huzursuzluk sentez yapıp, mücadele etmektir. acı uyanıştır. titremeden, umutla yaşamadan, sessiz kalmadan, bireyi öze alarak tüm iktidar kuvvetlerine ve onun metalarına dik durmayı getirir acı. önyargı, ön yardım ile yıkılabilecek, olmadı onun silahıyla katledilebilinecek bir unsurdur. her daim faşizmin unsurları köle edilmelidir. korkunun sizi kullanması, ben merkezciliği doğurur. yabancılaşma ve asosyaleşme gelir. herkes yönetmeye aşık olur. onun bacak arasına girip, meme uçlarını ısırır. ya da onu kölesi ederek, istediği halde donup, taş olmasına yol açacak kadar medusa bakışları fırlatır. estetik görünüş güzel ile çirkinin sentezidir. öznel bir bakıştır. sınıflanma tamamen yönetme arzusundandır. itaat bu noktada afyondur. popülerizm, yediklerimizden şişinmek, içten içe istemsiz gerçekleştirilen peristaltik hareketler bütünüdür. dışa vurumu mide bulandırıcıdır. her şeyiyle ötekileşmektir.

kısacası ruh hali insanın zahiri görüntüsüdür. şekilsizliği bilinçsizlikten, düşünememekten, idrak unsurlarını belli kalıplar etrafından ayıramamaktan kaynaklanır. kölelik bağımlılıktır. özgürlük kerberostan korkmadan kaçmak, lethede balık tutmaktır.



24 Haziran 2010 Perşembe

soru



ölüm, hayat, insan. 

bu üç boktan olgunun içerisinde yürüyen insan...

....neden hep sakat.


9 Haziran 2010 Çarşamba

uyan ve dur de(!)

insanlar...



körelmiş, yarasa insanlar. boya tenekeleri. estetizmin, dışa vurum ile gerçekleştiğini sananlar. beğenileriniz, kokuşmuş halde. nasıl mı? moda algınız ile kokan beğeniniz sayesinde. ölü. uyanın. ilkelsiniz. yıldız savaşları klonlarına benziyorsunuz. böyle imitasyon / yapay bir moda algısına sahip olduğunuz için, fino köpeklerinden farkınız yok. popülerlik peşinde kuyruk sallayan insanlar. sürüngenden daha aşağılık olan kişilersiniz. 

birey olamamışlar. 

salyaları camekanların temizlenmesinde kullanılanlar. pisliksiniz. 

kendi bokunuzu temizleyemeyen, yürüyen pislikler ordusu. bunu dünya bize söyülüyor. hakaret edip, yüzünü buruşturuyor hergün. sarsıyor bizi kendimize gelmemiz için. ya biz farkında mıyız? hergün uyuşturuluyor ve farkında değiliz diye, kendimizi aldatıyoruz. kokuyoruz. ölüm kokuyoruz. etrafımıza karşı duyarsızlaştığımızdan. bencilleştiğimizden. kendimizin etrafıyla sınırlı bir dünya algısına sebep olduğumuzdan, zombileşmişiz. tenimizden buram buram ölüm yükseliyor. bilinçsiz ve şuursuzuz.

neden mi?




kim biliyor ne anlama geldiğini?

hastalık mı yoksa bir hayal mi. ya da internette kullanılabilinecek bir takma isim mi bu?

ne kadar umrunuzda?

yılda kaç kişinin hayatını bu illet dolayısıyla kaybettiğini, biliyor musunuz?
 
kim bilir ki götündeki diessel' den, lewis' tan -her bilmemne şeyden alınmış- marka kotun üzerindeki taşlanmanın, nasıl yapıldığını. kimin umrunda olur ki bu. kim takar ki, nasıl insanların ölümleri pahasına çalıştırıldığını. 

küresel şirketlerin bireyselleşmesinin nasıl tehlikeli olduğunu. algılayamayan, sorgulamayan, türdeşini  korumayan, doğayı umursamayan insan, ölmeli(!) çünkü farkında olmadan zaten ölüyor. mekanikleşiyor. komutlarla çalışıyor. salyaları tüm camekanların önünde sel oluşturuyor(!)ne için?

görüntü herşeydir...gibi kapitalist bir slogan uğruna...

umursamıyoruz. yabancılaşıyoruz kendimize. ekolojimize yabancılaşmış haldeyiz. paranormalliğe ilintilenmiş dizilerin tutkunuyuz. ve cinnet geçiriyoruz. farkında değiliz.

