Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2011 Pazartesi

peace without victory

estetik görünümlü savaş propagandası söylemidir bu...

kökence eski tarihimizde bizim kadar dinç bir şekilde ilerleyen bir çığırtkanlığın, ironik ifadesidir. herşey göründüğü gibi değildir. aslında bu amerikanın büyük kapitalist liderlerinden w. wilson taktiğidir. günümüzde hala aynı politik açılımın geçerli olması ve yaşlanmadan devam etmesi oldukça acıtıcıdır. insanların zihinlerine, kitle iletişim araçlarını ve mum tipli aydınları kullanarak, soyut transkilizanlar emzirilip etkilemeler yapılması, bugünkü savaş çığırtkanlıklarının temelini oluşturmaktadır. bunun yıkılmamasının en büyük sorumlusu ise ezberci sistem ve onu sorgusuz kabullenen biz sistem kullarıyız. bu yüzden korku pedagojisiyle hiç bir şeye itiraz edemiyor ve tahakkümün sadık köpekleri haline geliyoruz / gelmişiz. kitap okumaya aşina olmayan bireylerin içerisine müdahil oldukları öğretici meslek gruplarını, maddi gelir kapısı olarak görmesi, kapitalist sistem gereğidir. mutluluk paraya endekslendiği için günümüzde bunun değişmesinin imkansızlığını, insanlar tanrılaştırmıştır. çünkü tanrıya inanıyorsanız, sorgulamamanız gerekmektedir. 


bu bağlamda zeki amerikan otoritesi, paralarının üzerine tanrı ifadesini yerleştirmişlerdir. tanrı bu nokta da onların kuklası olmuştur. ama farkına varılmayan ise o soyut kavramında pragmatik bir şekilde çıkar uğruna metalaştırıldığıdır. bu sistem gereğidir. hoşunuza gitmese de kabullenmiş ve süreğen hale getirmiş durumdasınız. bu noktada savaşta bir çeşit sistemin ayakta dinç kalmasını sağlayan, sistem endorfinidir. çünkü savaşlar gerçekleşirse sistemin istemediklerini asimile edebilir, gerçek olanı yalanla değiştirebilirsiniz. katledebilir, ilkelleşerek yaptıklarınızı savaşın sonunda barış getirdik söylemiyle pastel renklerle ifadelendirebilirsiniz. bu işte halkların göremediğidir. toplumların bu noktada körelmesine en büyük temel etki ise kollektif harekettir. toplumların, savaşların hala ne kadar mantıksız ve çözümsüz olduğunu görmemelerini sağlamak, tamamen cehaletin ayakta tutulmasından kaynaklanmaktadır. bu sürecin geliştirilmesi oldukça planlı bir çalışma ürünü olup, "zihinlere cehalet mutluluktur" mantığını empoze ederek ayakta kalmasını sağlayan deformasyon kültürünün zırvasıdır... fakat dünya da bunun böyle olmadığını görebilenler olduğunu görmek, direnişi ayakta tutmaktadır. bugün inansakta, inanmasakta bir ayaklanma başlamıştır. önemli olan uyanabilmek / uyandırabilmektir. bu süreçte, wilson hükümetinin hala gündemde olan bu görünürde savaşa karşı olupta, toplumları birbirine kırdırma yöntemi olan zafersiz barış söylemi, yok edilmelidir. bu yöntemin gelişimini amerikalı ünlü aktivist yazar noam choamsky " medya denetimi " isimli kitabında çok iyi açıklıyor:
****
propagandanın erken dönem tarihi

modern devletin ilk propaganda operasyonu.

woodrow wilson hükümeti zamanıydı. woodrow wilson, birinci dünya savaşı' nın tam ortasında, 1916 yılında "peace pithout victory" (zafersiz barış) sloganıyla başkan seçilmişti. son derece pasifist olan halk, bir avrupa savaşına dahil olmak için hiçbir neden göremiyordu. aslında savaşa çoktan imza atan wilson yönetimi, bu konuda birşeyler yapmak zorundaydı. hükümetin "creel komisyonu" adıyla kurduğu bir propaganda komisyonu, altı ay içinde etkisini göstererek o barışçıl halkı, histerik bir savaş çığırtkanı haline dönüştürdü ve alman olan her şeyi yakıp yıkmak, tüm almanları lime lime etmek, savaşa gidip dünyayı kurtarmak isteyen insanlar yaratmayı başardı. bu esaslı bir başarıydı ve ardı sıra gelen başarılara da önayak oldu. tam bu sıralarda ve savaşın hemen ardından, aynı yöntemler histerik kızıl korkusu' nu kışkırtmak için kullanıldığında ise sendikal birliklerin tahribi ve siyasi düşünce ile basın özgürlüğü gibi tehlikeli sorunların saf dışı bırakılmasında oldukça büyük başarı sağlanmıştı. bu işi organize eden ve işin başını çeken o çok büyük güç, aslında medyadan ve iş dünyasındaki büyük şirketlerden gelen yoğun destekti ve tam anlamıyla bir başarıydı. wilson' ın savaşına etkin bir şekilde ve hevesle katılanların arasında, john dewey çevresinden olan ve şovenist fanatizmin ortaya çıkmasını sağlama yoluyla "gönülsüz" halkı dehşete düşürerek nasıl savaşa sürüklediklerini, o döneme ait kişisel yazılarında gururla anlatıp bundan "toplumun daha zeki insanları" oldukları sonucunu çıkartan ilerici aydınlar da vardı. saldırı yöntemlerinin kullanım alanı oldukça genişti. örneğin, alman askerlerinin zulmü, kolları koparılmış belçikalı bebekler ve hâlâ tarih kitaplarında okuduğumuz türlü türlü vahşet üretimi... bunların çoğu, o dönemin gizli müzakerelerinde "dünyanın düşüncesini yönetme"yi vaat eden ingiliz propaganda bakanlığı tarafından icat edildi. ancak bundan da önemlisi, o zamanlar barış yanlısı ülkeyi bir savaş zamanı histeriğine dönüştürüp yoldan çıkartan propagandayı yaygınlaştırabilecek daha zeki amerikan toplumu bireylerinin düşüncesini kontrol etmek istemeleriydi. işe yaradı; hem de çok. ve bir ders verdi: " devlet propagandası, eğitimli sınıflar tarafından desteklendiği ve herhangi bir dönekliğe izin verilmediği takdirde, büyük bir etki yaratabilir. hitler ve daha bir çoğundan alınan bu ders, günümüze dek izlenmiştir."

