24 Ocak 2008 Perşembe

Sen Bil(Me)sende 2

Doğa, bahar için serenad yapıyor.
Rüzgarlar ılık ılık bedenlerimizi okşuyor.
Herkes mutlu, herkes sesizce arşınlıyor sokakları.
Geceleri çıkan seslerin ürpertisi ile herkes,
amansız bir koşucu gibi, bir el daha önümüze geçecek
diye altındakini eziyor,
önündekini arkadan çekiştiriyor.

Bu gidişe kim,kimler dur diyecek.
Yok mu bu düzensiz düzeni değiştirecek?
Üstüne sinmiş yol kokusuyla
avunan onca zombi var ki...
Umutsuzum bu güne baktıkça...

Bu seranad gerçekleşirken içinde sevgili doğa.
Sen ne umutlar ile her sene tüm doğurganlığın
yenilemeye çalışırsın evreni getirdiklerin ile.
Yeniden tüketecekler ama bu zombiler
unutma...
Sen Bilmesende...

LiberterKedi

22 Ocak 2008 Salı

Kazım Koyuncu

1972 Artvin/Hopa doğumlu Koyuncu, yirmi yaşında Dinmeyen adlı müzik grubu’na katılmış, 1993′de Mehmedali Barış Beşli ile, Lazca müzik yapmak amacıyla Şuku grubunu kurmuştu. İki arkadaş bir yıl sonra aralarına İlhan Karahan ve Metin Kalaç’ı da alarak grubun adını Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) dönüştürmüş ve 1995 başında Va Mişkunan (Bilmiyoruz) albümüyle Lazca rockın ilk örneğini vermişti. Lazcayı yaşatmak amacıyla Lazca rock yapıyorlardı. Plak şirketleri ise bu soundu ‘Soft Laz Rock’ diye tanımlıyordu.O günlerde grup elemanları Lazca dilinin yaşatılmasına rock yoluyla katkıda bulunmayı amaçladıklarını, rock müzikteki dinamizmle yöre insanının enerjisinin örtüştüğünü görünce heyecanlandıklarını anlatıyor, Lazca’nın rockın sert söyleyişine de uygun olduğunu belirtiyorlardı.

Dört yıl içinde Zuğaşi Berepe, kamuoyuna pek yansımasa da önemli işler yaptı ve konserlerle hedefini gerçekleştirmeye çalıştı. Bu etkinliklerden Brüksel konseri sırasında canlı kayıt edilen parçaları, kısıtlı sayıda bastırdıkları Bruxel Live (1998) adlı albümde bir araya getirdiler.

Gruptaki eleman sayısı arttıkça müzikal yapı da güçlenmişti. Kazım Koyuncu (vokal, akustik gitar), Cafer İşleyen (bass, vurmalılar, flüt), Gürsoy Tanç (elektrikli gitar), Uğurcan Sezen (klavye), Zülküfil Murat Dilek (davul), Metin Kalaç (kayıt) Lazcayı yaşatmanın yanında aşk şarkılarına katılan sert söylemli yapıtlar ve modern rock anlayışı üzerine oluşturdukları çizgiyle de kabul görmeye başlamışlardı.

Zuğaşi Berepe, Va Mişkunan albümünden dört yıl sonra İgzas (Gidiyor) adlı albümüyle bu çabayı listelere taşıdı. Yedi Lazca, bir Hemşince, bir de Türkçe sözlü parçadan oluşan albümün müzikal zenginliği, rockın çeşitli tonları arasında akıllıca gidip gelen sounduyla 1998′in en iyi yerli yapıtlarından biri oldu. Lazca’nın öne çıktığı kültürel bir misyonun yanında sıkı bir rock albümü özelliği de taşıyordu İgzas (Parçaların Türkçe anlamları kapakta verilmişti). Bu albümde Kazım Koyuncu (vokal, gitar), Cafer İşleyen (bass, vurmalılar, flüt), Gürsoy Tanç (gitar), Uğurcan Sezen (tuşlular), Zülfikil Murat Dilek (davul), Mahmut Turan (tulum), Metin Kalaç (kayıt), Mehmedali Barış Beşli’den (vokal) oluşan grubun, doğayı katledecek Çamlıhemşin’deki Fırtına Deresi’nin üzerine yapılacak santrale karşı kampanyayı desteklemesi de İgzas’ın diğer bir özelliğiydi.

Grup 2000′lerin başında dağılınca, kuruculardan Kazım Koyuncu yoluna tek başına devam etmeyi kararlaştırdı ve solo albümleri Viya (2002) ile Hayde’yi (2004) yayımladı. Anadolu Rock’a kayan soundla ürettiği müziği kısa sürede büyük ilgi görüp, yaptıkları geniş kitlelere tam ulaşmaya başlamıştı ki hastalandı Koyuncu. Akciğer kanserine yakalanmıştı.

Pes etmiyordu; tedaviyi sürdürürken üretmeye devam ediyorduı. Ancak günden güne direnci zayıflıyordu; adına düzenlenen konsere çıkamamıştı. Sonunda 25 Haziran tarihinde ajanslardan şöyle bir başlık düştü: ‘Karadeniz’in genç sesi sustu’

Müzik vazgeçilmez bir yaşam kaynağı idi onun için. Devrimci mücadele ise onun kendi ifadesiyle “tarihin akışını düze çıkarmaya çalışmak”, “savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar, kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar, yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar, yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar” görmemek için, insanlaşmak için üzerinde yürünmesi gereken uzun bir yoldur. Çocuk yaşında tanıştığı mahpushane, dört ay misafir edecektir onu İstanbul’da. Ama ne gözaltında gördüğü işkence ne de dört aylık mahpusluk durdurur onu insanlığın aydınlığa olan yürüyüşünde.

