29 Şubat 2008 Cuma

Ne Olacak Sonumuz!

Birçok değişik imge kullanmak istiyorum hayatımda. Farklı olmak için değil. Ama sadece anlatamadıklarımı değişik ifadeler ile betimlemek amacındayım.

Sizlere sormak istiyorum şunu;

Dün gece uyurken bir rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu önümde. Çürümüş et kokuları yükselen insanlık aynı etten bir yığındı bu rüyada. Ve sürekli çağ atladığını düşünse de, sadece yaşamını kolaylaştırmıştı aslında üretimden, düşünmekten ve daha birçok şeyden uzaklaşmıştı hep bir sonraki çağ içerisinde insanlık. Bağrına uğultusu sinmişti dünyanın. Tutunamayanların sesiz çığlıkları ise endişeden kaskatı kesilmişti bu duvar karşısında. Genizlerine hakim olmaya yüz tutmuş bu çürümüşlüğün dayattığı yaşamı kim isterdi ki acaba merak ediyorum?

Yıkılan onca fikir, gelişen onca dinamik yapı, atılan onca adım neden bir yerlere taşıyamıyordu toplumları. Loş ışıklar altında gizli saklı olan idealar aslında kurtaracaktı hümaniteyi. Oyuklardan sızan ışığın üzerine düştüğü bu garip ekoloji vahşi gözlerini parıldatıyordu, her onu değiştirmek isteyene. Korkuyorlardı aslında ve utanmalarıda bu korkularından türeyen, onlara kesilmiş cezalardır onlar bunu göremese de.

Yontmalar, hiyeroglifler, kabartmalar, ardından zamanın içerisinde keşfedilen papirüs üzerine gerçekleştirilen yazım dili bile artık karşı çıkamıyordu bu yapıya. Sınırlandırılıyor, yasaklanıyor ve önüne setler çekiliyordu. Aslında insanlığa büyük bir armağandı yazmak, anlatmak ve düşüncelerini eyleme dökmek. O kadar zarif bir işti ki bizler bunu layıkı ile hiçbir zaman yapamıyoruz.

Sonuç olarak güne düşen, dünün artıklarına baktıkça bugün. Zümrütten, somaltından ve yakuttan saraylar görüyoruz geçmiş tarihimizde. İçlerinde cariyeler, hadım ağaları kontrolünde tutsak. Perşembe Anna, çarşamba Nina, salı ..nın günü. Ne günümü?

Tabi ki efendisinin çürümüş bedeninin altında döşek, üstünde yorgan olma günüdür. Anna, nina ve niceleri için. Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu, cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu inlerde yaşayan, bir görünen tarihi yaşadık bizler. Günün kokuşmuşluğunu ve çürümüşlüğünü görenler ya sadece ahir zamanda, seher yeliyle nasıl bir ağaç ürperirse, yukarıda bahsettiğimiz o kokuşmuş duvar da muttasıl öyle ürperiyordu. Ya da başka vakitlerde ise sadece tek büründüğümüz canlı formu yarasa gibi olmamızdı bunlara tek sebep. Tek farkımız bizler günün her saatinde sokaklardayız.

Ne olacak sonumuz diye düşündüğünde tutunamayanlar. Tek çıkar yolu muammanın üstüne oturmuş sır kapısını aralamaktır diye fısıldıyor çevre sesler.

Peki sizce ne olacak sonumuz?

25 Şubat 2008 Pazartesi

Sen/Siz Sess-iz Bir Ölüm

...gözlerinde esen lodosun önüne takilip gitsemde sensizce,
uzat ellerini üsüyor yüregim sevgilim senden uzakta olan
bu sahipsiz bedenle....

Beni hayata ve mutluluga baglayan,
senin karsiliksiz sevgindir,
farkinda olmasanda...
Olmazsan olamayan
bir maddeyim dünya da
ben sensiz..

Kelimelerim arasinda sakladigim dünyam,
hayatimin arz merkezinde
yer alan seni anlatir herzaman..
Varligima mana
yükleyerek seninle.

Yildizlarin pariltisi altinda,
yastigima sarilip ta boguyorum kendimi
hergece sen bilmesende
"sevdigim" senden uzakta
sahipsiz bir mezarim ben...
yol alamiyorum hiç sensizce
tipki mezarlar gibi..

Bir dolu, iki bos gidip gelmekteyim
bilmesende yoklugunda.
Mutlu ve (u)mutlu yüregimde
sensiz olsamda,
mücadelem "BiZiM" için hayatimda...
Unutma ki;
"Olmadan sen/siz sess-iz bir ölüm hakim bana bilmesende!"

Senden Uzakta

Mazgallara dolan suyun
tasmasi gibiydi
sana olan sevgim.

Unutulmayı bekleyen kelimelerim var
benim,hayalerimde sana karsi.
Kapa gözlerini
ağrıyan dişin yerine
düşünü çektim
bağışla beni...