kesinlikle deliriyoruz. kesinlikle. yoksa camekanların önünü kaplar mı salyalarımız... 

acı bu. his bu. yaşadıklarımız bu. alışılmadık bir şekilde itaat ediyoruz. özgür değiliz. kementlerimiz, tasmalarımız mevcut. köpeğiz bizler. istenilen gibi. haksız değilim. narsistim. her konuda eğitilmiş itler gibi, sadakatliyiz sahibimize. tıpkı şu döngüdeki gibi: 

"uymamız için emir veriyorlar. bizde uyuyoruz. kalkmamız için bağırıyorlar, kalkıyoruz. koyun gibi sıralanmamızı istiyorlar, sıralanıyoruz. verdikleri iğrenç yemekler için şükretmemizi istiyorlar, şükrediyoruz. aynı tipte olmamızı istiyorlar, bizde oluyoruz. sorgulamamızı istiyorlar, sorgulamıyoruz. yatmamızı istiyorlar, karanlığa gömülüp yatıyoruz. tepemizdeler. bizleri tanımadan bağırıyor ve hakaret ediyorlar. dünyanın en arı küfürlerini ediyorlar. vücudumuz şişse de bişey diyemiyoruz. SONSUZ İTAAT ismi bunun."



hiyerarşide en altta yer alan ezilir. halk. adını, cinsini, tipini çözdünüz mü bu sahnenin. 

hayatınız bu. 

sonsuz itaat. 

tahakküm etmek, yönetmek. demokrasidir bu. sessiz ve sinsi bir yaşam tarzı. uluyan ama uzaktan gelen bir ses ile korku duymamızı, acı görmemizi, üzüntüyü tatmamızı istiyorlar. bunu yaşamamızı isterlerken de estetik ile bizi uyuşturuyorlar. narkozları bu. görüntüye bağımlı olmak. sekse tapmak. dogmalara inanarak yaşamak. ölümü ruh gibi beklemek. hiç bir şeyi sorgulamamak gibi yolları izlettiriyorlar. uyanmalıyız. 

bilinçlenip, direnmeliyiz. adına toplum denilen bu kokuşmuş genel yapının nasıl çürdüğünün farkına varmalıyız. onlar yalnız. kendilerini düşünürlerken, bizler onların çöplüğünü oluşturuyoruz. içimizde biriken metan ile patlamalı ve onların üzerine yığılmalıyız. 
arzulanması gereken estetik doğada. yağmur sırasında yükselen toprak kokusunda. üreme zamanı göçen kuşların göçüşünde. birbiriyle çarpışıp şimşek çıkaran bulutlarda. gökkuşağının renklerinde. doğanın seslerinde. kısacası gerçek estetik gördüklerimizde. gösterdiklerinde değil. bunun farkına varma zamanıdır. ertelemeyin.

silikozisten ölümlere, maden göçmelerinden dolayı gerçekleşen ölümlere, devletlerin terörlerinden dolayı olan katliamlara dur demek bizim elimizde. sadece biraz daha geniş bir perspektiften bakarak mümkün. imkansız öğütlendirilendir. imkanlı olan ise isteklerimizdir. insan öğrenebilen hayvanların en zekisidir. bu yüzden doğa ona hizmet eder herşeyiyle. bu hizmeti kaybetmemek adına uyanın ve dur deyin(!)

30 Mayıs 2010 Pazar

hamamböceğine tecavüz(+18)


....kimse kendi inançlarının doğru olduğunu kanıtlayamaz

-dünyanın bızırının üzerine acımı fışkırtacağım. 

klitorisini dişleyip, kanatacağım. acı çektireceğim. dudaklarım arasında tuttuğum parçasını sertçe tüküreceğim yüzüne. sen istemeden ben bacaklarını aralayıp, içine gireceğim. hamamböceği gibi kaçacaksın benden. bende kocaman ellerimle ezeceğim seni. içerisindeki pisliği çıkartacağım. anüsünden sahip olup, günahkâr edeceğim kendimle birlikte seni. hergün içip, içip sarhoş olacağım. ardından sokaklarında, kaldırımlarının üzerlerine kusacağım. günahlarımla arınacağım. daha önceleri yapmaktan hep kaçındığım günahlarımla(!)