21 Ocak 2008 Pazartesi

Pir Sultan Abdal

Karanlık, ıslak, soğuk bir zindanda geçti puslu kış. Elleri, ayakları, boynu zincire vurulmuş, sessizce ölümü bekliyordu. Bir darağacında sallandırılacağını biliyordu ama kimseden aman dilemiyordu.

İran Şahı İsmail' in kırk bin yandaşının ismini ''deftere'' yazdıran, yetinmeyip başlarını vurduran Yavuz Selim' in ardından, oğlu Kanuni de Anadolu Alevileri' ni kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Ve işte bu delikanlı günlerinde o, dizelerinden eksik etmedğini 'şahına' soruyordu.

''Güzel şah'ım çok yerlerden görünür,
Aslı nedir niye verdin Bağdat'ı''

Yıllar sonra başına neler geleceğini bilmiyordu elbette bu sözleri söylerken. Padişaha karşı ayaklananların arasına katılıp tutuklanacak, Sivas Valisi Deli Hızır Paşa' nın önüne çıkarılacak, Paşa ona içinde şahın adının geçmediği üç şiir söylerse salıverileceğini bildirecek ama sazını eline alan ozan gönülsüz kelimelerle methiyeler düzmektense karşısındakine,


''Hızır paşa bizi berdâr etmeden,
Açılın kapılar Şah' a gidelim,
Siyaset günleri gelip yetmeden,
Açılın kapılar Şah' a gidelim''

diye başlayacaktı söze ve geri gönderilecekti Sivas Kalesi içindeki zindanına.

Hızır paşayla tanışıklığı gençlik yıllarına dayanıyordu bir rivayete göre. O sıralarda paşa değildi henüz Hızır. Komşu köy Sofular' dan yola çıkıp Banaz' a gelmiş, Pir Sultan' ın tekkesinde müridi olmuş ve yedi yıl sonra birgün şöyle demişti ona:

''Pirim herkes himmetinle bir makama oturuyor. Bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama varayım.''

Pir Sultan dalmış düşünmüş, düşünürken gülümsemiş, sonunda ağzından şu sözler dökülmüştü: ''Ben sana dua ederim, sen büyük adam olursun. Olursun da bir gün gelir başımı vurdurursun''. İzniyle tekkeden ayrılan Hızır İstanbul' a gitmiş, padişahın sarayına girmiş, çok geçmeden paşa olup Sivas Valiliği' ne atanmıştı. Ne var ki halkına zulmeden paşadan 'illallah' demişti kısa süre içinde halk.

Büyüklenen Hızır Paşa bir gün masa donatıp Pir' ini yemeğe çağırmış ama konuğu lafı döndürüp dolaştırmadan onun haram yemeklerini değil kendisinin, köpeklerinin bile yemeyeceğini söylemiş, derken paşanın kadılarının adıyla çağırdığı köpekleri de gelmiş ama yemeklerin yanına bile yaklaşmamıştı. Bu durum karşısında kendisini iyice aşağılanmış hisseden Paşa hiddetlenmiş ve emir vermişti askerlerine:

''Asın!''

Söylenen o ki Pir Sultan sonraki günlerde söyledi şu dizeleri:

''Yürü bre Hızır Paşa,
Senin de çarkın kırılır,
Güvendiğin padişahın,
O da bir gün devrilir.''

Umrunda değildi ki onun bağışlanmak... Kim bilir kaç kez Alevilik' ten cayması için baskı yapılmış ama o itaat etmeyip her seferinde aynı karşılığı vermişti:

''Dönen dönsün ben dönmem yolumdan...''

Göze almıştı ölümü, çünkü ölüm özgürlüktü. Tutsaklıktı öteki türlüsü. "Öyle değil böyle söyle" diyenlere, dilindeki, yüreğindekini inkâr ettirip onu kendilerine benzetmek isteyenlere, kitaplarına uydurdukları adaletsiz kurallarını Tanrı'ya maledip onu günahkâr belleyenlere, usanmadan 'iman etmeye' davet edenlere, 'çok' oldukları için 'az' olanların üstüne yürüyenlereydi isyanı.

20 Ocak 2008 Pazar

Native Flute Ensemble - Spirit Wind [2007]



1. Drummers Journey
2. Red Hawks Rattle
3. Calling the Spirits
4. Sacred Spaces
5. Healers Melody
6. Cosmic Tree
7. Hunting Spirit Rock
8. Spirit Wind
9. Invoking Hawks Spirit
10. Offerings Against an Empty Sky
11. Guardians of the Medicine Pipes
12. Flutes of the Heart
13. Flute and Drum Quest
14. Flesh of White Corn


31 Aralık 2007 Pazartesi

Ne Kadar Acı Değil Mi?

Aslında ne biliyor musunuz; Dünya üzerinde 300.000 bin çocuğun asker olarak görev yapması? Bunlar aynı ölü balıklar ve çürümüş iskelet gibi bir harabeye benziyor bence. Tıpkı onların hayallerini öldürüp, umutlarının çürümesine sebebiyet veren bizlerin, onların olan Dünya' yı döküntü haline getirişimiz gibi değil mi?

Baktığımda orada oluyor, kara tahlihli Afrika' da. Yüzbinlerce çocuk savaşların yanında umut ezgileri yapıyorlar. Notaların o coşkun sesi yok oluyor onların yazmış olduğu dizelerde. Ağıt halini alıyor hüzünlerine dönüşerek. Keskin bir hançer gibi insanın kulaklarını tırmalıyor, kulak zarını delercesine bu yanlışı vurguluyor bizlere "Artık Yapmayın Geleceğe Bunu"diye ama duyan kim .