Rutubet tutmuş ağzım
dillendiremiyor sensizligi.
Kalabalık caddelerde nefessiz
kalana kadar dolaşsamda
seni bulmak icin,
yetersiz kaliyor bacaklarim...

Sebebi ise,
senden uzakta,
ben bir hicim sevgilim....

22 Şubat 2008 Cuma

Sahte Ekoloji

Yoksunluğunun kabulünü,
günüme düşen
güvensizlikler belirlese de.

Anlaşılmayan kelimeler bile
harap düştü artık bu şüpheden.

Ne isem o olabileceğimi
neden kabullenilmeden
yargılanıyorum
ben bilmiyorum.

Belkide sebeb kişinin
ekolojisidir.
Böyle olmamıza
tek neden
onun fikirlerinden kopamadığı,
kişiliğini belirleyen
belirsizlikler içerisinde
bulunan sahte ekolojisidir...

Ben Bencilim

Ben bir pervazım
dışarıya bakan,
sokağınızı gözlemleyen
bir pervazım.

Ben dışarıya açılan bir kapıyım,
fakında olmayan
bir çok kişinin
hergün arşınladığı bir kapı.

Ben bir pencereyim
içerisi havalansın diye
kanatları öylesine hiddetli bir şekilde
açılan bir pencere.

Ben dipsiz bir kuyuyum,
içerisine ne atarsanız atın
dolduramayacağınız bir kuyu

Ben artık bir ölüyüm,
anlayamadıklarınız içerisinde,
kendi dünyasında,
yeraltından sizleri izleyen bir ölü

Ben bencilim artık.
İstemeyerek beni bu yola iten
sizlerden kaçan bir bencilim

Seni Çok Özledim Dedecim

Üzerinden 4 yıl geçti üzücü zor ve hala kabul edemediğin bir dört yıl. İsyan etmek istedim o güne hep. Hayatımın ise sensiz manasız ve bir hiç olduğunu senin yokluğunda anladım benim canım Dedecim.

Her gece bir kere rüyamda o ay parçası gibi gecemi aydınlatan yüzünü görebilmek için yalvardım ve dua ettim ama sen yoktun bir çok gece. Rüyalarıma her girdiğinde, her senin hayalini beynimde tenefüz ettiğimde bir sonraki gün yeniden doğdum.

Her sene birkaçkez uğradığım minik ama sevgi dolu ufak bahçende, senin yüreğinden kopan sevginle işlediğin bahçene girdiğimde ise içimi bir hüzün kaplıyor. Yüreğim biraz daha kırgın, gönlüm gün geçtikçe biraz daha acılı sana koşmak için sabırsızca ruhumu bedenimden sökmek istese de, birşeyler tutuyor onu orada kalması yönünde.

Yağmurlar yağdığında gözlerimin içerisinden dışarıya süzülen damlalar beni biraz daha bu acıya katlanamaz hale getirse de, her senin mezarının başına geldiğimde garip bir tebessüm doluyor yüreğime yüzüme yansıyan, göz yaşlarımla mezarının başına akan. Soğuk mezar taşlarının arasında süzüldükçe, yüreğim daha da burkulsa da başında dua etmeye başladığımda. Mutlaka tek bir gerçek yüreğime saplanıyor. Ve bu gerçeklik ise " senin olmadığın bir hayat çok zor ve manasız geliyor bana".

Ben seni çok özledim dedecim, hala her gece yatağıma girdiğimde dua ediyorum sana "ne olursun bu gece rüyamı hayalinle şenlendir dedecim"diye. Ben sensiz yapamıyorum bu hayatta. Seni çok özledim dedecim.

17 Şubat 2008 Pazar

Öylesine Değil, Ölesiye Sevmek

Ne zaman sokakları yaralayan,
kaldırımları tokatlayan,
gelinciklerin solmasına ve
yapraklarını toprağın
üstüne çömelmesine
sebebiyet veren bir yağmur
olsa dışarıda.
Sokağa çıkarım yalın ayak.

Yeşil olan dünya üzerindeki
en bakir, en el değmemiş
topraklar bile.
Senin tenin kadar bana
canlılık sağlamıyordu yokluğunda.
İşte böyle zamanlarda
rengarenk doğanın
en kirletilmemiş
yedi beyaz orkide yaprağının
eşsiz zerafeti, yedi buğday başağının
göz kamaştıran sarılığı,
seni bana yedi gün, yedi gece
rüyalarımda, yani gecenin mavisinde
beyinimi işgal etmeni,
zerafetinin ve göz kamaştırcılığın ile
yerini hep orada tutmanı sağlardı.