*****



alıntı yazıdan da anlaşılacağı üzere, eğitim düzeyi yetkin seviyede olan her birey bu zinciri aşındırıp, kırmada etkili olabilecek potansiyele mevcuttur. sadece yapılması gereken, eğitim sisteminde empoze mantığıyla dayatılanlara biraz septik yaklaşımla bakılıp, verilen bilgiyi olduğu gibi özümsememek,  insanlık için oldukça önemlidir. yoksa bugün kü herhangi bir diktatör diye nitelendirilen, modern devletlerin zamanında kuklası olan insanların öldürülmesi, onların canlarının televizyonlar önünde alınma vahşeti, bizi ortaçağın o teokratik ve gelişmeye kapalı, belli zümrelerin refahını öne çıkaran sistemlerin yeniden doğmasına götürmekten başka hiçbir boka yaramayacaktır.

bu sistemin o döneme göre farkı ise; kitle iletişim araçları arasına yenilerinin karışmasıdır. bunlara en büyük örnek; internet denilen devin, modernizmin kevaşesi olduğu gerçeğidir. ama bize şunu da göstermektedir ki; "...istemediklerine, yasakladıklarını da delebiliriz, sorgulayabiliriz."

ama görebilirseniz...bunu adam fawer' ın empati kitabı kahramanı çok iyi betimliyor aslında:
*****

...tanrı' nın iyi olduğuna inanmam gerektiği öğütleniyor ve merhametli olduğuna da... tüm dinler dünyanın mükemmel olmadığını söyler, nedenlerini de söylerler ama bu nedenleri sorgulamayı yasaklar... kendi sesini öfkesi ile besleyerek karşısındakilere yöneldi ve karşısında yer alan, sorgulamaktan korkan güruha ne gördüğünü şu etkileyici ifadelerle dile getirdi:"...size benim ne gördüğümü söyleyeyim. savaş görüyorum. hastalık görüyorum. acı çeken insanlar görüyorum. kötülüğü görüyorum. kendinden zevk alan nefreti, kendi dehşeti içerisinde yüceltilen kötülüğü görüyorum. sevgi kürkü altında, aslında insanlara yaşamlarını çökertmelerini ve kendisinin getirdiği kurallar ile hayatı çökertmelerini ve kendisinin getirdiği kurallar ile hayatı sorgulmasını sağlayan öfke dolu kötülüğü görüyorum...

*****

...diyor. bize bizi sorgulayanların, sorgulamamızı yasaklamalarını gösteriyor. ama görebilene...kaçımız empati yaparak savaşların mantıksız ve çözümsüzlüğü getirdiğini görebiliyoruz ki?

acı. 

biat kültürü, kültürel koyunluğun post modernist arap şeklidir!

uykudan uyanmanız hayaliyle!


10 Temmuz 2010 Cumartesi

aylaklık

sözlük anlamıyla: avarelik, başı boşluk anlamında kullanılır. 

aylaklık işçi kesmine haktır. bütün totoliter rejim patronları köleleştirilmelidir. hemde en alt tabaka dedikleri, insan olarak görmedikleri işçileri tarafından. çalışma etiği denilen saçmalık onların ürettiği dayatma manifestolardan bir tanesidir...
neyse konu dahiline dönersek,

yorum düzeyinde ele aldığımızda aylaklık; osmanlı' da, haremde nargile içip, bağdaş kurarak genç harem fahişelerinin kalçaları süzülür. memelerinden tutun, kadınsı tüm hatları üzerinde libidolar arttırılır. hemde hayvani bir itinayla...

ardından...

parlak, pürüzsüz tenli gençler hadım edilerek erillikleri elinden alınır. tüysüz tenlerine gölgeler düşürülür. saklı kalması gereken hazlar için köleleştirilirler. susturulurlar. ardından yeri geldiğinde, onlarda tadına bakılasıdır, otorite için...

bu toprakları üzerinde, yaşadığımız coğrafyadaki aylakların hayatından bir kesit.

fakat medeni dünyada, bir başka hale bürünür aylaklık.

-kimilerine göre böyledir.-

çalışıp daha fazlasını ihtisap etme şekline girer. bir yarış ortamındaki hamamböceği gibisinizdir. ya da deneysel araştırmalar için onların türettiği, kobay farelersinizdir. dışınız tamamen onlarla dolmuştur. içiniz çürüyüp, kireçlenesi bir haldedir. bu sizi çelişkiye bağımlı yapar. örneğin: beleşi elimizin altına sunulana şüpheyle yalkaşıp, pahalı ve en değerli olan için köpekleşiriz. bu bağımlılıktandır. kime mi? onların estetiklerine, ahlaklarına, konumlarına...emirler verilir, bizlerde itaat ederiz. düşüncemiz elimizden alındığında kalan neyse ona evriliriz.

neden? 

çünkü bu korkudur. 

onların hedonizmine sahip olamama korkusu. veya istediğimizi elde ettikten sonra ne yapacağımızı bilememe şizofrenisi. git gide özümüzden koparak mekanikleşiriz. yabancılaştığımız kişiliklerimizi yitiririz öncelikli olarak. ardından totaliterizmin iti oluruz. ahlak pizzası içerisinde onların dayattığı yaşam formlarına bürünürüz.



ahlak pizzası. dünyanın en kokuşmuş yapısıdır. üzerinden baktığınızda estetik bir halde vicdanınıza sahip olur. bu insanların şizofrenisinin kaosudur. en altında ezilen hamurunuz, üzerindekilerden dolayı cıvıklaşır. topluma açık kenar kısımları kıtır kıtırdır. sert ve katı hali ısırıldıkça çatırdar. ahlaki çöküntü, sert olan kabuğunun kırılmasıyla içimize dolar. yalnızlığımızın edepsiz tanrıları olmamızı canlandırır zihnimizin labirentlerinde. çok konuşur, çok yorum yapar. ama hiçbirinin içini dolduramayız. hava içten çürütür. burnumuzun havadanlığından, uçucu toplum etkilerinden başka bir boka neden olamayız. 

hadi düşünün.

ahlaki değerlerden bahseden, eleştiren ve yeren kimselerin; kendi yerdiklerini yapmaları, etik bir karmaşa değil de nedir. 

kısacası aylak hayat karmaşayı öğütler. sizi size götürecek karmaşayı. bu kerberosun zincirinden tutmaya benzer. risklidir. düşünmek, sorgulamak etkindir.

kimisine göre de başka birşey. tanımlanamayan, nitelendirilemeyen bir olguya...

görebilene.

8 Temmuz 2010 Perşembe

sağnak

çan sesiyle inleyen bir sokakta,
karton altındaki hayat....

özgürsün.



tüm inançlarını yitirmiş, umutlarıyla kalp rektumunu temizlemekte. nasıl inanmasını beklersin. yağmur şiddetiyle birlikte, onun üzerine çöker. çöpler üzerindeki korunağı olmuştur. yaşamıda çöplük. olan bu. böyle bir kişinin bataklık dünyadaki yeri; en dip. hadesin deliği. susmak, ondaki anlamıyla konuşmanın en tezahürlü halidir. kim(lik)siz yaşamın içerisinde hayat idame ettirmek. umutlarını façalayıp, kanatmayı öğrenmiştir yanlız kişi. insanların maskesiz halleri, sokaklardaki imitasyon kişilikler. yıldız savaşlarındaki klonlar gibi, moron bir yaşamı emirler boyunduruğunda sürümek.


kötü.
kokuşmuş.
yoksul.

yedi tepenin yamacında sıkışmış hümanizma: lahana gibi kendini sarmış-sarmalamış. özgür/özgün olamayacak. bir şeylere bağımlı yaşamak. korkuyu ve statik bir yaşamı getirir. soğuk duracaksın insanlığa bazen. delirmek değil bu. yorum, zeytin yağı gibi çeşitli formalara girebilir. ben sizin kadar eskiyim. yüreklerindeki umut sadece ötekisinin bolluğundan. ben yalnızım. sizlerin türettiği bir sefaletim.

nasıl mı?