Gözlerimi açtığım zaman bu ezginin uyandırması ile nerede olduğumdan emin değilim. O ezgilerin gözlerime çektiği karanlık perde ile. Adeta kapıları olmayan bir hayavanat bahçesindemiyim diye bakıyorum etrafıma. Savaşa dur demeyen onca insanı görünce.

Çocukların minik yüreklerine, barut kokusu işliyor Kolombiya' da, Sierra Leone'de. Bebeciklerin o mis gibi süt kokulu vücutlarına acı, hüzün, kin ve nefret sürekli yükleniyor bu hayvanlar tarafından. Korkuyor ve ürperiyorum geleceği bize emanet edenlere bunu bırakan bizlerin yarınını düşündükçe. Herşey dünden dahada kötüye gidiyor, bu vurdum duymazlığımız ile.

Gözlerimi açtığımda Savaşın eserini görüyorum "Kan kızılı bir gök ve genzimi dolduran pıhtılaşmış kan kokusu heryerde". Yürüdükçe sokaklarda protezlere mahkum olmuş, koltuk değneklerine hapsedilmiş çocukların bakışlarını bana yöneltiklerinde iğreniyorum büründüğümüz yapıdan. Ve bir direğin altına geldiğimde elimi ona yaslayarak;

"Ne yudumladıkta ben ve insanlık böyle olduk?" diyorum ve ardından;

"İnsanlığın harabat şarabını." dedi içimdeki ses. Dedim ki ona şizofrence;

"Bu göçmüş hümanite dramı, bu kendi kendini yiyip bitiren anlamsızlık, bu ağır ölüm kokusu tünemiş iklim tedirginliği, bu kahreden umutların yok oluşu, bu yarınların kana bulanışı ne zaman bitecek"

diye sorduğumda, içimden ve çevremden kaynaklanan tek bir yargı belirdi birden zihnimde ve o seste;



"Bu göçmüş hümanite karşısında, unutulan yarınların süt kokulu tenlerine işleyen ağır barut kokusu ile, bu trajedi devam edecek sonsuzadek. Ve bizler hatırlamadıkça bu dünyanın onların olduğunu, zaten onlara kalmayan kendilerinin olan dünyanın çöküşüne katalizör olacaklar, ellerine verilen silahları bizlere yönelterek!"

Ve buna sebeb ne diye sorduğunuzda işte unuttuğumuz gerçekler;

Dünya' da, 30 milyon çocuk savaş bölgelerinde yaşıyor.
Her on askerden biri çocuk.
Bu çocukların bir çoğu 8 ila 18 yaş arasında.
300.000 çocuk asker olduğu tahmin ediliyor dünya üzerinde.
Kolombiya 14 bin çocuk asker var.
Kongo Cumhuriyeti'nde 30 bin çocuk asker var.
Sierra Leone ve Sudan' da sayıları blinmiyor çocuk askerlerin.
Uganda' da 20 bin civarında çocuk asker olduğu biliniyor.


Ne kadar acı değil mi gerçekler?

27 Aralık 2007 Perşembe

Kaşığın Öyküsü 1


Kaşığın Öyküsünü Bilirmisiniz Sizler!

İnsan tarafından aslında bulunmuş ve insanın kendisini sınırlaması için keşfettiği en önemli icattır kaşık. Nasıl mı, işte öykümüz buradan başlıyor.

Hey sizler insan olduğunuzu ilkel dönemden sonra git gide unuttunuz teknoloji gelişimi ile. Sizler ki daha da gözü doymaz, insanların katliamına yol açan bir yapı içerisine girdiniz. Tokluğunuz ile yetinmeyerek daha da çok istediniz, daha fazla avuçladınız toprağın üzerindeki onun kılıfı olan etlerini. Lime lime ettiniz doğayı, yerle bir ederek yetmedi daha fazla diyerek tamahkar olmadınız. Ve işte burada kaşık çıka geldi. Sizlere, paylaşmayı öğretebilmeyi amaçlayan bir umut ile dolu olarak taştan, madenden, tahtadan türetildi. Komikti onu bulanda insandı ama onunla yetinmeyi yeniden öğrenemeyen de insan oldu zaman içerisinde kaşığıda sindirerek.

Evet kaşığın saltanatı çok az sürdü. Çok az ve çok üzüntü verici gelişmelere sebeb oldu. Kapitalin ekmeğine yağ sürdü.Daha doğrusu kapitalistleşmesine sebeb oldu insanlık kaşığın...


(Devam Edecek)

22 Aralık 2007 Cumartesi

Ne Seninle Ne Sensiz, Ama Hep Seninle

Her şeye rağmen anlaşıyoruz diye başlamıştık
Şimdi hiç anlamamışız oldu başlangıçlar
Biliyorum kırıyor seni anlaşamazlıklarım
Ama beni de kırıyor anlaşamazlıkların

Nasıl değişir ki insan, nasıl sokar o yılana benzeyen dilini yuvasına
Bilemiyorum
Sözler verip tutamıyorum, kim inanır ki, kim güvenir ki sözünü tutamayana

Ama ne biliyor musun?

Bana aldığın şiir kitabındaki gibi ;

Sana bir sır söyleyeceğim zaman sensin artık
Sensiz geçen zaman ağır, senlekilerse inadına aksine bir o kadar hızlı..
Her bitiş acı ve gün geçtikçe daha da zor..