Ve dizelerde ki serzenişim ile
sana yaklaşamaya çalışsamda.
Sen ne kadar duyuyorsun
beni bilemiyorum;
Ve sana bikez daha diyorum;
Şarap yapılması için,
ayaklar altına alınan
üzüm taneleri gibi.
Param parça, ezik büzük
olmuş yüreğim.
Senin dudakların arasından çıkan,
o sözler ile
yeniden doğdum.
SENİ SEVİYORUM
benim canım sevgilim.
Sen bunun
farkındamısın
bilemiyorum...
Ama ben seni
öylesine değil,
ÖLESİYE SEVİYORUM.

LiberterKedi

Gerçek Bu Mu?

Son üç gecedir,
intihar etmedim hiç biliyormusun.
Düşlerimde gizlendiğim duvarın
ardında bakakaldım dünyaya!

Edebiyat için insan,
büyütülmüş düşünceleriyle değil,
öldürülmüş çocuksu fikirleri ile
olmalıymış aslında.
Sadelik ve temiz bir
gelecek yaratabilmek için.

Şiddet unsuru içeren cümleler,
kin besleyen kelimeler
birlikte bir düşü öldürmüş.
Ardından doluşmuşlar
edebiyat minibüsünün
içerisine tıklım tıkaç,
cenaze namazı için...

Çığlığımıydı bu toplumsal şizofreninin,
yoksa gecenin
karanlığına gömülmüş hali mi,
yoksa acının can çekişmesi miydi.
"Toplum" üzerindeki insan davranışlarını
yansıtan bir ayna gibi
edebi kisve altında
yeralarak,bir düş daha
üç gecedir ürkerek bakıyor,
gerçek bu mu diye...

LiberterKedi

24 Ocak 2008 Perşembe

Sen Bil(Me)sende 2

Doğa, bahar için serenad yapıyor.
Rüzgarlar ılık ılık bedenlerimizi okşuyor.
Herkes mutlu, herkes sesizce arşınlıyor sokakları.
Geceleri çıkan seslerin ürpertisi ile herkes,
amansız bir koşucu gibi, bir el daha önümüze geçecek
diye altındakini eziyor,
önündekini arkadan çekiştiriyor.

Bu gidişe kim,kimler dur diyecek.
Yok mu bu düzensiz düzeni değiştirecek?
Üstüne sinmiş yol kokusuyla
avunan onca zombi var ki...
Umutsuzum bu güne baktıkça...

Bu seranad gerçekleşirken içinde sevgili doğa.
Sen ne umutlar ile her sene tüm doğurganlığın
yenilemeye çalışırsın evreni getirdiklerin ile.
Yeniden tüketecekler ama bu zombiler
unutma...
Sen Bilmesende...

LiberterKedi

22 Ocak 2008 Salı

Kazım Koyuncu

1972 Artvin/Hopa doğumlu Koyuncu, yirmi yaşında Dinmeyen adlı müzik grubu’na katılmış, 1993′de Mehmedali Barış Beşli ile, Lazca müzik yapmak amacıyla Şuku grubunu kurmuştu. İki arkadaş bir yıl sonra aralarına İlhan Karahan ve Metin Kalaç’ı da alarak grubun adını Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) dönüştürmüş ve 1995 başında Va Mişkunan (Bilmiyoruz) albümüyle Lazca rockın ilk örneğini vermişti. Lazcayı yaşatmak amacıyla Lazca rock yapıyorlardı. Plak şirketleri ise bu soundu ‘Soft Laz Rock’ diye tanımlıyordu.O günlerde grup elemanları Lazca dilinin yaşatılmasına rock yoluyla katkıda bulunmayı amaçladıklarını, rock müzikteki dinamizmle yöre insanının enerjisinin örtüştüğünü görünce heyecanlandıklarını anlatıyor, Lazca’nın rockın sert söyleyişine de uygun olduğunu belirtiyorlardı.

Dört yıl içinde Zuğaşi Berepe, kamuoyuna pek yansımasa da önemli işler yaptı ve konserlerle hedefini gerçekleştirmeye çalıştı. Bu etkinliklerden Brüksel konseri sırasında canlı kayıt edilen parçaları, kısıtlı sayıda bastırdıkları Bruxel Live (1998) adlı albümde bir araya getirdiler.

Gruptaki eleman sayısı arttıkça müzikal yapı da güçlenmişti. Kazım Koyuncu (vokal, akustik gitar), Cafer İşleyen (bass, vurmalılar, flüt), Gürsoy Tanç (elektrikli gitar), Uğurcan Sezen (klavye), Zülküfil Murat Dilek (davul), Metin Kalaç (kayıt) Lazcayı yaşatmanın yanında aşk şarkılarına katılan sert söylemli yapıtlar ve modern rock anlayışı üzerine oluşturdukları çizgiyle de kabul görmeye başlamışlardı.