örnek: diyarbakır' da ramazan kumanyasıyım. yardım arzusuyla çamura saplanan hançerim. toprağı yürekten yaran insanlık balgamı olan kumanyayım. insanlık ise çamur. bir kamyon, anne sırtında bir çocuk. kamyon içerisinden insanlara fırlatılan yardımlar, ruh fahişelerinin hazzı. meni. unutulmamalı...dedikçe unutulanlar. alzaymır kişilikler. istençli, unutkanlık. kötülük bunları unutmak lazım. ama güç yarattıklarımızda. para para para. ekranlardaki yaşamlar...kahrolsun televole. insanlığa attığın rövaşata hala arşta dolanıyor. düşmeli. içindeki helyumu, söndürülmek gerek. balon yaşam. bu yüzden inançsızım sosyal mühendislik ürünü ideolojilere...

kendi türettiğinin esiri, tanrının topuk kiri insan. şişindikçe patlamaya zamanlanıyorsun. korkuyorsun yarattıklarınla hissizleşerek tüketiyorsun. domuzsun. çamurun ise beyinler. tepsi gibi dümdüz beyinler. üzerine ne koyarsan itinayla taşıyorlar. gözünü yukarı kaldır. uyan. dünya gidiyor. bizlerde içerisinde küflenmiş yemyeşil dogmalar arasında varoluşumuzu kısırlaştırıyoruz.

elveda.

18 Ekim 2009 Pazar

Toplum Korkusu ve Kuşak Oluşumuna Dair...

İnsan doğası gereği bazen kendini keşfetmeye yolculuklara çıkmaktadır. Tarih bunu içerisinde oldukça fazla göstermektedir. Fakat bazen insanın bu yolculukları sırasında, iktidarın işine gelmeyen keşiflerde bulunduğunda, insan hemen susturulur. İşte bu susturulma yöntemleri, bireyin daha sonraki yaşamını etkilemekte ve ondan sonra gelecek olan kuşakların davranış biçimlerini oluşturmaktadır.

Kabul etmeyede biliriz bunu.

Genellemerin yanlış olduğu, istisnalar ile bozulur / bozguna uğratılır. Ama tümel bir gerçek vardır ki: Zaman bize kuşak davranışlarının nasıl geliştiğini, içerisinde hep göstermektedir. Bir örnekle açıklayalım:

Coğrafyamızda görülen 12 eylül 1980 darbesi ve sonrasında insanlar maddi / manevi geleceklerini düşünmeye zorunlu bıraktırılmış ve ailelerini koruma güdüsüyle ellerinden özgürlükleri çalınmıştır. Bunu yaparken uygulanan bireysel şiddet, sistematik korkutma, toplu katliamlar gibi etkin şiddet eylemleri, toplumun geleceği oluşturması için bir yönlendirme olmuştur. Buradan yola çıkarak, 1980' den sonraki kuşaklarda etkin bir halde, apolitik bir gençlik oluşmakla beraber, emo dediğimiz arabesk kültürü veya modernist gözle bakılan batı çürümüşlüğünü almış ilericileri görebiliriz. Ya da bunu biraz daha sınıflandırmadan uzak tutarsak teknolojiye bağımlı olmuş asosyal bir toplum mekanizması oluşmuştur. -Bu oluşturulurken kullanılan araçlar bilgisayarlar ve cep telefonları dejenerasyonda en büyük etkendir.- Bu kuşak şimdi 20-30' lu yaşlar arasında(-düz hesap-) ve kendini ifade etmeyi, korku psikolojisi içerisinde sağlıklı olarak yapamıyor. Çünkü ifadesiz ve itiraz etme eylemlerinde yoksun bırakılmış ya da korku ile güdülmüştür.

Peki hiç mi toplumda bu genellemenin içerisinden sıyrılan birey?

..elbette var. Buda, ezilenlerin pedagolojik gelişmişliğinde, kendi olabilmiş bireylerde var. Sanatla ruhunu arındırmış ve birilerinin etkisi altında olmadan özgür düşünceleriyle ne aradığını bilenlerde var. Ya da yaşamın, bilgisayar başında değilde, dışarda dolaştığını, nefes aldığını, terlediğini, emek sarfettiğini bilip bu politik şiddetten sıyrılıp ona direnenlerde var.-Bu direnme sokaktaki gerçeklik ve görüntülerden çıkarılan düşünce metalarıyla alakalıdır- Bağlantılı olarak yakın zamanda bunun örneklerini gördük.


Sonuç olarak, bizler bir düdük olmadıkça ve üzerimizden yükseltilecek toplum tasarımına istenilen yönde şekil vermeleri için tahakküme izin vermedikçe özgür olabiliriz. İster bunu topluca, isterde bireysellikle yapalım. Ama burada önemli olan metafor, birilerinin peçetesi olmamak(!)

28 Eylül 2009 Pazartesi

Nazi Toplama Kampları/Nazi Concentration Camps(Sansürsüz +21)






Not: Bu mesaj Anticopyright - tr'den alıntılanmıştır...

Ve tüm ırkçıların, dünya'da ari ırk yaratmak isteyenlerin izlemesi gereken bir çekimdir. Olaylar ve kişiler tamamen gerçek ve CANLIDIR!

17 Temmuz 2009 Cuma

Artık Ölüsün Dünya!


Dünya
artık bir ölüsün!
Derini kemiklerin
üzerinden soyupta,
kum taneleri
bırakmışlar
teninde...

Çırıl çıplak
ve
çorak yaşamların
hikayesini
üzerinde
barındırıyorsun.

Yeşil yeşil
uzanamıyorsun,
mavi gökyüzünün
altında.

Sararmış bedenin
her yeri çatlamış ve
aç kalmış,
kimin
umrunda
...
Kimsenin sorunu yok,
Kimsenin çocuklara bırakacağı,
onlardan ödünç aldıkları
bir dünya yok ne de olsa.

O yüzden
ölüsün dünya.

Elveda!




LiberterKedi



13 Temmuz 2009 Pazartesi

Küll-i Doğuş


Siyasal dramalarda kullanılan temel materyal, acı ve şiddetle insanları gerçeklerden uzaklaştırmaktır.

Bunun bir çok örneği günümüzdeki olayları, objektif olarak incelediğinizde, karşınıza çıkacaktır.

Acı, insanın gerçeklerden uzaklaşmasına sebep olacak, en büyük kötülüktür aslında. Fakat bu sadece gerçeklerden uzaklaştığımızda geçerlidir. Gerçekler çoğu zaman göremediğimiz, gösterilmek istenmeyen ayrıntılı, objektif yorumlarda ortaya çıkmaktadır hayatımızda.

Bunu gerçekleştirebilmek için, olayları özgün, objektif ve çok yönlü irdeleyip araştırmalıyız. Hayatın neresinde olursak olalım, hangi olayla karşılaşırsak karşılaşalım, olaylara bu şekilde yaklaşıp, sorguladığımızda. Gerçeği elde edeceğiz. Bu şekilde daha sonra karşılaşacaklarımızdan acı duymayacak ya da duysakta, daha sağlıklı sonuçlara ulaşabileceğiz.

Tarih, bu tipte sağlıklı kararlar alınmadığı için hastalıklı bir halde. Durum o kadar kötü ki, her yerde bir savaş, açlık, kin nefret, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, bağımlılık mevcut. Gözünü açsa insanoğlu; herşeyin kurtarılabilinir bir halde olduğunu görecektir. Kurtarılamayanlar ise aynı hataların diğerlerine bağlı olarak iyi değerlendirilmesiyle tekrarlanmayacaktır. Bu açıdan tekrarlı yaşadığımız süreçleri dikkate alırsak, bizleri balıklardan ayıran özellik nedir.