-iğrenç dünya. 

kusurlu, özürlü, kırık bir dişin üzerinde gezinen dil gibi histerikleşmiş dünya(!) üzerine hergün aynı kıyafeti giyip, dolaşan insanlık: birbirinin imitasyonu kişiliklerden oluşan toplum, çürümüş ve kokuşmuş haldesiniz egolarınızdan dolayı(!) kireç döksek bu mikrop kırılmaz. hiçbir dezenfektan işe yaramaz sizi temizlemek için. tanrının ayak topuğunda olan kirsiniz. estetik ile fiziksel bozukluklarınızı maskeleyemiyeceksiniz, işlediğiniz sevaplarınız ile yarattığınız kusurlu dünyadan iyi bir varlık olarak ayrılamayacaksınız. süslü, boyalı, polemik ve yalan ile örülmüş olan zihinsel zayıflığınız, üzerinize yığılacak. kaçmayın.

-kurtuluş yok(!)


çünkü seni bir köpek gibi görüyorlar. cogito ergo sum. belki olabilir. ama sen olamazsın. yoksun, yokolacaksın. 3 gün ağlanacak ardından. ilk önce yıkayacaklar, götüne pamuk tıkayıp, bembeyaz bir kefene saracaklar.-insan bir doğduğunda, bir öldüğünde arıymış gibi...- sonra toprağın taneleri üzerine yığın yığın atılacak. sevdiklerin tarafından. ilk önce kokacak, sonra çürüyeceksin. ardından vücudunda istemesende başka organizmalar hüküm sürecek-sanki daha önce başkaları yaşamadı mı üzerinde?-

-ahlaki değerleriniz, yaşam felsefeleriniz, ideolojileriniz....

hepsi üzerlerinize giydirilen kılıflardan ibaret.çürümenize sebebiyet onlar. hiçbir farklılığa sahip değilsiniz. sahip olanlarınızın tek farkı, yansımalar sonrasındaki insanın zihnindeki yanılsama. illüstrasyon. emin olun. mutlak tek gerçek bu. david copperfield dahi olsanız, kaçsanız yakalanacaksınız, özünüz tarafından. saklayamadığınız özünüzce. onu değiştiremiyorsunuz. olmuyor. yalan, pislikle sıvanır. estetik örtmez onu. uyanın. ya da geberin. en doğrusu bu. çünkü hergün yeni bir tanrı yaratıyorsunuz tapmak için. önce güç, sonra mülkiyet, şimdi para, yarın da bir başkası olacak...

-toplu bir kundaklama gerekiyor böyle bir dünyaya...

ben sizin yerinize zaten bunu yapacağım. zamanla olacak. bütün piçleri örgütleyeceğim.onlar yapacak bunu-farkında olmasanız da sizde bir piçsiniz- her düşüncenin söylendiği andan itibaren olduğu gibi. piç. düşünceler yorumlarla, kabuk bağlar. yaralasada, karalasada, kökten yıksada kabul edilmez. piç bir çocuk gibi. bu yüzden ötekileştirilir. başka bir deyim ile; piçleştiriliyor sizler tarafından düşünceleriniz. çünkü sizlerde, kendinizi kabul edemeyen öğrenme duyusu körelmiş. birer hayvansınız. ebeveynleri belirsiz fikirlere sahipsiniz. sizin zihninizden çıkan fikirlere. günah katrelerisiniz. kabul edin. etmesenizde her birey yaşamında en az bir tane piç fikre sahiptir.örnek mi: kaynağını bilmediğiniz fikirlerden gebe kalıyorsunuz hergün. sınıflanma, mülkiyet, para, genel ahlak. yetmez mi. fanusunun dışına çık ve nefessiz kalmaya çalış. 


anlayacaksın(!)

-ben seninle zorla olacağım dünya. 

tıpkı beni bu dünyaya zorla getiren annemin, zorla bedenine girildiği gibi. zorla bana dayatılan kurallara saygı duymam gerektiğinin öğütlenmesi gibi. zorla saygısızlık yapana, saygı duymam ve olmadığı bir kişiymişçesine, davranmamın nasihatlandırılması gibi. zorla birlikte yaşamamın gösterildiği, ölü bir toplumun bireyi olmam gibi. (V)b gibi. farkında değilsiniz. beni canileştiren sizlersiniz. ama artık şunun farkındayım: "..insanlar bu söylediklerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı unutsa da onlara hissetireceklerimin korkusuyla titreyecekler."