Zuğaşi Berepe, Va Mişkunan albümünden dört yıl sonra İgzas (Gidiyor) adlı albümüyle bu çabayı listelere taşıdı. Yedi Lazca, bir Hemşince, bir de Türkçe sözlü parçadan oluşan albümün müzikal zenginliği, rockın çeşitli tonları arasında akıllıca gidip gelen sounduyla 1998′in en iyi yerli yapıtlarından biri oldu. Lazca’nın öne çıktığı kültürel bir misyonun yanında sıkı bir rock albümü özelliği de taşıyordu İgzas (Parçaların Türkçe anlamları kapakta verilmişti). Bu albümde Kazım Koyuncu (vokal, gitar), Cafer İşleyen (bass, vurmalılar, flüt), Gürsoy Tanç (gitar), Uğurcan Sezen (tuşlular), Zülfikil Murat Dilek (davul), Mahmut Turan (tulum), Metin Kalaç (kayıt), Mehmedali Barış Beşli’den (vokal) oluşan grubun, doğayı katledecek Çamlıhemşin’deki Fırtına Deresi’nin üzerine yapılacak santrale karşı kampanyayı desteklemesi de İgzas’ın diğer bir özelliğiydi.

Grup 2000′lerin başında dağılınca, kuruculardan Kazım Koyuncu yoluna tek başına devam etmeyi kararlaştırdı ve solo albümleri Viya (2002) ile Hayde’yi (2004) yayımladı. Anadolu Rock’a kayan soundla ürettiği müziği kısa sürede büyük ilgi görüp, yaptıkları geniş kitlelere tam ulaşmaya başlamıştı ki hastalandı Koyuncu. Akciğer kanserine yakalanmıştı.

Pes etmiyordu; tedaviyi sürdürürken üretmeye devam ediyorduı. Ancak günden güne direnci zayıflıyordu; adına düzenlenen konsere çıkamamıştı. Sonunda 25 Haziran tarihinde ajanslardan şöyle bir başlık düştü: ‘Karadeniz’in genç sesi sustu’

Müzik vazgeçilmez bir yaşam kaynağı idi onun için. Devrimci mücadele ise onun kendi ifadesiyle “tarihin akışını düze çıkarmaya çalışmak”, “savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar, kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar, yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar, yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar” görmemek için, insanlaşmak için üzerinde yürünmesi gereken uzun bir yoldur. Çocuk yaşında tanıştığı mahpushane, dört ay misafir edecektir onu İstanbul’da. Ama ne gözaltında gördüğü işkence ne de dört aylık mahpusluk durdurur onu insanlığın aydınlığa olan yürüyüşünde.

21 Ocak 2008 Pazartesi

Pir Sultan Abdal

Karanlık, ıslak, soğuk bir zindanda geçti puslu kış. Elleri, ayakları, boynu zincire vurulmuş, sessizce ölümü bekliyordu. Bir darağacında sallandırılacağını biliyordu ama kimseden aman dilemiyordu.

İran Şahı İsmail' in kırk bin yandaşının ismini ''deftere'' yazdıran, yetinmeyip başlarını vurduran Yavuz Selim' in ardından, oğlu Kanuni de Anadolu Alevileri' ni kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Ve işte bu delikanlı günlerinde o, dizelerinden eksik etmedğini 'şahına' soruyordu.

''Güzel şah'ım çok yerlerden görünür,
Aslı nedir niye verdin Bağdat'ı''

Yıllar sonra başına neler geleceğini bilmiyordu elbette bu sözleri söylerken. Padişaha karşı ayaklananların arasına katılıp tutuklanacak, Sivas Valisi Deli Hızır Paşa' nın önüne çıkarılacak, Paşa ona içinde şahın adının geçmediği üç şiir söylerse salıverileceğini bildirecek ama sazını eline alan ozan gönülsüz kelimelerle methiyeler düzmektense karşısındakine,


''Hızır paşa bizi berdâr etmeden,
Açılın kapılar Şah' a gidelim,
Siyaset günleri gelip yetmeden,
Açılın kapılar Şah' a gidelim''

diye başlayacaktı söze ve geri gönderilecekti Sivas Kalesi içindeki zindanına.

Hızır paşayla tanışıklığı gençlik yıllarına dayanıyordu bir rivayete göre. O sıralarda paşa değildi henüz Hızır. Komşu köy Sofular' dan yola çıkıp Banaz' a gelmiş, Pir Sultan' ın tekkesinde müridi olmuş ve yedi yıl sonra birgün şöyle demişti ona:

''Pirim herkes himmetinle bir makama oturuyor. Bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama varayım.''

Pir Sultan dalmış düşünmüş, düşünürken gülümsemiş, sonunda ağzından şu sözler dökülmüştü: ''Ben sana dua ederim, sen büyük adam olursun. Olursun da bir gün gelir başımı vurdurursun''. İzniyle tekkeden ayrılan Hızır İstanbul' a gitmiş, padişahın sarayına girmiş, çok geçmeden paşa olup Sivas Valiliği' ne atanmıştı. Ne var ki halkına zulmeden paşadan 'illallah' demişti kısa süre içinde halk.