Hafızamız onlardan nasıl güçlü ki, böyle aynı olayları yaşayıp, aynı sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz?

Bu yüzden hafıza önemli bir realitedir, bireyin yaşamında.

Geçmişimizde bulunan bir yerin tasvirini, kişisel tercihlerimiz ile değiştirebiliriz gerçekten bağımsız olarak. Mesela içerisine gerçekliğinde olmayan, hayal ürünü argümanlar, materyaller ekleyebilir, somut olarak olmayan entegratif eylemler gerçekleştire biliriz. Fakat bu sadece kaçış olur. Gerçek acıtsa da objektivizm insanlık için iyidir. Çünkü gerçekten kopmaz, gerçeği bulmamız için boyutlu araştırmalara eğilmemizin yolunda referans olur.

Yorum ise bir yere kadar, kader gibi yaşamımıza hükmeder. Daha sonra beynimizi kullandığımızda ise, bunun değişen bir olgu olduğunu anlarız. Bu şekilde bağımlı ve önyargılı olmayız. Çünkü gerçekler öğrenmeyi, araştırmayı, sorgulamayı kabullendirir bize. Bu açıdan ne yorum, ne de ön yargılar gerçeklere hükmedemez. Ve onun karşısında, önemli bir konuma erişemez. Bu yüzden gerçek bireyi korkutmamalıdır. Bu yolla gelen acı zararsızdır.

Betimlemenin özüne dönersek...

Siyasal dramalarda görüdüklerimiz, hep tarihsel birer yanılsamadır.

Birilerinin toplumları, otomatik kontrol etmesinden kaynaklanmaktadır. Bunuda yaparken onların duygusal inceliklerini sıkı dokuyup, onlar üzerine yazılan yalan tiyatral oyunlar etkindir bu eylemlerde. Bunun bilincini işte objektivistlikle aşacaktır insanoğlu. Bunu yapabilirse, bu oyunları ne yaşar, ne de onlardan kaynaklı olarak yaşadığı acıları ve şiddeti tatmaz hayatında. Bu yüzden diyeceğim şu;

Değişim insanın fikirlerinde başlayıp kendisinde süreğen bir hal alır. Daha sonra bireysel özgürlüğünü elde eder ve özgün fikirleri ile gerçeği/gerçekleri bulur. Son kısmında ise kolletif bir yapıda etrafı ile toplumsal barışı, huzuru, anlayışı, şefkati, dayanışmayı sağlar...

Sadece objektif ve önyargısız düşünerek...

Küllerinden Doğan Toplum Yapısı

LiberterKedi

2 Temmuz 2009 Perşembe

2 Temmuz


İnsanlar susturulsa da, fikirler susturulamaz.


8 Mayıs 2009 Cuma

Kölesi olduklarımız....


"hiyerarşi"lerin dayattıklarına karşı çıkamayanlar, özgür bir birey olamayacaklardır.

Korku idrak edemeyip, düşünme eylemini geliştiremeyenlerin, kendi boyundurukları altına girmesinden oluşur. Kendi yarattıklarınızın kurbanı sizlerin izlediği bencilleştirilmiş yol, bu korkularınızın çizdiği eksendedir.

Sancı, acı, kötülük hissedişleri size hiyerarşiler tarafından aşılanan afyonlardan ötürüdür.

Bu yüzden bu ters gelişim gösteren kabuklarınızdan sıyrılın.

Bunu yaparken size sunulanları iyi kullanın. Sanat ürünlerini, düşünebilme eyleminizi, yanlışlıklara karşı itiraz etme/eylem hakkı gibi olguları değerlendirin. Korku bunları gerçekleştiremediğiniz takdirde sizi yönetecektir. Dinamizmin olmadığı, statikocu yapı ile , yaratılmışın içerisinde yaşamak tembelliktir.

Kendi tasarımınız olan bir yaşam yolu, ancak özgürleştiğinizde gerçekleşecek.

Bu yüzden uyanın ve düşünmeye başlayın.

Arzuladığınız yaşam ne...

Fotoğraf: Trent Perke

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Kendi Yarattığımız Tanrılar( Bölüm 1: PARA)


İnsanlar yarattıklarının kölesi oluyorlar...

Bunun örneklerini ise şu başlıklar altında toplayabiliriz: PARA, futbol, Tv, bireysel ilişkilerde tek başına olamama sorunu, dogmalar gibi örneklerdir.

Bunların içerisinde günün, geçmişin, geleceğin en büyük sorunu ise PARA' dır. Paranın tarihçesine buradan öğrenebilirsiniz, kısıtlı olarak. Para' nın bağımlı hale gelmesinde en büyük etki ise, bireyin dağa fazlasını isteyip, ihtiyacından çok tüketmesidir. Bu işte kapitalist bir bağımlılıktır. Bu açıdan birey kendi ihtiyacı kadar üretip - tükettiğinde, fazlasınıda toplum içerisinde değiş - tokuş şeklinde kullandığında, para yok olacaktır. bu tarihte yaşanılmıştır. Bunun ütopik bir ön görü olduğunu söyleyenler tarihlerine yabancıdır...

...zaman ile paranın oluşturduğu yaşanılmaz ortamı göremeyenler, bu yabancılaşma ile herşeyi paraya endeksli bir hale getirmişlerdir. Bu konuda son zamanlarda önemli sanatsal eylemlerde olmuştur. Film bağlamında bunu Zeitgeist: Addendum' da görebilirsiniz..(Filmi buradan izleyebilirsiniz.)

Peki neden bu kadar bağımlıyız?

..derseniz. Diyeceğim şudur ki ideolojiler ve hiyerarşiler, gücü elinde tutmak için dogmatik bir güç yaratmaya ihtiyaç duydular. Bunun da ismine para dediler. Bu açıdan bugün bizler, güce ulaşmak adına ona bağımlıyız. Hayvanlardan ayrılmaz bir halde, diğerlerini(başka bireyleri) bile ezebiliyoruz. Daha fazla para kazanmak adına. Bu kadar aç bir şekilde ağzımızı diğerlerinin damarlarına dolamamızın sebebi, güç aşıklığı ile onu elde etmekten kaynaklı. Yani bilinçsizleştirme ve tarihin içerisinde, ürettiklerimize bu kadar tapmamızın sebebi bundan. Parayı keşfedenlerin de kendimiz olduğunun bilincinde değiliz bu yüzden. Herşeye bir paha biçme çabası da, işte bu yapay düşünce paketleriniden kaynaklı. Bu açıdan holiganlaşmış savunucuların da, hep ona muhataç duruma bırakılan insanların olması oldukça ironik bir durum.

Sonuç olarak: Tek bir pencereden baktığınızda, toplumun bugün kü en büyük tapınağı paradır. Bunun kırılma yolları mevcuttur. sadece toplum bu yarattıklarının halüsünojik etkilerinden dolayı uyuşmuş haldedir. Bilinçlilik ve bireyin aydınlanmasıyla bu yapay sentetiklerinde yıkımı olanaklı hale gelecektir fikrimce.

Bitti.

Kendi yarattığımız tanrılar: PARA

22 Nisan 2009 Çarşamba

Gölge(de)lik Hisler Karmaşası


Kargaşayı ölüm olarak algılamak, sadece ufak gölgelerin istencidir....