ürkek hamam böcekleri unutmayın....


"...asil bir cesaretle öngördüğümüz kötülüklerin, yarısıyla karşı karşıya gelme riskine girmek; olabileceklerin endişesiyle yaşamaktan ve onlara karşı korkakça, kayıtsız kalmaktan daha iyidir."(Herodot)

27 Mayıs 2010 Perşembe

monoklinik vaka



çilemi toprağa gömüp üzerine işiyorum. 

çok sapıkça değil mi?

her şeye rağmen, amonyak onu yeşertmez diye umutlandıkça yanılıyorum. hergün bir başka ölüm. her saat bir başka acı. hayatın öznesi olmaktan çıkmış, asalağıyız artık. sorumsuzca yaşamak nasihatlandırılıyor bize. korku hissizlik. ölüm ise bir deli gömleği insan için. hep zamanlarda onlardan almamız gerekiyor nasıl yaşayacağımızı. toplum. gevrekleşeceksin.

ne yapabilirim ki?

denetlenmeyen bir yaşamı elinde tutmak gerekir. özgür, öznel ve korkusuzca yaşamak lazım. mücadele etmek gerek. kısa cümleler ile uaztmaya gerek kalmadan noktalamalı hayatı. sus. deli saçmalığı bunlar. korkuların yarattığı imgelenimler. dil neden titrer, yürek bu kadar ateşliyken(!)

anlatamadıklarıma, 

dünyanın tüm sözcükleri yetmez olmuş. 

ah deli sevgilim. hala farkında değil bendeki git - gellerin. çocuk. olsa da, olmasa da anlamı çok fazla beynimde. herşeyi seninle beziyorum, tıpkı şu bir kaç kelime gibi. yetmez. çok azlar seni ifade etmek için.

titrek bir ruhum var. 

artık düşünmekten tepsiye dönmüş beynim. 

hiç kimseye göre ben kimseyim. kimseysemde ölseydim. ne olur ki. iki rekat göz yaşı. hiçiz. neyi istediğimizi bilmiyoruz. ama neyi yaşıyoruz. neyi istediğimizi bilsekte, arzularımızı biz mi var ediyoruz. suskun ve donuk. karmaşa varlıkta sarmaşıklaşmıştır. dünya. bana ne senden. sevdiklerim bendeki onları görmediği sürece umrumda bile değilsin....

...
..
.

elimi bedeninin en mahrem yerlerinde dolaştırdığım insanlığın klitorisi, kanlanmış.  o kadar fazla dil darbesi var ki üzerinde insanlık ona daha fazla anlam yüklemekten kaçınıyor. korkmuş. o kadar fazla kadınlaştırılmış ki bu dünya, hep suçlanmış. ya gerisindeki erillik. 

güç ve iktidar. 

nasılda çürütmüş. ölüm gelmişte geçiyor. sırat köprüsündeki maymunların kafa karışıklığında, hala elimiz apış aramızda. ya erkekliğim giderse. neyin gururu bu. azrailin tokatları uyandırsın seni. dilimi keste doğra. yasaklanmış, kalçalarına parmak attım. sarsılma. kelimeler artık sende. farkına var diye daha  da gömdüm kendimi, kendime. susmak fiili bir eylem bireyde. bu yüzden soru şu:

hiç siz kimeden ayrı kalabildiniz mi?

lethe'ye balığa gittim bi dahakine yine gelecem buraya.

23 Mayıs 2010 Pazar

ölümün yosma hali(+13)

size ölümlerin en yosma hali ne desem, 
 
buna bir mana yükleyebilirmisiniz?

hepimizin yaşamında hep yalnızlık mevcuttur. bazılarımızın ise, içerisinde bulunduğu kalabalık hayatta yalnız olduğunu söylemem, çok yeni bir örnek değildir. ama herkesin birbirine yabancılaşıp, bencilleşmesi; düşünebilen hayvanlar olarak benliğimizi yitirmemiz, oldukça acı bir betimleme olsa gerek(!) 

kopuk ilişkiler, çarpık cinsel gelişim, sağlıksız bireyin toplumsallaşması, düşüncenin monoton ve mat kabul edilmesi. çürümenin fizyolojisine dair her şeyin yaşanılması gerekli kurallar olarak dayatılıyor bizlere.