Büyüklenen Hızır Paşa bir gün masa donatıp Pir' ini yemeğe çağırmış ama konuğu lafı döndürüp dolaştırmadan onun haram yemeklerini değil kendisinin, köpeklerinin bile yemeyeceğini söylemiş, derken paşanın kadılarının adıyla çağırdığı köpekleri de gelmiş ama yemeklerin yanına bile yaklaşmamıştı. Bu durum karşısında kendisini iyice aşağılanmış hisseden Paşa hiddetlenmiş ve emir vermişti askerlerine:

''Asın!''

Söylenen o ki Pir Sultan sonraki günlerde söyledi şu dizeleri:

''Yürü bre Hızır Paşa,
Senin de çarkın kırılır,
Güvendiğin padişahın,
O da bir gün devrilir.''

Umrunda değildi ki onun bağışlanmak... Kim bilir kaç kez Alevilik' ten cayması için baskı yapılmış ama o itaat etmeyip her seferinde aynı karşılığı vermişti:

''Dönen dönsün ben dönmem yolumdan...''

Göze almıştı ölümü, çünkü ölüm özgürlüktü. Tutsaklıktı öteki türlüsü. "Öyle değil böyle söyle" diyenlere, dilindeki, yüreğindekini inkâr ettirip onu kendilerine benzetmek isteyenlere, kitaplarına uydurdukları adaletsiz kurallarını Tanrı'ya maledip onu günahkâr belleyenlere, usanmadan 'iman etmeye' davet edenlere, 'çok' oldukları için 'az' olanların üstüne yürüyenlereydi isyanı.

20 Ocak 2008 Pazar

Native Flute Ensemble - Spirit Wind [2007]



1. Drummers Journey
2. Red Hawks Rattle
3. Calling the Spirits
4. Sacred Spaces
5. Healers Melody
6. Cosmic Tree
7. Hunting Spirit Rock
8. Spirit Wind
9. Invoking Hawks Spirit
10. Offerings Against an Empty Sky
11. Guardians of the Medicine Pipes
12. Flutes of the Heart
13. Flute and Drum Quest
14. Flesh of White Corn


31 Aralık 2007 Pazartesi

Ne Kadar Acı Değil Mi?

Aslında ne biliyor musunuz; Dünya üzerinde 300.000 bin çocuğun asker olarak görev yapması? Bunlar aynı ölü balıklar ve çürümüş iskelet gibi bir harabeye benziyor bence. Tıpkı onların hayallerini öldürüp, umutlarının çürümesine sebebiyet veren bizlerin, onların olan Dünya' yı döküntü haline getirişimiz gibi değil mi?

Baktığımda orada oluyor, kara tahlihli Afrika' da. Yüzbinlerce çocuk savaşların yanında umut ezgileri yapıyorlar. Notaların o coşkun sesi yok oluyor onların yazmış olduğu dizelerde. Ağıt halini alıyor hüzünlerine dönüşerek. Keskin bir hançer gibi insanın kulaklarını tırmalıyor, kulak zarını delercesine bu yanlışı vurguluyor bizlere "Artık Yapmayın Geleceğe Bunu"diye ama duyan kim .

Gözlerimi açtığım zaman bu ezginin uyandırması ile nerede olduğumdan emin değilim. O ezgilerin gözlerime çektiği karanlık perde ile. Adeta kapıları olmayan bir hayavanat bahçesindemiyim diye bakıyorum etrafıma. Savaşa dur demeyen onca insanı görünce.

Çocukların minik yüreklerine, barut kokusu işliyor Kolombiya' da, Sierra Leone'de. Bebeciklerin o mis gibi süt kokulu vücutlarına acı, hüzün, kin ve nefret sürekli yükleniyor bu hayvanlar tarafından. Korkuyor ve ürperiyorum geleceği bize emanet edenlere bunu bırakan bizlerin yarınını düşündükçe. Herşey dünden dahada kötüye gidiyor, bu vurdum duymazlığımız ile.