Hiyerarşi bu ölüm güdüsünü, insanın fizyolojik, biyolojik doğasına empoze etme çabasını taşıyordur. Bu yüzden yıkım iyidir. TV kültürünü yıkıp, daha istençli bir duyguyu hayatınıza entegre edin.

Bu ne mi?

Tabi ki sanat.

O size herşeyi içerisinde sunuyor. Bunu icra edenler, maddi kaygı güttükçe: Kendini yıkıma uğratacaktır. Bağımlı bir sanatçı olacaktır bu bağımlılığı ile. Sanat bu yüzden çıkar tutmaz. Sizin için siper, silah, vatan olmaktan çok, yaşama hakkınızı özgürleştirmeyi vaadeder. Çünkü:

Sanat geleceğin tohumlarını içerisinde koruyan, taşıyan, barındıran yaratacı bir histir. Bu his canlı, dinamik ve katledilemeyip, engelenemez bir olgudur.

Bu yüzden diyeceğim...

...jiletleyin bağımlılıklarınıza sebep dogmalarınızı. En derini olan bilekleriniz ve şah damarınızdan.


Toplum Paradoksları: Gölge(de)lik Hisler Karmaşası

Resim Kaynak: Flickr

27 Mart 2009 Cuma

Ülkemizdeki Tv Yayıncılığını




Merhabalar...

Bu nedir diyenler olabilir / olmayabilir. Ama Banu Avar' ı tanımayan yoktur sanırım. Özellikle TRT 2 tutkunu kişiler.

Ailemle birlikte ilk programından beri takip ettiğim bir kişiydi. Sürekli izlenme tirajının düşürülmesi için saat/ gün/ hafta / ay değişiklikleri gibi hınç politikasına maruz kalsa da. Hiç bir zaman çizgisini değiştirmeyerek, objektif kişiliğinide koruyarak "Tam Bağımsız Ülke" söylemiyle yayınlarına devam etti. Tarihi olduğu gibi yansıtan, yanlışlarımıza yanlış, doğrularımıza doğruluğu şeklinde yaklaşan bir aydındır. Bugün ülkede yemekteyiz, gelinim olurmusun, yarışmalarının getirdiği gereksiz programların üremesine toplumun arzı, temel teşkil olsada. Bunda sadece toplum sorumlu değil bunu dayatan evrimleşmemiş medyada sorumludur. BBG ve magazin programları ile başlayan bu sıradanlaştırma politikaları, terihsel benliğinden bi haber yaşayan günümüz insanları içinde alışıla gelmiş bir hal almış.

Banu Avar, bence çok iyi ve gerçek bir aydın. Olayları irdelemesi, anlatım üslubu, incelediği konu üzerine eğilmesi. Baktığı objektif pencere ve en önemlisi incelediği konuyu iyi çalışması. Onu başarılı kılmakta, fikrimce. Toplumun televizyona bağımlılığı olacaksa bu programlarla olması gerekirken, bugün Sn. Banu Avar'ı da TRT yönetimi programı ile birlikte yayından kaldırdı-Çok zaman oldu bilmeyenlere(Şimdiki zaman değil)-. Bu sansür ve hınç politikasıdır.

Dışarı ülkelere bağımlı hale gelişimizin bir göstergesidir. Yazarımız iyi bir belgesel-gazeteciliğinin yanında, ülkemizde ender bulunan sıkı bir M.K.Atatürk hayranıdır.

Bu yüzden ülkemizdeki tv yayıncılığını şöyle göstermek isterim <<Buradan Bakın>>

Anlamak gerekli değil, içerinize eğilip bakın!


Anlamak gerekli değil.

Bakmak yetiyor. Kime, neye, ne için...

Kime...

...kafanızı kaldırıp azıcıkta olsa, kıyametin geldiğini gördünüz mü. Bi kaç umut kırpıntısı bile, onların ayaklarını bu kadar rahatsız ederken. Buna direnmenin süreğen bir hal alacağını düşünmüyorum. Çünkü kime göre özgürlük istediğiniz çok önemli.

Toplumsal bir düzeyde aydınlanma başlamasıyla birlikte bitmiş gibi görünürken. Etrafınıza baktığınızda ki kaotik durum, bunun fısıldayıcısı. Bu açıdan toplumsal aydınlanma artık bir paradigmadır. Başarılı olacağı düşünülüp değerlendirilmeye alınsa da işlevini yitirmiştir.

Toplumda yaratılan pembe düşler ve kurtulma, artık gerçekliği ile birlikte kesinlikle paradokstur. İnsan kendini düşünmeye zorunlu bir yapıya büründüğü için-yada bu düşünceye mecburmuş gibi yönlendirilmiş bir mekanizma haline geldiği için-; bireysel özgürlük hiçbir zaman, içerisinde bulunduğumuz toplumda imkanlı değildir.

Cehalet küf gibi sarmaktadır içerisinde yaşadığımız ekolojiyi. Bireylerde bugün sadece ideolojik bir kargaşa altında holiganlık yapmaktadır, birbirlerine. Bunu bu şekilde algılamayanlar, kritik bir dönemeçtedirler. Son kulvarda yaptıkları ise kriz, keriz, kereviz üçlemesidir. Yani absürdlüktür.

Bu üçleme tamamen ağlama, dişlerini birbirine vurmayı engelleyemeyecektir. Boğaza kadar girilen bu foseptik çukuruna benzeyen genel etik kuralları, toplumsal bilincin gerekliliği sanrısı. Bireyleri yalnızlaştırmakta ve yalınlaştırmaktadır. Bu bir aynı duruş sorunudur. Başka bir deyişle tek kutuplu dünya özlemi.

Hızlı bir geçiş ile, kısa bir betimlemenin ardından. Sonuç itibari ile, gözlerinizi açmadığınız takdirde; bunun bokluğunu göremeyeceksiniz. Çünkü benlik etrafınızdan aldıklarınız değil, özgün fikirlerinizle oluşturduklarınızla kazanılacaktır. İşte gerçek özgürlük budur. Özgür bir birey, özgünlük içerisinden doğan kaosun çevrimi ile evrimleşip, erginleşerek kurtulacaktır bu kör, yarasa bakış açılarından.

..bu yüzden de anlamak gerekli değil. Eğilip us'unuza bakın.


LiberterKedi

19 Mart 2009 Perşembe

Johnny Got His Gun(Dikkat İnsansın!)


Metallica' yı biliyor musunuz?

Eğer Metallica'yı biliyorsanız sanırım One parçasını bilmenizi sormam saçmalık olur. Bu yazı bu parçanın klibi üzerine. Başlayalım.

Metallica' nın One parçasını dinlediğinizde, eminim ki tüyleriniz diken diken olur. Sözler, enstürmanların ortaklaşa dile getirdiği o ağır ezgi, sizi beyin kabuğunuzdaki titreşimlerin oluşturduğu ağır hayallerde yolculuk ettirir.

Bu ne mi?

...şöyle diyim bu Savaş'a Hayır De! isteğidir.

Evet bu klip Savaş Karşıtı bir parçadır. Klibinde ise zamanının en iyi savaş karşıtı filmi olarak nitelendirebileceğimiz filmi olan Johnny Got His Gun filminden görüntüler almıştır. Ünlü Metal Müzik Grubu bu klipte filmden görüntüler göstermek için, filmin telif haklarını almıştır. Ve filmi izleyip daha sonra bu klibi izlediğimde içimdeki kaosu biraz olsun çözdüm. Filmi geçen gün bende arkadaşlarımla izledim. Kesinlikle dönemine göre süper bir film. İzlerken yaşamınıza bir yandan sarılırken, bir yandan da savaşlara karşı öfke ile dolacaksınız.