Ama ben şarkı rengi gözlerine bakmak istiyorum hala,
Hala kafamı yaslamak istiyorum o hep ağrıyan omuzlarına …
Çabucak biten yollarda, sıkıca tutmak istiyorum ellerini ellerimden terler boşansa
bile…
Hissetmek istiyorum nefesini ensemde ve tenimde…

Yazar : EzO

19 Aralık 2007 Çarşamba

Jerry N. Uelsmann








Dünya Resim Oscar'ını Alan 3 Resim






Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?

Amerika 1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hıristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta 49 yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk toprak, çevresi 600 mil olan, büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı. Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük. En yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin mil sahili vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541′ e kadar keşfedilen toprakların hepsi bir an kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrı’ nın buraya insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği düşünülebilirdi. Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine yani beylerine ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir. Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler. Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints Pere’inkilerden daha zengindi. Genelde sadece utanılacak yerlerini kapatıp gezerlerdi. Bir buçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir kumaşa sarınırlardı. Yatakları hasırdı ve ada İspanyolca’sında “hamak” denilen asılı filelerin ortasında uyurlardı. Açık, sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar yetenekli ve uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli geleneklerimizi benimseye çok uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha yaratmamıştır. Dini şeylerden söz edildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla öğrenmeye, kilisenin dinsel törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara dayanabilmek için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son birkaç yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol’dan bu insanların aşikâr iyiliklerinin yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrı’yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları olurlardı. İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler. 40 yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar. Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200′den fazla kalmadı. Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60′ dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı’ nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000′den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde, bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek öldürdüler. Halk orada kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü. Her bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli bir Hıristiyan orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları Hıristiyanlığa kazandırmıştı. Benim gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi bulunmuştu. San Juan adasına komşu 30′dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup gittiler. Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir alanı kapsıyor. Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu insanları topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta bugünkü terkedilmiş halini aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz’in toplamından 10 krallık daha büyük, Sevilla Jerusalem mesafesinin iki katı, yani 2000 milden daha büyük bir alandan söz ediyoruz. Bu 40 yıl boyunca, kadın, erkek, çoluk- çocuk, 12 milyondan fazla insan Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur - gerçektir. 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum. Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek, düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek yerli beyler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta bırakılıyordu; daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç, hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri -çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler. Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti. Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları -bütün dünyada daha kötüsü olamazdı- toprakların mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin, sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla birleşince, onları saymadılar, sevmediler ve değer vermediler. Bütün bu süre boyunca gördüğüm ve bildiğim gerçekleri söylüyorum. Onları, hayvan demiyorum, keşke hayvan muamelesi yapsalardı hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler. İşte yerlilere ve hayatlarına böyle özen gösterdiler. Bu yüzden de sayısız insan dinsiz ve kutsal törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hıristiyanlara hiçbir zaman en ufak bir kötülük yapmadığı herkesçe -hatta despotlar ve katillerce de- bilinen, kanıtlanmış ve kabul edilmiş, apaçık bir gerçektir .Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hıristiyanlar onlara veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet uygulayana kadar.

LiberterKedi

17 Aralık 2007 Pazartesi

Ölümün Ezgisi

Ozanın ölümü gerçekleşmiş dünya üzerinde. Notaların dili duraksamış ve lal olmuş tüm aşıklar. Yüz hatlarında acı bir ifade ise yaşamın üzerine yansımış. Sert yastıkta solgun bakışları hüzün dolmuş, etrafındakilere karşı. Herkes onu yadsır gibi durmakta yatağının başında. Neden bizi bırakıyorsun diye, içten ağıtlar koparılmakta sevenlerinin tarafından başucunda. Ozan ise tüm bilinen bedevi duyularından koparak, ilgisizce çevresine karşı, ölümün kokusunu doluyordu bedenine hızlıca. Bilmiyorlardı, yaşarken görünenlerin farkına varamayanlara, isyan eden ozanın içinde kopan acı fırtınaları. Bütün bunlar ile arasında nice birlik varolduğunu göstermeye çalışıyordu aslında sürekli dizelerinde.

Yaşamı boyunca ozan anlattığı yüzündeki derin çigiler, akarsuların vadileri yarıpta, insanlara ulaşması gibiydi aslında. Çimenlerin doğayı adeta bir halı gibi kaplaması gibi insanlara anlatmak istediklerini, ezgiler ile teşbih etmeye çalışsada insanlara. Sürekli bu derinlikleri dahada derinleştirdi içinde bulunduğu toplum, bu parlaklıkları ile göz kamaştıran çimenleri bir hamlede herzaman yoldular önyargıları ile insanlar. Hayatını genişleyen halkalar içerisinde kaybolmasına umarsızca aldırmadan dayanmayı başarsada Ozan, artık pes etmişti yaşamından bu son demde.

Sebebi ise artık notalarına işliyorlardı, eleştirlerini salt eleştri çerçevesinde yapabiliyordu bu trans halindeki bildirginler. Sürekli biliyorlar, eleştiriyorlar ve bilgileri ile yetiniyorlardı. Ama ozanda artık pes ediyordu ve son demde söylediği tek söz ile;

Maskesiyse, ürküp can çekişen orda ki hümanite, narin ve açık bir yapıyı kirleterek, olgunlaşmamasına rağmen bir meyve gibi sanki havada sallanarak, altından geçen insanların tepesine vurdukların da çürüyecekleri geleceklerinden kaçabileceklerini sanıyorlar.Ne kadar yazık.

diyerek, göz kapalarının perdelerini indiriyordu ve kendisini dünyaya karşı sansürlüyordu pes ederek.