Gözlerimi açtığımda Savaşın eserini görüyorum "Kan kızılı bir gök ve genzimi dolduran pıhtılaşmış kan kokusu heryerde". Yürüdükçe sokaklarda protezlere mahkum olmuş, koltuk değneklerine hapsedilmiş çocukların bakışlarını bana yöneltiklerinde iğreniyorum büründüğümüz yapıdan. Ve bir direğin altına geldiğimde elimi ona yaslayarak;

"Ne yudumladıkta ben ve insanlık böyle olduk?" diyorum ve ardından;

"İnsanlığın harabat şarabını." dedi içimdeki ses. Dedim ki ona şizofrence;

"Bu göçmüş hümanite dramı, bu kendi kendini yiyip bitiren anlamsızlık, bu ağır ölüm kokusu tünemiş iklim tedirginliği, bu kahreden umutların yok oluşu, bu yarınların kana bulanışı ne zaman bitecek"

diye sorduğumda, içimden ve çevremden kaynaklanan tek bir yargı belirdi birden zihnimde ve o seste;



"Bu göçmüş hümanite karşısında, unutulan yarınların süt kokulu tenlerine işleyen ağır barut kokusu ile, bu trajedi devam edecek sonsuzadek. Ve bizler hatırlamadıkça bu dünyanın onların olduğunu, zaten onlara kalmayan kendilerinin olan dünyanın çöküşüne katalizör olacaklar, ellerine verilen silahları bizlere yönelterek!"

Ve buna sebeb ne diye sorduğunuzda işte unuttuğumuz gerçekler;

Dünya' da, 30 milyon çocuk savaş bölgelerinde yaşıyor.
Her on askerden biri çocuk.
Bu çocukların bir çoğu 8 ila 18 yaş arasında.
300.000 çocuk asker olduğu tahmin ediliyor dünya üzerinde.
Kolombiya 14 bin çocuk asker var.
Kongo Cumhuriyeti'nde 30 bin çocuk asker var.
Sierra Leone ve Sudan' da sayıları blinmiyor çocuk askerlerin.
Uganda' da 20 bin civarında çocuk asker olduğu biliniyor.


Ne kadar acı değil mi gerçekler?

27 Aralık 2007 Perşembe

Kaşığın Öyküsü 1


Kaşığın Öyküsünü Bilirmisiniz Sizler!

İnsan tarafından aslında bulunmuş ve insanın kendisini sınırlaması için keşfettiği en önemli icattır kaşık. Nasıl mı, işte öykümüz buradan başlıyor.

Hey sizler insan olduğunuzu ilkel dönemden sonra git gide unuttunuz teknoloji gelişimi ile. Sizler ki daha da gözü doymaz, insanların katliamına yol açan bir yapı içerisine girdiniz. Tokluğunuz ile yetinmeyerek daha da çok istediniz, daha fazla avuçladınız toprağın üzerindeki onun kılıfı olan etlerini. Lime lime ettiniz doğayı, yerle bir ederek yetmedi daha fazla diyerek tamahkar olmadınız. Ve işte burada kaşık çıka geldi. Sizlere, paylaşmayı öğretebilmeyi amaçlayan bir umut ile dolu olarak taştan, madenden, tahtadan türetildi. Komikti onu bulanda insandı ama onunla yetinmeyi yeniden öğrenemeyen de insan oldu zaman içerisinde kaşığıda sindirerek.

Evet kaşığın saltanatı çok az sürdü. Çok az ve çok üzüntü verici gelişmelere sebeb oldu. Kapitalin ekmeğine yağ sürdü.Daha doğrusu kapitalistleşmesine sebeb oldu insanlık kaşığın...


(Devam Edecek)

22 Aralık 2007 Cumartesi

Ne Seninle Ne Sensiz, Ama Hep Seninle

Her şeye rağmen anlaşıyoruz diye başlamıştık
Şimdi hiç anlamamışız oldu başlangıçlar
Biliyorum kırıyor seni anlaşamazlıklarım
Ama beni de kırıyor anlaşamazlıkların

Nasıl değişir ki insan, nasıl sokar o yılana benzeyen dilini yuvasına
Bilemiyorum
Sözler verip tutamıyorum, kim inanır ki, kim güvenir ki sözünü tutamayana

Ama ne biliyor musun?

Bana aldığın şiir kitabındaki gibi ;

Sana bir sır söyleyeceğim zaman sensin artık
Sensiz geçen zaman ağır, senlekilerse inadına aksine bir o kadar hızlı..
Her bitiş acı ve gün geçtikçe daha da zor..

Ama ben şarkı rengi gözlerine bakmak istiyorum hala,
Hala kafamı yaslamak istiyorum o hep ağrıyan omuzlarına …
Çabucak biten yollarda, sıkıca tutmak istiyorum ellerini ellerimden terler boşansa
bile…
Hissetmek istiyorum nefesini ensemde ve tenimde…

Yazar : EzO

19 Aralık 2007 Çarşamba

Jerry N. Uelsmann








Dünya Resim Oscar'ını Alan 3 Resim






Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?