örneğin

gözlerinizi açıp pencerenizin dışına doğru uzanın ve bakın:

günlük yaşamımızda dolaşırken, sokakta nefeslerimizin birbirini fransız öpücükleri ile dillemesi, kalabalıkların birbirine çarptığı halde birbirinin varlığı hakkında umursamaz duruşu, kökten ayrımcılığın bir yüzüdür. 

konuşurken, yürürken, dolaşırken, otururken birbirimizle korteksimizde sevişiyor ve bundan bir hayli fazlaca  gizli haz alıyoruz. 

zina denilen dini yasağın zevki, vücudumuzda bizi ereksiyon halinin en üst sınırlarında gezindirerek deliriyoruz...

kontrol edemediğimiz arzularımız sayesinde her daim bunu gerçekleştiriyoruz. 

ne mi burda ki vurgu.
arzularımızı kontrol edemiyor ve hedonist bir edayı gizlice idame ettiriyoruz. buna katatonik bir halde bağımlı olsakta, bizler çoğunlukla bu eylemleri inaktif bir halde yapmadığımızı ve yapmamamız gerektiğini öğütlüyoruz çevremize. 

yaşam eksenlerimizin paralelliği söylediklerimizle uyuşmadığından buharlaşıyor. 

bizler neden kendimize yabancıyız?

çünkü...
sus...

...ruhlarımız yosma.

yaşayan ölüler gibi etmizi günübirlik kılıfımızla örtüyoruz. -tüketmelisin kendinide- üstünde durduğumuzun buharlaşması, gökyüzüne olan aşırı umutlarımızın kofullaşması; içerisinde bizi arafa itiliyor. kalakalmışız bir şüphenin içerisinde. 

korku herşeyi titretiyor. 

acı herşeyi daha da soluklaştırıyor. 

kaskatı bir penis gibi hayatın içerisinde, birbirimizi sıvazlıyoruz. herşey akıcı, herkes dinamik ama hayat hep aynı yerinde statik?

nasıl bir çelişki yumağıdır bu. nasıl bu kadar körelmiş haldeyiz. ayın şuası yüzümüze çaktığında parıldayan gözlerimiz, kan çanağı halde diğerinin gözüne yansıyor. 

uyumak bunu görmekten iyidir.

sis.

balıkların sahillerden uzaklaştığı yerlerde ölümler simaya yetişmiştir...

bir koku arı denize sinmiş, yapraklara nüfuz etmiş, canlıları yok etmiştir. canlılık yok. tek suçlusu sensin işte.

bu durum, yosma bir hayatın bekçisi olmayı istediğin sürece devam edecek...

arzular isteklerden bağımsızdır....

20 Mayıs 2010 Perşembe

benim sana olan kinim

senin verdiğin acıları,
topuklarının bastığı
kırlara serdim.

hırsım
sana karşı bu.
kinlen
-dim.

topuklarının
her uygun / uygunsuz 
hareketi ile...
menekşeleri
ezişi ile...

topuklarında kalan kokuydu
benim sana karşı olan
kinim.


16 Mayıs 2010 Pazar

gölgenin ardından doğan karanlık içerisinden

...tanrıları, parmakladım geliyorum sözlerle. kelimelerin karnına bırakacağım piçler, toplumun ben/biz -de yarattığı sanılar. size üflüyorum onlardan çıkan ateşi.

püfff....

30 Kasım 2009 Pazartesi

Var Olmak mı, Yoksa Olmamak mı

var olmak mı,
yoksa olmamak mı,
bütün sorun bu!

düşüncelerimize katlanması mı güzel,
zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
yoksa diretip bela denizlerine karşı
dur, yeter!
demesi mi?

ölmek,
uyumak sadece!
düşünün ki uyumakla yalnız
bitebilir bütün acıları yüreğin,
çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
çünkü, o ölüm uykularında, sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
ne düşler görebilir insan,
düşünmeli bunu.

bu düşüncedir
felaketleri yaşanır yapan.
yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
zorbanın kahrına,
gururun çiğnenmesine..

William Shakespeare

24 Kasım 2009 Salı

Göçebeler ve Köklüler



Ne güzel demiş edebiyat ozanımız değil mi?

Bizleri diğer canlılardan farklı kılan da düşüncelerimizdeki farklılıklarımız değil midir?