LiberterKedi

13 Aralık 2007 Perşembe

Josef Guggenmos

İlkokulu doğduğu yerde tamamlayan Guggenmos, liseyi St. Ottilien’de okudu. 1939’ da savaşın başlaması nedeniyle mezuniyet sınavına girmeyen yazar, Alman ordusuna alındı. Savaşta Danimarka’ da Reval’ de ve Karadeniz’ de radyo operatörü olarak bulundu. Savaştan hemen sonra ise kendini Alman dili ve edebiyatı ile sanat tarihine adadı. 1950’ de bir yıl için Finlandiya’ ya gitti. Almanya’ ya döndükten sonra Stuttgart, Viyana ve Salzburg’ da çeşitli yayınevlerinde çevirmen olarak çalıştı. Guggenmos’un çocuk şiiri yazma düşüncesi R.L. Stevenson’ ın en ünlüsü Hazine Adası olan metinlerini çevirmesi ve yine onun dil ile çocuksu dünya görüşünü buluşturma fikrini kabul etmesi sonucunda yerleşmiştir. Guggenmos’ un ilk kitabı 1956’ da Küçük İnsanlar İçin Neşeli Şiirler başlığı altında yayımlandı. 1958’ de bazı şiir ve hikâyelerinin toplandığı Sonsuz Çocuk Takvimi isimli kitap bunu takip etti. 1967’ de ise asıl önemli çalışması olan Fare Perşembe Günü Ne Düşünür? Adlı eserini yayımlandı ve bu eseriyle Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü kazandı. 1971’ de basılan Goril Seni Kızdırmaz isimli kitabı eleştirmenlerce Alman çocuk şiirinin zirvesi olarak gösterildi.

Josef Guggenmos’ un seksenden fazla kitabı yayımlandı. Binden fazla şiiri ve diğer çalışmaları bulunmaktadır. Kitapları birçok edebiyat ödülü aldı ve birçok antoloji ve ders kitabında yer aldı. Guggenmos, Erich Kastner, Christian Morgenstern ve Bertolt Brecht ile birlikte Alman çocuk edebiyatının en önemli isimleri arasında yer alır. Guggenmos, sessiz bir şekilde şiirlerine gömülmüş olarak yaşadı. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Alman Gençlik Kitabı Para Ödülü’nü, 1975’ te bütün çalışmaları için Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi’ nin Onur Ödülü’nü, 1980’de On İki Çekmece şiiri ile Avrupa Gençlik Kitapları Ödülü’nü, 1984’ te Güneş, Ay ve Balon ile Bödecker Ödülü’nü, 1992’ de Alman Akademisi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Büyük Ödülü’nü, 1993’ te bütün çalışmaları için Alman Gençlik Edebiyatı ödüllerinde Şiir Özel Ödülü’ nü, 1997’ de bütün çalışmaları için Avusturya Çocuk Edebiyatı Devlet Ödülü’nü kazandı. 1967’ de Genç Doğa Araştırmacısı ile Avusturya Devlet Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’ nde onur listesine girdi. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Avrupa Gençlik Kitapları ödüllerinde onur listesine girmeye lâyık görüldü.

Yazar 1950’ lerin sonlarında ise ailesiyle birlikte Irsee’ deki evlerine döndü. 30 Eylül 2003’te Irsee’de öldü.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Yöntemsel Bir Saldırıya Dair

Yöntemsel bir saldırıdır kişilik boşluklarını doldurmak. Başkalarını merdiven niyetine kullanmak isteyip onlara tutunarak yükselme arzusu!

Kötü müdür? İyi midir? Zaman içerisinde nasırlı el, kansere sebebiyet veren bir ben halini almış zaten!

Sürekli kişilerin birbirleri ile anlamını bile tanımlayamadıkları bu çatışma nedir bilinmiyor? Bu çatışmada taraf olanlar açısından bile.

Bütün bunların içerisinde bir köşede hümanizmayı izleyen, onların türettiği fakat onlardan kaçan ve dağların üzerinde konaklayan sislere karışan ve yok olmak için, kendilerini intihar ettiren idelerin dünyası, ne kadar acı çekiyor bizlere bakarken bilinmez.

Üretmeyen bizler, tüketim insanı bizler. Üretim canavarı olan üretken bilgi[siz]ler mi onlar acaba!


Bilgi, bilmek veya üretmek arasında sıkışmış kalanların nasılda etrafına saldıracağinı bilememesinin sebebi, kişiliklerindeki boşluklarmıdır? Boşluklarında yer aldıkları alanlarda sürekli tanımlayamadıklarına uyarladıkları betimlemelerin altında mı gizli bu boşluklar sizlerce!

Yada bu şekilde daha ne kadar hüküm sürer bu yöntemsel kişiliksiz saldırı bilinmez!

LiberterKedi

11 Ekim 2007 Perşembe

Kezbanlar Semaya Yükselmesin Artık!

Eşsizdi ve kirlenmemişlerdi çarşaflar artık o gece. Önüne serip onun üzerinde nasıl bir dünyada olduğunu pis bir gülümseme ile anlatıyordu adeta yüzündeki kazınmış o sırıtış ile ağa. Önüne yüreğine alıcı olup olmadığını kabullenmesini sorgulaması için gözleriyle onu taciz etti ağası. Ürkek bir kuş gibi titriyordu bedeni, tıpkı kabuslarından kalktığı gibi kurtulmak istiyordu burdan ceylan gözlü. Ne acıydı daha 16 yaşındaydı ve köyün ağasına satılmıştı güzeller güzeli Kezban. Daha elini sürmeye bile kıyımadığı o güzelim yüzüne, annesinin her sabah özen ile tarayıp ördüğü ince ipek misali saçlarına bir başkası sahip olacaktı "Ailesinin maddiyatsızlığı, ağanın sapık kişiliği için".