Hayat dediğimiz, içerisinde ikame ettiğimiz bu zaman bileşeni, aslında o kadar sığ ve sıkıntı verici oluyor ki , bu sizin bakış açınız ile alakalı.

Nasıl mı?

Savaşların mantıklı olduğunu savununanlar bu filmde ötenazisini isteyen bir gazinin yalvarışlarını izlediğinde hayatın ne kadar sıkıntı verici olayları bizim karşımıza getirebileceğini gösteriyor. Ayrıca film bir noktada, kimlik savaşı için vatan millet uğruna gidilen yolda, nasıl kimliksiz kalıp, sizin üzerinizde planların yapıldığı bir hayatı vurguluyor. Ayrıca sizi düşünmeyerek daha sonra sizi nasılda karantinaya alabilecek bir dünyanın olabileceği varlığını gösteriyor. Kelimesiz kaldığınızda birey olabilme hakkınızı bile elinizden alarak bir deneğe dönüşebileceğinizi irdeletiyor. Kısacası bu film insanlığınızı sorgulatıyor.

Ek: Filmi izledikten sonra, aynı adlı bir kitabının olduğunu öğrendim sanal alemden. Bu kitabı en kısa sürede edineceğim. Ama film yönüyle gerçekten döneminin en iyi savaş karşıtı film diyebilirim. filmin çevrimiçi görüntüleri YouTube ve Video.google mevcut. Ayrıca bi kaç film paylaşım sitesindede indirme linkleri var. Bu açıdan ulaşabilirseniz keyifli izlemeler...


8 Mart 2009 Pazar

Kadınlarımız

Kadınlarımız beyaz bir güvercin olan kadınlarımız, Alfred de Musset’ in bir şiirinde dediği gibi:

Bir tüyden daha hafif ne vardır?
Toz
Tozdan daha hafif?
Rüzgar
Rüzgardan daha hafif
Kadın
Kadından daha hafif?
Hiçbir şey!

Kadınlarımız bir kitap ayracı gibidir. Yaşam içerisinde sürekli gözardı edilse de, onlar hayatın neresinde olduğumuzu hatırlatandır bizlere. Aynı kitap ayraçları gibi. Bir başlangıcımızda, bir hayatımızın ortasında, bir de sonunda yer alsalar da, gözden kaçırmamamız gereken her daim yanımızda olmalarıdır. Dünya' nın her alanında özgürlüklerini, emeklerini, barışın sürekliliğini, üretimin her an devamınının sağlanması için hep varlardı kadınlarımız.

Fabrikalarda, evlerde, tarlalarda, sokaklarda ve benzeri her yerde… Onlar haklarını savunduklarında hep ataerkil toplumun hiddetine, şiddetine, baskısına ve zülmune maruz kalmıştır, tıpkı tarihin son 5000 yılı oldukları gibi…

Fakat güne düşen hatıralara istinaden, kadınlarımızın bu makus talihinin hatırlanması maalesef 8 Mart 1857 yılında gerçekleşmiştir. ABD' nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle greve başlamasıyla gündeme gelmiştir. Bu olayda polis, işçilere çok sert şekilde tepki göstermiş ve işçileri fabrikaya kilitlemistir. Bunun ardından fabrikada çıkan yangında işçilerin, fabrika önüne kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda, çoğu kadın 129 işçi can vermiştir. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katılmıştı o tarihlerde. Bu olay uzun yıllar tarih sayfalarının arasında kaldı. Zaman geçtikçe, 26 Ağustos 1910 tarihinde, Danimarka' nın Kopenhag kentinde düzenlenen 2. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart' ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması önerisini getirdi. Önerinin oy birliği ile kabul edilmesiyle her yıl 8 Mart' a tekabul eden gün "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde dünya kadınlar gününün kutlanması yasaklandı. Takvim yaprakları 1960' lı yılların sonunu gösterdiğinde ise, dünya kadınlar günü Amerika Birleşik Devletleri' nde de kutlanmaya başlandı. Böylelikle dünya konjoktüründe bu özel gün daha güçlü bir şekilde gündeme alındı. Bunun üzerine BM genel kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde asıl olarak 8 Mart’ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti. Ülkemizde ise Dünya Kadınlar Günü, ilk olarak 1921 yılı içerisinde "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmıştır. Fakat ülkemizde gerçekleşen 80 sonrası darbeler ile kadının emeğinin anıldığı bu gününde, kadının anılması yasaklandı. Daha sonar 1984 yılı sonrasında “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” değil de, "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmaya devam edildi.

Kısa bir tarihsel bakış ile kadın(lar)ın günü böyle anılmaya başlandı. Aslında yukarıda da gördüğünüz üzere dünya kadınlar günü değil de, dünya emekçi kadınlar günüdür. Bunun amacı nedir sizce?

Fikrimce bugün içinde, halk üzerinde sevgililer günü gibi, bir hava yaratılmak istenmesidir. O yüzden daha önce de bahsettiğimiz üzere, Dünya Kadınlar Gününün temelinde 1857 ayaklanmaları ve kadının insane haklarının ezilmişliğine olan isyanı vardır. Bu sebeple bu olay bir kutlama olarak değil, kadının haklarını aramaya devam ettiği bir gün olarak anılmaya devam edilmelidir.

Kadının hakları sadece işyerlerinde değil :

•Aile içi şiddetin yaşandığı evlerde,

•Trafikte cinsiyet ayrımına bağlı olarak , sürekli tacizlere maruz kaldıklarında,

•Okutulmadıkları için kendilerini eksik yaratıklarmış gibi görenlerin baskılarına karşı,

•Seçme ve seçilme haklarını ellerinden alanlara karşı,

•Hamilelelik döneminde doktor yüzü göremediği için ölen kadınların çektiklerine karşı,

•Berdel, başlık parası, töre ve namus cinayetleri gibi psikolojik baskılara maruz kalarak hayatlarına son veren ve verilen kadınlarımızın, daha fazla baskıya ve zülme maruz kalmamaları için her zaman savunulmalıdır.

Sonuç olarak bu coğrafya ve dünyanın her yerinde kadın emeği ucuz, güvencesiz , sosyal güvenlikten yoksun bir şekilde görmezlikten gelinse de , emeği ucuz gören bu istihdam politikaları değişmese de, güvenceli çalışma , eşit koşullarda istihdam , iş güvenliği sağlanmasa da, çalışma hayatındaki güvencesiz ve sağlıksız koşullarda çalışan dünya kadınlarının toplam oranı %71' e ulaşan kadınlar sosyal güvenlik kapsamına alınması göz ardı edilmemelidir. Kadınlar hiçbir zaman kitap ayraçları gibi tek sefer kullanılıp, bir kenara atılmamalıdır hayat sürecinde…

Toplumsal yaşamın içinde kadın – erkek eşittir.