..fakat bütün bu kadar muazzam güzellikte olan bakış açılarına rağmen, bizler neden hala bir sınıflandırma içerisinde esiriz, hiç anlaşılmaz. Yine Yaşar Kemal' den devam edelim:

Ben iki şeye inanırım, iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine:

"Halk ve Doğa". 

Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım...


Deveye Demişler ki...


Bir bozuk düzen içindeyiz. 


Hepimiz yakınıyoruz.

...kısacası:  

Hangi, aklı azıcık bir şeye erenle konuşsan, bir dert kum kuması. Vah memleketin hali, ah memleketin hali. Bu gidiş ne olacak sorusunu birbirine sormayan yok. Ama hiçbir kimse -ki bu konuda yakınanlarda dahil- ah vah edenlerden hiç kimse de durumumuzu düzeltmek için parmağını kımıldatmıyor.

Lafın kolayındayız.

Uyuşmuşuz.


Hiçbir iş karşısında sorumluluk kabul etmiyoruz. Bin dereden su getirip, herkes kendisini temize çıkarıyor. Hakları var yok, o başka iş. Ama memlekette hangi dalı tutsan eline geliyor. Var olan bu. Herkes umudunu kesmiş gibi. Birbirine karşı kimsenin güveni yok.

Bütün bunca koşullu umutsuzluklara rağmen, çözümü de sunuyor, koca heybetli edebiyat ozanımız Yaşar Kemal ve diyor ki: 

Bütün umutsuzlukların, ah - vahların, kaçınmaların üstünde gene de bir şeyler, bazı yönlerde bir şeyler yapmak zorundayız. Parmağımızı kımıldatmak zorundayız. Uyanmak, bazı meselelerimizin üstüne dostça eğilmek zorundayız. Öyle meselelerimiz var ki, onları savsaklamak, bize çoğa malolacak.


Bir ölüm dirim işi bu(!).
Var olmak, ya da olmamak.

Bugünü düşünün ve yaşadıklarımız neyin eseri?

Uyanmak gerekli değil midir, ünlü yazarın dediği gibi?

Dahası bitmiyor, Yaşar Kemal' in söyledikleri bitmiyor. Göçebelere bağlı olarak yerinde bir tespit yapıyor ve şu yargıyı oluşturuyor:

"...göçebeler*, muvakkaten üzerinde yaşadığı toprağı sömürür. O gittikten sonra varsın bu toprak çöl olsun, aldırmaz."

...diyor. Bugünün koşullarını düşündüğünüzde, yakın tarihteki, yakın coğrafyamızda yaşanan ve hala yaşanmakta olan savaşlarda, işgalcilerin(-onları göçebeler gibi nitelendirebiliriz.-) geride bıraktıkları medeniyetleri, yani sömürü medeniyetinden geriye kalan artıklardan başka bir şey değil de, nedir?

Yaşar Kemal, az söz söylüyor ama çok şey barındırıyor tümcelerinde...

Köklüler** için de, göçebeler gibi bir yargı geliştiriyor ve başka bir sonuca varıyor:

"...köklü, üzerinde yaşadığı, tıpkı kendinden evvel ki ceddi gibi, kendinden sonra da ahfadının üzerinde yaşayacağı toprağı besler"

...diyor.

Yani köklüler, toprağın insanı olduklarından, toprağı köleleştirmez. Fakat köleleştirilmiş bugün kü toplumun mantığı, bunu barındırmamaktadır tabi ki. Çünkü bugün toprağının dokusunu, onun kokusunu ve değerinin bilincinde olan köklüler, yoktur. Bunun yerine, mülkiyet sınırlarında ulus şirketler dünya düzenini allak bullak etmektedirler. Önlerine aldıkları kuklaları ile de toplumun bir çok kesiminde savaşlar çıkartmaktadırlar. Ve herkesin sadece sorunu söyleyip, olayı görmesine izin verse de, kesinlikle onların bir çözüm üretmemesine doğal bir kılıf oluşturmuştur yaptıklarıyla.(Bknz: The Corporation) Neyse devam edelim.

Yaşar Kemal der ki bir makalesinde:

Orta Anadolu' yu biliyoruz ki, böyle çöl değildi. Orman kalıntıları daha var Orta Anadolu da. Bunu bilginler söylüyor. İnanmayan bizim Ormancılık Fakültesine soruversin. Doğu Anadolu da böyle çöl değildi. İnanmayanlar Van Gölü' nün güneyindeki ormanları gitsin görsün. Ya da bilenden sorsun. Ben 1951 yılında bu ormanı gördüm.