Işıldayan gözlerinden güneş akardı her sabah, ailesi ile bir parça kuru ekmeği 4 kişi paylaştıkları kahvaltı sofrasında mutluydu kezban. Kendilerine ait iki kuzuyu dolaştırırken köylerinin tepelerindeki bozkırlarda neşe dolu trküler söylerdi, ve toprak onun türküleri ile canlanır, onun ayaklarını üzerinden çekmesi ile kapanırdı dünyaya. Kuşlar saçları yere değmesin diye gagaları ile onları kaldırırdı. Güneş onu bunaltmasın diye sıcaklığı ile, bulutlar peşinden yarışa girerdi kezbanın çocukluğu boyunca ve satılana dek.

Onu köyün bozkırlarında gözüne kestiren köyün ağasına göre olgunlaşmıştı kezban. Serpilmiş göğüsleri belirginleşmiş ve vücudu dolgunlaşmıştı. O civarın hatta evrenin en güzeli kızıydı belki de kezban aslında. İşte bu yüzden ailesinden ve tabiatından kopardılar kezbanı. Tıpkı bir ham maddedeyi yerinden söken ve ihtiyaçlarımızı karşılayacağiz diye hergün doğayı tüketen bizler gibi kezbanı da tüketeceklerdi insanoğlu insanlar.

Ve kezban gitti. Ayrıldı evinden, artık evindeki tarhana çorbası kekik kokmuyordu, nane kokusu yükselmiyordu. Kuşlar bozkırlara uğramaz olmuştu, güneşin sıcaklığı fıratı kurutuyordu, tıpkı kezbanı gün be gün kuruttukları gibi. Başaklar bitmiyordu tarlalarda, farklı bir boyuta geçmiş gibiydi köy. Doğa kezbanın türküsünü duymadığı için yeşertmiyordu hiçbirşey üzerinde toprak ile beraber. Herkeste bir huzursuzluk başlamıştı artık parası olan ailesine yetmiyordu birden fazla ekmek, ev, toprak.

Annesinin ağıtı yükseldi bir gece. Rüyasında baran olmuş akıyordu toprağa kezban ve yüzünü çevirmişti babasına, ağabeyine ama bir tek annesine bakıyordu, gözünün kenarında barındırdığı çiğ damlası misali gözyaşı ile. Ve ertesi gün ana feryadı yükseldi evlerinde. Kezban yağmurun uzunca bir aradan sonra geldiği gün yok olmuştu. Semadan yıldızlar o gece farklı parladı ailesinin evlerinin üzerinde. Kara bağlanmış yüreğine düşen acı ile anne dışardan gelen sesi duyunca koştuğunda yalnızlığı, acıyı, pişmanlığı, yitirilmişliği tatmıştı kezbanın yok oluşu ile. Ama ayağının dibinde biten ufak bir dört yaprak yoncanın üzerinde oluşan kırağının içerisinden gözüken semada, kezban ona gülümsüyordu. Ve rüzgar onun için sakladığı kezbanın sesini bedenine doladı "Üzülme ana ben senin çiğ tanendim yaşadığımda, her gece semadan ineceğim bu yoncanın üzerine bir daha kimse tarafından kirletilmemek için sadece sana ait olarak" acı bir tebessüm ile anası anladı hatasını. Beyaz çarşafların içerisinde görmeyi kabullenmemişti. Ve kezbanı ağaya satan babası ve ağabeyine darılmıştı güzeller güzeli. Sadece satılmasını istemeyen annesinin rüyasına girmişti intihar ettiği gece kezban. Neden mi intihar etmişti kezban "kirletmemeleri için onu sapkınlıklarına kurban insanlar" semaya yükselmişti ve ömrü boyunca hergece o dört yapraklı yoncanın üzerinde anasına semadan gülümsedi güzeller güzeli kezban öldükten sonra.

LiberterKedi

Biz

Çocuksu susuzluğum ile sürekli sana ve sevgine susardım, ilk tanıştığımız günlerde. Asla doyamadiğim gözlerindeki hayatımın ne kadarda boş olduğunu anlatamazdım sana kelimelerim içerisinde kullandığım sözcüklerim ile.Rüyamda sana benzeyen ve öpücüklerinden birini kondurup giden o perinin kulağıma fısıldadığı tek şey neydi biliyormusun "N'olur öyle hiç birşey yokmuş veya yaşanmamış gibi bakma bana" dedi en son. Çünkü bir matematik denklemi gibi ben+sen = biz yada ben/sen=biz veya sen - ben= biz buda yetmezse sen*ben=bizdik sevgilim ama anlamadın beni sen hayatımızda.Ve ben sana diyorum ki sen görmesende biziz artık bende sende.2 kişilik hayatımızda tek bir düşüncede birliktelik ile.

Örnek isterdin hep al işte sana kısa bir kesit ; daha birkaç dakika önce, gözlerimde varliğinla alevlenen kör bir alev gibi bütün vucuduma nüfuz ettin hergün yeniden palazlanan.Ve sensizlik ise bende adeta yasam sevincimi yokeden bir işkence olsa da, kavuşacağımız günü sabırsızlıkla boyun eğmis, donuk ve daha simdiden hasretinle kavrulmus bir karanligin içinde kavrularak bekliyorum...