Amerika 1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hıristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta 49 yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk toprak, çevresi 600 mil olan, büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı. Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük. En yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin mil sahili vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541′ e kadar keşfedilen toprakların hepsi bir an kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrı’ nın buraya insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği düşünülebilirdi. Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine yani beylerine ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir. Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler. Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints Pere’inkilerden daha zengindi. Genelde sadece utanılacak yerlerini kapatıp gezerlerdi. Bir buçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir kumaşa sarınırlardı. Yatakları hasırdı ve ada İspanyolca’sında “hamak” denilen asılı filelerin ortasında uyurlardı. Açık, sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar yetenekli ve uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli geleneklerimizi benimseye çok uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha yaratmamıştır. Dini şeylerden söz edildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla öğrenmeye, kilisenin dinsel törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara dayanabilmek için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son birkaç yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol’dan bu insanların aşikâr iyiliklerinin yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrı’yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları olurlardı. İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler. 40 yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar. Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200′den fazla kalmadı. Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60′ dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı’ nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000′den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde, bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek öldürdüler. Halk orada kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü. Her bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli bir Hıristiyan orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları Hıristiyanlığa kazandırmıştı. Benim gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi bulunmuştu. San Juan adasına komşu 30′dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup gittiler. Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir alanı kapsıyor. Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu insanları topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta bugünkü terkedilmiş halini aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz’in toplamından 10 krallık daha büyük, Sevilla Jerusalem mesafesinin iki katı, yani 2000 milden daha büyük bir alandan söz ediyoruz. Bu 40 yıl boyunca, kadın, erkek, çoluk- çocuk, 12 milyondan fazla insan Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur - gerçektir. 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum. Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek, düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek yerli beyler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta bırakılıyordu; daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç, hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri -çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler. Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti. Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları -bütün dünyada daha kötüsü olamazdı- toprakların mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin, sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla birleşince, onları saymadılar, sevmediler ve değer vermediler. Bütün bu süre boyunca gördüğüm ve bildiğim gerçekleri söylüyorum. Onları, hayvan demiyorum, keşke hayvan muamelesi yapsalardı hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler. İşte yerlilere ve hayatlarına böyle özen gösterdiler. Bu yüzden de sayısız insan dinsiz ve kutsal törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hıristiyanlara hiçbir zaman en ufak bir kötülük yapmadığı herkesçe -hatta despotlar ve katillerce de- bilinen, kanıtlanmış ve kabul edilmiş, apaçık bir gerçektir .Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hıristiyanlar onlara veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet uygulayana kadar.

LiberterKedi

17 Aralık 2007 Pazartesi

Ölümün Ezgisi

Ozanın ölümü gerçekleşmiş dünya üzerinde. Notaların dili duraksamış ve lal olmuş tüm aşıklar. Yüz hatlarında acı bir ifade ise yaşamın üzerine yansımış. Sert yastıkta solgun bakışları hüzün dolmuş, etrafındakilere karşı. Herkes onu yadsır gibi durmakta yatağının başında. Neden bizi bırakıyorsun diye, içten ağıtlar koparılmakta sevenlerinin tarafından başucunda. Ozan ise tüm bilinen bedevi duyularından koparak, ilgisizce çevresine karşı, ölümün kokusunu doluyordu bedenine hızlıca. Bilmiyorlardı, yaşarken görünenlerin farkına varamayanlara, isyan eden ozanın içinde kopan acı fırtınaları. Bütün bunlar ile arasında nice birlik varolduğunu göstermeye çalışıyordu aslında sürekli dizelerinde.

Yaşamı boyunca ozan anlattığı yüzündeki derin çigiler, akarsuların vadileri yarıpta, insanlara ulaşması gibiydi aslında. Çimenlerin doğayı adeta bir halı gibi kaplaması gibi insanlara anlatmak istediklerini, ezgiler ile teşbih etmeye çalışsada insanlara. Sürekli bu derinlikleri dahada derinleştirdi içinde bulunduğu toplum, bu parlaklıkları ile göz kamaştıran çimenleri bir hamlede herzaman yoldular önyargıları ile insanlar. Hayatını genişleyen halkalar içerisinde kaybolmasına umarsızca aldırmadan dayanmayı başarsada Ozan, artık pes etmişti yaşamından bu son demde.

Sebebi ise artık notalarına işliyorlardı, eleştirlerini salt eleştri çerçevesinde yapabiliyordu bu trans halindeki bildirginler. Sürekli biliyorlar, eleştiriyorlar ve bilgileri ile yetiniyorlardı. Ama ozanda artık pes ediyordu ve son demde söylediği tek söz ile;

Maskesiyse, ürküp can çekişen orda ki hümanite, narin ve açık bir yapıyı kirleterek, olgunlaşmamasına rağmen bir meyve gibi sanki havada sallanarak, altından geçen insanların tepesine vurdukların da çürüyecekleri geleceklerinden kaçabileceklerini sanıyorlar.Ne kadar yazık.

diyerek, göz kapalarının perdelerini indiriyordu ve kendisini dünyaya karşı sansürlüyordu pes ederek.