Aradan sekiz yıl geçti.


Sekiz yılda bu orman belki de bitmiştir. O zaman ben yalancı çıkarım.

Bunu bu şekilde, köklülülerin böyle işlenmiş ve güzel bir şekilde bırakacağını betimliyor. Ve devam ediyor:

Köklüler, kendilerinden sonra gelenlere bakılmış topraklar bırakırlar. Biz hiçbir zaman bakmamışız toprağa, bakmıyoruz da. Toprak yene yene, kemirile kemirile, git gide bitmiş. Yurdumuzun topraklarından dörtte üçü, bire beşten fazla vermiyor. Verimini artırmak için de bu toprağın canına, hiçbir şey yapmıyoruz. Tam aksini yapıyoruz.


Köylüsü, aydını el ele vermişiz, kemiriyoruz, öldürüyoruz topraklarımızı. Bu gidişle elimizde bire bir, bire iki verim veren topraktan başkası kalmayacak.


Yirminci yüzyılda, şu modern dünyanın başını alıp Ay' a gittiği günlerdeyiz. Eller, toprağına gözü gibi bakıyor. Toprağı nasıl toprak eder de, verimini nasıl artırırız diye, çaba içindeler. Toprak bilimi en ileri bilimlerden biri olmuşken. Üzerine bide Ziraat Fakültesi kurmuşlar. Bilim adamları harıl harıl çalışıyorlar. Bizim bunlardan farkımız yok, bizde de var bunlardan...


Bizim ektiğimiz biçtiğimiz toprağa hiç karıştığımız var mı?


İyi yönden diyorum. 

Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu?

Bilimin karıştığı var mı işimize?

Ormansız toprak olmaz. Birkaç dikili ağacımız kalmış, onu da bitirmek, tüketmek için büyük çabamızı görmüyor musunuz?


El ele verip, milletçek birleştiğimiz tek şey, ormanlarımızı bir an önce yok etmek çabası değil mi?

Köylü toprağından kopuyor, şehirleri gecekonduyla dolduruyor. İnsanlar böyledir. Bütün dünyada da böyle olmuştur, diyebiliriz.


İnsanlar daha iyi bir yaşayışa geçmek için yerlerini terk ederler . Bunun önüne geçilemez de diyebiliriz. Köylerden gelenler işçi olurlar, endüstriyi beslerler de diyebiliriz. Bizimkiler ölmüş, çoluklarını çocuklarını yaşatamaz topraktan kaçıyorlar. Arkalarında toprak olmayınca ne kadar büyük endüstri kurarsan kur, onu sürdüremezsin.


Biliyoruz ki, bizde endüstri de yok(!)

Bu gidişle, durum apaçık gösteriyor ki, topraklarımızın üstünde aç, sefil, ekmeğe, bir dilim kuru ekmeğe muhtaç sürüneceğiz. Bu memleket halkını göçebe olmaktan kurtaralım. Daha o kadar elimizden çıkmış değil topraklarımız. Bizi besleyecek bir kaç verimli yerimiz daha var.


Bu söylediklerimi okuyup da yalan, yanlış diyecek bir tek kişi var mı?


Öyleyse ne duruyoruz?

Gene biribirimizin gözünün içine bakarak sızlanacak mıyız?

Yaa, doğru ama...Efendim çok doğru...Ama ne çare ki...Olmaz ki...Bunun önüne geçmek gerektir...

Vatan toprakları... Vaah vah mı diyeceğiz?

Vaaah ormanlarımız, vaah...


Oldukça ironik betimlemeler seriyor bize Yaşar Kemal. Toprağın nasıl katledildiğini, 1950' li yıllarda kaleme aldığı bu yazıyla dile getiriyor. Ve bir nevi bu yazı içerisinde 1984 tarzı bir yaklaşımda doğurabiliyor usta yazar.

Nasıl mı?

Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. (Bknz: GDO - DDT vb...)En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu?(Bknz: Suların özelleştirilmesi, yıllardır doğu anadoluda siyasi oyunlar ile toprapın kuraklaştırılması gibi...)


Bilimin karıştığı var mı işimize?

...oldukça ileri görüşlü bir yazı bu. Ve bu açıdan, irdelendiğinde çok derin yaralarımıza ve tedavi edilmekten kaçınılmış bir çok sorunumuza işaret ediyor aslında değil mi?