Ve biziz sende,bende,bizde sevgilim

LiberterKedi

9 Ekim 2007 Salı

Dante Alighieri



Mayıs 1265’de Floransa'da doğan İtalyan yazar Dante Alighieri, 26 Mart 1266’da Durante adıyla vaftiz edildi. 1274’de “Yeni Hayat” ve “İlahi Komedya”da ölümsüzleştireceği Beatrice'yi ilk kez gördü. Asıl adı Bice di Folco Portinari olan Beatrice, daha sonra Simone de' Bardi'yle evlendi ve 1290 yılında öldü.1983 yilinda babasının ölümünden bir yıl sonra, Floransa'nın önde gelen aşk şairlerinden biri olarak üne kavuştu ve şair Guido Cavalcanti'yle yazışmaya başladı. 1285 yılında evlendiği Gemma Donati’den, iki yıl sonra Pietro adında bir çocuk sahibi oldu. 1289 yılında Campaldino Savaşı'nda, Floransalı Guelfoların safında Ghibellinoların şehri Arezzo'ya karşı savaşan Dante, savaştan üç yıl sonra, “Vita nuova” [Yeni Hayat] adlı yapıtını yazdı. Yeni Hayat, Dante'nin 31 şiirini, bu şiirlerin hangi vesilelerle yazıldığına ilişkin açıklamalarını ve şiirlerin yapısal çözümlemelerini içeren bir düzyazı - şiir çalışmasıdır.

Daha sonra yoğun felsefe çalışmalarına başlayan şair, felsefi konularda şiirler yazmayı da sürdürür bu arada. 1295 yılında Hekim ve Eczacılar Locası’na üye oldu ve Floransa’ nın siyasal yaşamına katıldı. Bu tarihten sonra çeşitli meclislerde görev alan Dante, bu beş yıllık süreç sonucunda altı lonca başkanından biri sıfatıyla Floransa’nın yönetimine seçildi. 1295’ de Beyazlar ve Siyahlar olarak ikiye bölünen Guelfolar yüzünden, Floransa’ da siyasal uzlaşmayı sağlamak amacıyla, Papa’ ya gönderilen üç kişilik kurulun üyesi olarak şehirden uzaklaştığında, önderleri bir süre önce sürgüne gönderilmiş olan Siyah Guelfo grubu iktidarı ele geçirdi. 27 Ocak 1302’de para cezasına çarptırılan ve kamu görevinden men edilen yazar, düzmece bir yolsuzlukla suçlandı ve Toscana bölgesine girmesi yasaklandı. 10 Mart’ta ceza onaylandı ve yakalanması halinde yakılarak idam edilecekti. 2 yıl sonra, mücadelesini tek başına sürdürmeye karar veren Dante, Beyaz Guelfo grubundan sürgün arkadaşlarıyla bağlarını kopardı ve sonraki yıllarda bütün İtalya’ yı kapsayan gezilere çıktı. 1304-1308 yılları arasında De vulgari eloquentia [Halkdilinde Belagat] ile Convivio [Şölen] adlı yapıtlarını yazdı. Bu yapıtlardan ilki, dil ve şiir üzerine görüşlerini; ikincisi ise felsefe üzerine düşüncelerini ve felsefi bir bakış açısıyla şiirlerine ilişkin yorumlarını içerir. Dört kitaptan oluşan ve felsefî, siyasî ve ahlâkî konuları içeren Convivio adlı eserinin ikinci kitabı da astronomi ile ilgilidir aynı zamanda. İki yapıt da tamamlanmamıştır.

Bu yapıtlarının hemen ardından 1308’de “Divina Commedia”yı [İlahi Komedya] yazmaya başladı ve ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu yapıt üzerinde çalıştı. Özgün adı Comedia [Komedya] olan bu yapıta “ilahi” nitelemesi sonradan, Rönesans döneminde eklenmiştir. İtalyanca yazılan İlahi Komedya, karşılıksız aşkı Beatrice için yazılan bu destan hem aşkı ve insanı, hem geçmişi, hem kendi güncelliğini anlatıyor, geleceğe uzanan bir sentez oluşturuyordu. Aynı zamanda İlahi Komedya ile Convivio'da astronomi ve kozmolojiye ilişkin görüşlere de rastlanmaktadır.

İlâhi Komedya, Dante'nin Cehennem, Araf ve Cennet'e yaptığı hayali bir seyahatin öyküsüdür ve burada sunduğu Evren Dizgesi tamamen Batlamyus Dizgesi'ne dayanmaktadır. Dante' ye göre, Yer Evren' in merkezindedir ve hareketsizdir. Yer' in etrafında sırasıyla, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün küreleri bulunur. Satürn küresinden sonra, sabit yıldızlar küresi ve ondan sonra da İlk Hareket Ettirici Küre gelir. Onuncu küre ise, En Yüksek Küre, yani Tanrının Evi'dir. Küreler, Meleklerin yardımı ile hareket eder. Dante, Aristoteles'in etkisi ile Ortakmerkezli Küreler Dizgesi'ni benimsemiş, dışmerkezli kürelerin olmadığını savunmuştur.

İlahi Komedya’dan sonra 1314’de Monarchia'yı [Monarşi] yazan Dante, yönetim biçimini konu aldığı bu yapıtında, papalık-imparatorluk şeklindeki iktidar parçalanmasına karşı tek bir hükümdarın egemenliğini savundu. 1315 Haziran ayında Floransalı sürgünlere suçlarını kabul etmeleri halinde affedilecekleri bildirildi fakat bu öneriyi kabul etmeyen Dante'nin sürgün cezası yeniden onaylandı ve çocukları da ceza kapsamına alındı. Şair, son yıllarını Verona'da Can Grande della Scala'nın ve Ravenna'da Guido Novello da Polenta'nın saraylarında geçirdi. Quaestio de aqua et terra [Su ve Toprak Sorunu]ile Egloge [Eklogalar] adlı yapıtlarını yazdıktan bir sene sonra, 1321 yılında Ravenna’da öldü.