Bu eşitlik tüm alanlarda aynı olmalıdır. Kısacası kadınlarımız her zaman tarih sayfaları içerisinde vardı. Ve unutulmamalıdır ki :

•5 Ekim 1789 Fransa' da ekmek ayaklanması küçük bir kız tarafından davul çalarak başlatıldı. Sayıları artan büyük bir kadın kalabalığını peşinden sürükledi

•25 Şubat 1793’ de işçiler dükkânları bastı. Aralarında çok sayıda kadın vardı. Özellikle de sabun fiyatlarından şikâyet eden çamaşırcı kadınlar.

•15 Eylül 1845 çalışma haftasının 6 güne, çalışma gününün 10 saate indirme talebiyle Batı Pensilvanya' daki iplik fabrikasında çalışan 1500 kadın işçi greve çıktı.

•1874 de Krengel Mskaya fabrikasında kadınlar aktif rol oynadılar.

•1889 Londra da May ve Briant için çalışan 700 kibritçi kadın işçi niteliksiz işçiler arasında sendikalaşmayı başlatan bir kıvılcım oldu.

•1888–1889 yıllarında sendikalara binlerce kadın katıldı.

•1895 de Clara Zetkin SPD’nin ulusal sekreterliğine seçildi.

•18 Mart 1901' de 29 bin 359 kadının imzası bulunan dilekçe Avam kamarasına verildi.

•1905'de Rusya' da; Moskova, Petersburg, Minsk, Yamta, Saratov, Vilna ve Odessa' da ilk kez kadın hakları mitingleri düzenlendi.

•1908' de Almanya' nın tümünde kadınların siyasi partilere üye olmasını kabul edildi.

•Aralık 1908' de Birinci Tüm Rusya Kadın Kongresi toplandı.

•1910' da Kopenhag' da İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi toplandı. Bu kongrede Clara Zetkin 8 Mart’ın Uluslararası Kadınlar günü olarak benimsenmesini önerdi.

•1911 yazında İngiltere' de 21 fabrikasında 15 bin örgütsüz kadın işçi greve gitti. 18 fabrikada örgütlenme hakkını kazandılar.

•1913 yazında Rusya' da, Palia tekstil fabrikasında çoğu kadın 2000 işçi, ücret artışı, ücretli hamilelik izni, çamaşırhane gibi taleplerle greve çıktılar.

•Mart 1915' de Clara Zetkin ve Rosa Lüksemburg Bern’de savaşa karşı "Uluslararası Kadın Konferansını"düzenledi.

•1917' de Ekim Devrimi Petrograt' lı kadın işçiler tarafından başlatıldı.

•1928' de İngiltere' de kadınlar da erkekler gibi 21 yaşında oy hakkı elde ettiler.

•5 Aralık 1930 Anayasa değişikliği ile kadınlara yerel ve genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tanındı.

•6 Mart 1971' de İngiltere' de Uluslararası kadınlar günü kutlandı. Talepleri, eşit ücret, eğitim ve iş olanağı, serbest doğum kontrolü, kürtaj ve 24 saat kreşti.

•1981' de Amerika’da kürtajı cinayetle bir tutan yasa tasarısı kabul edildi.

•27 Mayıs 1983 Türkiye' de kürtaj yasallaştı ancak evli kadınlar kürtaj olabilmek için kocalarından izin almak zorundaydılar.

•17 Mayıs 1987 İstanbul' da 2 binden fazla kadın, dayağa karşı kampanya kapsamında bir yürüyüş düzenledi.

Sonuç olarak kadınlarımız tarih yapraklarının her diliminde vardı, onların olmadığı bir dünya üretimden, emekten, başarıdan, sevgiden, aşktan, romantizmden, mücadeleden, direnişten, özgürlükten ve barıştan yoksun olacaktır. Bu yüzden tüm dünya emekçi kadınlarımızın Emekçi Kadınlar Gününde değil her zaman hatırlamamız gerektiğini tekrardan vurguluyor ve tüm kadınlarımızın dünya emekçi kadınlar gününü üzüntü ve sevinç ile anıyorum…

Kaynak: YaziYaz Dergi'deki eski yazımdan...

25 Şubat 2009 Çarşamba

Kalk - End Of The Sleep


Kalk - End of the sleep...

bu bir ezgi...

Çatlak...
Ahlak esasen toplumu çöküntüden kurtaracak ve toplumun muhafazasını sağlayacak bir araçtır.

F.W.Nietzsche
...ya çöküşü ile, olduğu yerden bişeyler bildiğini sanarak etrafına salya sürenler ne olacak?

-yargı-

Duvarın üzerinde bir çatlak olarak kalacaktır...

-düşünce-

...içersine doğru onun aydınlıklarına, karanlık getiren ışık hüzmesi olduğunu sanan bir mutantın açık/gizli geçici şizofrenik reaksiyonlarına dair tepki gösterecektir bu kişi. Ardından; kulağı kesik zamanlarda tanımadıkları hakkında, haberi olmadan, arkasından yapılan dedikoduların mevcudiyeti ile en edebi küfürleri kusacaktır "O"na.

Neden?

...bir nevi sürü psikolojisi sanrılarının sonuçları ile, kitlesel yaşanımın sebebleriyle birlikte. Bu öznel bakış ile anlamlı. Çünkü hayat değer yargıları kurumuş bireylerin, muhafaza ettiği cehenneme dönüşmüş halde. O da, bu tasmasına alıştığı için; gördüğü özgür yapıyı nemlendirmeye çalışır.

-komik-

Televizyondan, en çok satanlar raflarından mülkiyetleşip. Daha fazlasını isteme arzusundan olsa gerek bu kimliksiz, söz giydirilmeye çalışılmış kin. Bunların menşeii ise, kitlesel iletişim, ile kaynaşma ya da topluluk oluşması gereğinin kanısında olan argümanların dayattığı, empoze edilen, kültür kirliliğinin doğurduğu söylentileridir. Ayrıca, zamana hitap ederek, kısırlaştırılmış gölgelerin eylemleridir, bu gündelik yaşama kaosu ile gelen söz salatası.

-isler-

...kelimelerini yazdığı karanlığına gömülenin, gittiği bu şizofreni; sadece "haklı çıkma" ironisinin patalojik etkisidir. Bu hastalığın ismi ise "asosyal kliniklerin sosyalleşme kaosu"dur.

(...)

-tanı-

Bu hastalığın kuyusuna giren ışığa, bu kadar inorganik yaklaşımla b..k atması ise; fikir yoğunluğu ile farkına vardığı eylemsizliğinin, onun elinden çaldığı umutları saklandığı annesinin eteğinin, gerçek dünya olmadığını anlamasındandır.

-uyanma-

Hastalığın metabolizasında etkin bir hal alan her bireyin tedavisi, ancak ona bu kuduz mikrobunu bulaştıran köpeklerin karantinaya alınması ile olanaklıdır. Fakat bu karantina sonucu elde edilen pozitif tedavi sonrasında; önyargıları yıkılıp, kuralları gerçekliğini yitirdiğinde ışık ile korunmasız kalan idelerinin buharlaşıp, yalnız kalan bir adam/kadın gibi: Şarap şişelerini her devirdiğinde, dibine doğru gözünü yönlendirerek. Elinden çalınan karanlıklarını istercesine, intihar etmeye ve yanında birilerini götürmek için etrafına tutunmaya başlar.

-tanıma-

Böyle bir birey, kurtalmaya kapalı bir canlıdır...

Fark/ına varış ile...

...yaşamak artık manasız, donuk bir hal alır onlar için. Ürkek bakışlarını etrafına savurarak, pembe dünyasının yıkımına yaklaştığı halde de olsa; alkışçı arar kendisine gider ayak.