İşte bizler sadece sorunu söyleyip, yüzeysel okumalarımızla onları kılgısal olarak pratik etmemize rağmen, her konuda ahkam kesiyoruz. Sorunu söylüyor, çözümünü ifade edemiyoruz ya da çözümü de üretip kendi çözümümüz için taşın altına el atmıyoruz. Bu samimiyetsizlikten ötürü kimsenin kimseye güveni kalmamış toplumda.

Yaşar Kemal ise, hayatı boyunca benim açımdan, edebiyatın ve türk sosyal hayatının köklülerindendir. Bu yüzden de kendinden sonra gelecekler için yaşanılacak bir dünya bırakma uğraşısında benim açımdan. Bunun için, kendi yaşadığı coğrafyanın yapısını, dokusunu, sosyal mekanizmasını işlerken o bölgelerin çiçeklerinin çeşit çeşit zenginlikte olan insan profilini, eşsiz betimlemeleriyle bize aktarırken barışı, kardeşliği ve farklılıkların doğuracağı zenginliklerin yaşatılmasını öğütlüyor eserlerinde...

Onu okuyan bu açıdan göçebesi bile olsa bir coğrafyanın, onu okuduktan sonra köklüsü gibi yaşanılacak bir dünya bırakmaya çalışır. Bu yüzden topraklarınızdaki farklılıkları sömürmek ya da sindirmek yerine onları yarınların kardeşçe yaşayabileceği bir dünya için kullanılmasına olanak sağlamalıyız. Salt sorunu söyleyip çözüm üretmemek, çözüm üretip gerçekleşmesini şansa bırakmak veya onun için uğraşmama samimiyetsizliğinden sakınarak, yarınlar için umudu köklülerştirmek gerek. Irkçılık, sınıf farklılığı, mülkiyet sınırsızlığı, dinsel fanatiklik, kültürüel yozlaşma, ön yargılar ile geliştirilmiş çürümüş toplum kuralları, genelleştirilmiş yaşam biçimlerinde uzak bir yaşam için uğraşmalıyız.

Göçebe değil, köklü olmalıyız. Olamasak bile en azından onların felsefesinde insanın özgürlüğünün mevcudiyetini yaşatmalıyız.

Sonuç olarak, daha sağlıklı bir yaşam için: İçsel yerlerimizin işgali ile göçebe siyasetçiler tarafından sömürülmesine izin vermeyerek. İnsan olduğumuzun bilinçliliği ile köklü mantığıyla yarınların saplkınlıklardan uzak olarak, sağlıklı, mutlu, farklılıklara rağmen homojen bir halde dostça ve sevgiyle oluşabileceği bir gelecek için uğraşmalıyız! 


*Toprak kemirgenleri

**Topraktan gelen, toprakçıllar.

Not: Bu tanımlamalar tamamen benim öznel algılamamdır.
Alıntılar: Yaşar Kemal'in 1950'li yıllardaki yazıları ve Baldaki Tuz eserinden yapılmıştır...

İnsanın Yedi Çağı




Bütün dünya bir sahnedir...
ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu...
girerler ve çıkarlar.
bir kişi bir çok rolü birden oynar,
bu oyun insanın yedi çağıdır...

ilk rol bebeklik çağıdır,
dadısının kollarında agucuk yaparken...

sonra mızıkçı bir okul çocuğu...
çantası elinde,
yüzünde sabahın parlaklığı
ayağını sürerek okula gider...

daha sonra aşık delikanlı gelir,
iç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şirleriyle...

sonra asker olur,
garip yeminler eder.
leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç,
savaşta atak ve korkusuz,
topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar...

sonra hakimliğe başlar,
şişman göbeği lezzetli etlerle dolu,
gözleri ciddi, sakalı ciddi kesimli...
bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur
ve böylece rolünü oynar...

altıncı çağında ise palyaço giysileriyle,
gözünde gözlüğü,
yanında çantası,
gençliğinden kalma pantalonu
zayıflamış vücuduna bol gelir.
ve kalın erkek sesi,
çocukluğundaki gibi incelir.

son çağda bu olaylı tarih sona erer.
ikinci çocukla her şey biter.
dişsiz,
gözsüz,
tatsız,
hiç bir şeysiz..

"Nasıl Hoşunuza Giderse" 3. Bölüm 7. Trajedya / William Shakespeare