LiberterKedi

Özgür Olmak

Hiyerarsi sağlamak isteyenlerin dünyasinda,göremeyecekleri bir sey "Özgür Olmak"olabilmek herzaman heryerde imkansizdir...

LiberterKedi

Apoletçi Yönetilmişler

Apoletlerini kuşanmışlar tepelerine, görevlendirildikleri kapının önündeki yolda ileriye adım atmaya çalışanlara diş bileyliyorlar. Havlama seslerinin yayılması ile ürküteceklerini sandıkları insanları bilmezler ki daha da fişeklediklerini bu önyargılı, tabuların arasında sıkışmış mumyalar.

Ben severim yönlenmeyi kabullenmeyeni. Üzerine giydirdiği kendi kişiliğini ve savundukları ile getirdiği fikir yanlışta olsa, hayatımızın içerisinde bulunduğumuz savaşta hep bir başına omuzumuzun dibinde durmaktadır korkusuzca, size destek olarak...

Kişiliksizlerin ve yönetme arzusu güdenler.Sırma apoletleri olmasada yaşamlarında, birden değişirler sanal ortamda elde ettikleri güç karşısında.

Acaba neden?

LiberterKedi

23 Eylül 2007 Pazar

Bu köprüyü geçip bana gelir misin etim/tırnağim?

Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi veya manasını kelimelerimiz ile anlatamadığımız aşkımıza dair hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür yaşamımızda bize ait olarak. Bu aynı et ile tırnak ilişkisine benzer. Acıyı birlikte hissedersiniz, birlikte ağlar, birlikte güler hale gelip, et ile tırnak haline dönüşürsünüz. Bizi ayıran küçücük bir köprü vardır aslında bu noktada, hepsi o kadar ufak sorunlara temel oluşturur ki, anlaşamadığımız zamanlarda çıkan münazaralar da yüzüstünde sivilce gibi pütürlü bir şekilde yansır hepimize. İşte bu noktaya, tam olarak sende bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam bana birşeyler fısıldayabilirmisin :"Bu köprüyü geçip bana gelir misin etim/tırnağim?" yanlışsa sana fısıldananlar kulaklarını tıkarmısın benim için?eğer yapamazsan işte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın, dudakların titrer, gözlerin dolar ve çeker gidersin. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde/geleceğimizde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız yalan bir kere girerse aramıza sevgilim.
Yalın ve Yalansız Kalman dileğiyle Sevgilim

LiberterKedi

19 Eylül 2007 Çarşamba

Ben de ki Sen/ Sensizlik

Sensizlik bendeki manası ile Hayat/Ölüm


LiberterKedi

Platonik Sevgimizi Hiç Ona Söylemeyerek

Yaşamlar iç içe girmiş, karişimlı olmuş. Her bir yaşam öyküsü başka yaşanımlardan kesitler içerir olmuş. Sanıldığınca kirli bedenlerin ışık değmemiş köşelerinden, gün işiği ayrılmaz olmuş hayatımızda. Demlenmeyen çayın vakti saat kadranının hareketi ile sürecin sonuna gelmiş ve önce yenilenmiş sonra tekrar eskimişiz. Atalarımızın betiklerini gütmüşüz "anladım nedenini bilmediğimiz,bir oyuna düşmüşüz"
diye iç çekişmelerimizin sonunda birine merdiven, diğerine yorgun ve yaşlı koruyucu asırlık bir çınar olmuşuz. Ardından sürekli bir halde zaman içerisin de devinip durulmuşuz. Kimi zaman üşümüş, kimi zaman terlemişiz, yetsede yetmesede kesemizde ki paramızı sürekli şişe diplerine gömdüğümüz hayallerimize ulaşmak için harcayıp durmuşuz... Gülerken ağlayan, ağlarken için için haykırarak şiirlerimizde, yazılarımızda isyan etmişiz hayata karşı ...Bazen bir gülücüğe 2 kişi sığmışız, birden diğer kişinin formuna bürünerek, bir bedende 2 kişilik bir hayat yaşamışız ve yaşatılmanın hazzını tatmışız bencillikten uzak, samimiyetsizlikten yoksun olarak. Sevginin mayasını oyuncak dünyamızının hamuruna katarak kendimizce yeniden yoğurmuşuz ve kalbimizde kavurarak yıkılmaz bir hal aldırmışız yaşamımıza!

Yokluğunda, korku dağlarının üzerinde dolanan inatçı bir keçi olmuşuz, inat etmiş, sevdiğimizle sevgimizi büyütemesekte her anımızda onunla ütopik bir dünyada yaşayabilmişiz! Ölüm denizlerinde sarılmışız küreklere, öyle suskun, öyle dingin görünsekte dalga kıran etmişiz binbir parçaya ayrılmış, hep bir noktaya tutturduğumuz yüreklerimizi... Bazen yıllanmış bir şarap gibi şişesinin üzerine kazımışız sevgimizi tortu misali...Yakın yakın oturduğumuz, kalp kalbe değdiğimiz zamanlar da bir türkü tutturan doğanın sesine renk katmışız, yüreğimizden kopan aşkımızın ezgileriyle! Ayrılığın yerine platonikçe severek kaybetme güdüsünü yaşamadan... belki gideceğinin gözardı ederek, aklımızdaki yüreğimizdeki ütopik dünyamızda yaşamışız "Platonik Sevgimizi Hiç Ona Söylemeyerek" bir ömür boyu ona sahip olmuşuz kendimizce !!!