İşte bu fedakarlıksızdır.

-görünüş-

Diğerini suçlama ya da onu da yanında götürme güdüsüdür. Mikrobun belirtisinin en acı örneği, diğerini de kendinle yok etme istencidir. Bu hastalıklı toplumsallaşmadan ileri gelmektedir.

Suçlu ise kendisidir bireyin.

-teşhis-

Bu kişiler kurtarılamazlar son raddede. Çünkü böyle bir kişi yarasalaşıp görme, temas, düşünce ve etki alanı kısıtlı bir kılıfa bürünmüştür. Bu yapının katılığının sebebi ise, ötekisini görmezden gelip, yansıma fikirlere bağımlılıktır. Bunlar toplumun sağlıklı olabilmesini engelleyip içerisinde kokuşurlar.

-sonuç-

Bu yüzden toplum duvarı çatırdar ve üzerinde oluşan bu çatlak onun ne olacağını gösterir. Sadece bakmasını bildiğinde. Bu yüzden bu patalojik sorun yok edelip özü kötü olmayan dünya arındırılmalıdır geç olmadan.

-elde edilen-

Çünkü;

Çınar içten çürür/müş...

-KALK-

LiberterKedi

3 Şubat 2009 Salı

Buharlaştırılan Felsefe ve Düşün Hayatı

Ortaçağ' ın sonlarından bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi giderek azalmıştır...

...bu söylem çok acı bir unsur olsada, günümüzdeki izdüşümleri onu haklı çıkarıyor.

O dönemlerin en ateşli sorunları arasında yeralan okullarla ilgili tartışmalar, gündemde her daim dinamik bir halde insanlar arası münazaralarda konu olarak masaya yatırılırmıştır. Bunun sebebi ise fikrimce, temel sorunun; sorulan / sorulamayan soruların, cevaplanıp / cevaplanmadığı bu eğitim kuruluşlarının etkisinde olması, etkenliğindendir.

Onyedinci yüzyılda felsefede görülen gelişmelerin tümü; Katolik Kilisesine muhalefetle az çok bağlantılıydı. Bunun altındaki ilişki ise sorgulama eyleminin ihtiyaçları arttırması ile alakalıdır. Çünkü insan sordukça ve cevabını buldukça git gide yayılan bir yapıdadır. Buna bağlı olarak, o dönemde bir çok rahip bile sorguladıkları için afaroz edilmişlerdir.

Örneğin: Malebranche (1638-1715) genç bir rahipti o zamanlarda. Fakat zamanın getirdiği baskıcı ve tabucu sistemin statikleştiren yapısı, Malebranche' ın felsefesini kabul eden rahipleri kiliseden menedilmelerine sebebiyet vermiştir.

Bunun kaynağında ise, bana göre; insanın bilgisinin sorgulanması, ve tanrı bilgisine ulaşmak için onun sevgisinden beslenen bir rahip, neden toplum için zararlıydı ki, o dönemde. Sebebi inancını dogmatik düzeyden hafif olarak ayırarak, Descartes' ın rasyonalizmiyle alakalı oluşumuydu...

...bunun sebebi bence; önyargılı oluşumun ve sorgulama gütmez olguların, konu dahilinde olmasıydı.

Malebranche, maddi ile ruhsal olanı birbirinden ayırır ve bunları birbirleriyle ilişkili kılanın Tanrı olduğunu söyler. Tanrı bilgisi ile insan bilgisinin bir tür kaynaştırımı olan çeşitli düşüncelerle, hem rasyonalizmle - hem de mistisizmle insan - tanrı ilişkisi üzerine düşünce getirirken sadece kendisine göre, inancını ve temel yapısına yeni bir kılıf giydirmeyi tercih etmiştir...

...beğenilir, beğenilmez. Günümüzde tartışılır bu düşünce.

Ama bir gerçek vardır ki, o dönemin klişelerini yıkan kişiler tarafından, etrafına bu gibi düşünceleri aşılayan düşünürler; toplumun yoğrulduğu okullarda şuan git gide yok oluyorlar -Gerçek hayat içerisinde belki de o dönemlerden sonra, hiç varolmamaya başladılar- Buharlaştırılan felsefe ve düşün hayatı, neredeyse tamamiyle yerini dedikodu ve demogoji yaşam tarzına bırakmıştır.

Bu açıdan, günde yaşanılan bu olaylar, bizim sorgulamamızı beslemeyip, bizi git gide neye götürmektedir.

...yeni düşünce ardılları, geleneği yıktığı için sizce afaroz ediliyor olmasınlar.

Buna bağlı olarak sorgulamak suç mudur?

yoksa düz mantık, sünger yaşamlar sürmek zararsız mıdır?

19 Aralık 2007 Çarşamba

Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?

Amerika 1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hıristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta 49 yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk toprak, çevresi 600 mil olan, büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı. Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük. En yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin mil sahili vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541′ e kadar keşfedilen toprakların hepsi bir an kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrı’ nın buraya insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği düşünülebilirdi. Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine yani beylerine ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir. Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler. Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints Pere’inkilerden daha zengindi. Genelde sadece utanılacak yerlerini kapatıp gezerlerdi. Bir buçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir kumaşa sarınırlardı. Yatakları hasırdı ve ada İspanyolca’sında “hamak” denilen asılı filelerin ortasında uyurlardı. Açık, sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar yetenekli ve uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli geleneklerimizi benimseye çok uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha yaratmamıştır. Dini şeylerden söz edildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla öğrenmeye, kilisenin dinsel törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara dayanabilmek için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son birkaç yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol’dan bu insanların aşikâr iyiliklerinin yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrı’yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları olurlardı. İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler. 40 yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar. Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200′den fazla kalmadı. Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60′ dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı’ nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000′den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde, bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek öldürdüler. Halk orada kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü. Her bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli bir Hıristiyan orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları Hıristiyanlığa kazandırmıştı. Benim gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi bulunmuştu. San Juan adasına komşu 30′dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup gittiler. Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir alanı kapsıyor. Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu insanları topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta bugünkü terkedilmiş halini aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz’in toplamından 10 krallık daha büyük, Sevilla Jerusalem mesafesinin iki katı, yani 2000 milden daha büyük bir alandan söz ediyoruz. Bu 40 yıl boyunca, kadın, erkek, çoluk- çocuk, 12 milyondan fazla insan Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur - gerçektir. 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum. Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek, düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek yerli beyler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta bırakılıyordu; daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç, hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri -çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler. Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti. Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları -bütün dünyada daha kötüsü olamazdı- toprakların mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin, sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla birleşince, onları saymadılar, sevmediler ve değer vermediler. Bütün bu süre boyunca gördüğüm ve bildiğim gerçekleri söylüyorum. Onları, hayvan demiyorum, keşke hayvan muamelesi yapsalardı hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler. İşte yerlilere ve hayatlarına böyle özen gösterdiler. Bu yüzden de sayısız insan dinsiz ve kutsal törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hıristiyanlara hiçbir zaman en ufak bir kötülük yapmadığı herkesçe -hatta despotlar ve katillerce de- bilinen, kanıtlanmış ve kabul edilmiş, apaçık bir gerçektir .Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hıristiyanlar onlara veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet uygulayana kadar.

LiberterKedi