LiberterKedi

13 Aralık 2007 Perşembe

Josef Guggenmos

İlkokulu doğduğu yerde tamamlayan Guggenmos, liseyi St. Ottilien’de okudu. 1939’ da savaşın başlaması nedeniyle mezuniyet sınavına girmeyen yazar, Alman ordusuna alındı. Savaşta Danimarka’ da Reval’ de ve Karadeniz’ de radyo operatörü olarak bulundu. Savaştan hemen sonra ise kendini Alman dili ve edebiyatı ile sanat tarihine adadı. 1950’ de bir yıl için Finlandiya’ ya gitti. Almanya’ ya döndükten sonra Stuttgart, Viyana ve Salzburg’ da çeşitli yayınevlerinde çevirmen olarak çalıştı. Guggenmos’un çocuk şiiri yazma düşüncesi R.L. Stevenson’ ın en ünlüsü Hazine Adası olan metinlerini çevirmesi ve yine onun dil ile çocuksu dünya görüşünü buluşturma fikrini kabul etmesi sonucunda yerleşmiştir. Guggenmos’ un ilk kitabı 1956’ da Küçük İnsanlar İçin Neşeli Şiirler başlığı altında yayımlandı. 1958’ de bazı şiir ve hikâyelerinin toplandığı Sonsuz Çocuk Takvimi isimli kitap bunu takip etti. 1967’ de ise asıl önemli çalışması olan Fare Perşembe Günü Ne Düşünür? Adlı eserini yayımlandı ve bu eseriyle Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü kazandı. 1971’ de basılan Goril Seni Kızdırmaz isimli kitabı eleştirmenlerce Alman çocuk şiirinin zirvesi olarak gösterildi.

Josef Guggenmos’ un seksenden fazla kitabı yayımlandı. Binden fazla şiiri ve diğer çalışmaları bulunmaktadır. Kitapları birçok edebiyat ödülü aldı ve birçok antoloji ve ders kitabında yer aldı. Guggenmos, Erich Kastner, Christian Morgenstern ve Bertolt Brecht ile birlikte Alman çocuk edebiyatının en önemli isimleri arasında yer alır. Guggenmos, sessiz bir şekilde şiirlerine gömülmüş olarak yaşadı. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Alman Gençlik Kitabı Para Ödülü’nü, 1975’ te bütün çalışmaları için Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi’ nin Onur Ödülü’nü, 1980’de On İki Çekmece şiiri ile Avrupa Gençlik Kitapları Ödülü’nü, 1984’ te Güneş, Ay ve Balon ile Bödecker Ödülü’nü, 1992’ de Alman Akademisi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Büyük Ödülü’nü, 1993’ te bütün çalışmaları için Alman Gençlik Edebiyatı ödüllerinde Şiir Özel Ödülü’ nü, 1997’ de bütün çalışmaları için Avusturya Çocuk Edebiyatı Devlet Ödülü’nü kazandı. 1967’ de Genç Doğa Araştırmacısı ile Avusturya Devlet Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’ nde onur listesine girdi. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Avrupa Gençlik Kitapları ödüllerinde onur listesine girmeye lâyık görüldü.

Yazar 1950’ lerin sonlarında ise ailesiyle birlikte Irsee’ deki evlerine döndü. 30 Eylül 2003’te Irsee’de öldü.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Yöntemsel Bir Saldırıya Dair

Yöntemsel bir saldırıdır kişilik boşluklarını doldurmak. Başkalarını merdiven niyetine kullanmak isteyip onlara tutunarak yükselme arzusu!

Kötü müdür? İyi midir? Zaman içerisinde nasırlı el, kansere sebebiyet veren bir ben halini almış zaten!

Sürekli kişilerin birbirleri ile anlamını bile tanımlayamadıkları bu çatışma nedir bilinmiyor? Bu çatışmada taraf olanlar açısından bile.

Bütün bunların içerisinde bir köşede hümanizmayı izleyen, onların türettiği fakat onlardan kaçan ve dağların üzerinde konaklayan sislere karışan ve yok olmak için, kendilerini intihar ettiren idelerin dünyası, ne kadar acı çekiyor bizlere bakarken bilinmez.

Üretmeyen bizler, tüketim insanı bizler. Üretim canavarı olan üretken bilgi[siz]ler mi onlar acaba!


Bilgi, bilmek veya üretmek arasında sıkışmış kalanların nasılda etrafına saldıracağinı bilememesinin sebebi, kişiliklerindeki boşluklarmıdır? Boşluklarında yer aldıkları alanlarda sürekli tanımlayamadıklarına uyarladıkları betimlemelerin altında mı gizli bu boşluklar sizlerce!

Yada bu şekilde daha ne kadar hüküm sürer bu yöntemsel kişiliksiz saldırı bilinmez!

LiberterKedi