30 Mayıs 2010 Pazar

hamamböceğine tecavüz(+18)


....kimse kendi inançlarının doğru olduğunu kanıtlayamaz

-dünyanın bızırının üzerine acımı fışkırtacağım. 

klitorisini dişleyip, kanatacağım. acı çektireceğim. dudaklarım arasında tuttuğum parçasını sertçe tüküreceğim yüzüne. sen istemeden ben bacaklarını aralayıp, içine gireceğim. hamamböceği gibi kaçacaksın benden. bende kocaman ellerimle ezeceğim seni. içerisindeki pisliği çıkartacağım. anüsünden sahip olup, günahkâr edeceğim kendimle birlikte seni. hergün içip, içip sarhoş olacağım. ardından sokaklarında, kaldırımlarının üzerlerine kusacağım. günahlarımla arınacağım. daha önceleri yapmaktan hep kaçındığım günahlarımla(!)

-iğrenç dünya. 

kusurlu, özürlü, kırık bir dişin üzerinde gezinen dil gibi histerikleşmiş dünya(!) üzerine hergün aynı kıyafeti giyip, dolaşan insanlık: birbirinin imitasyonu kişiliklerden oluşan toplum, çürümüş ve kokuşmuş haldesiniz egolarınızdan dolayı(!) kireç döksek bu mikrop kırılmaz. hiçbir dezenfektan işe yaramaz sizi temizlemek için. tanrının ayak topuğunda olan kirsiniz. estetik ile fiziksel bozukluklarınızı maskeleyemiyeceksiniz, işlediğiniz sevaplarınız ile yarattığınız kusurlu dünyadan iyi bir varlık olarak ayrılamayacaksınız. süslü, boyalı, polemik ve yalan ile örülmüş olan zihinsel zayıflığınız, üzerinize yığılacak. kaçmayın.

-kurtuluş yok(!)


çünkü seni bir köpek gibi görüyorlar. cogito ergo sum. belki olabilir. ama sen olamazsın. yoksun, yokolacaksın. 3 gün ağlanacak ardından. ilk önce yıkayacaklar, götüne pamuk tıkayıp, bembeyaz bir kefene saracaklar.-insan bir doğduğunda, bir öldüğünde arıymış gibi...- sonra toprağın taneleri üzerine yığın yığın atılacak. sevdiklerin tarafından. ilk önce kokacak, sonra çürüyeceksin. ardından vücudunda istemesende başka organizmalar hüküm sürecek-sanki daha önce başkaları yaşamadı mı üzerinde?-

-ahlaki değerleriniz, yaşam felsefeleriniz, ideolojileriniz....

hepsi üzerlerinize giydirilen kılıflardan ibaret.çürümenize sebebiyet onlar. hiçbir farklılığa sahip değilsiniz. sahip olanlarınızın tek farkı, yansımalar sonrasındaki insanın zihnindeki yanılsama. illüstrasyon. emin olun. mutlak tek gerçek bu. david copperfield dahi olsanız, kaçsanız yakalanacaksınız, özünüz tarafından. saklayamadığınız özünüzce. onu değiştiremiyorsunuz. olmuyor. yalan, pislikle sıvanır. estetik örtmez onu. uyanın. ya da geberin. en doğrusu bu. çünkü hergün yeni bir tanrı yaratıyorsunuz tapmak için. önce güç, sonra mülkiyet, şimdi para, yarın da bir başkası olacak...

-toplu bir kundaklama gerekiyor böyle bir dünyaya...

ben sizin yerinize zaten bunu yapacağım. zamanla olacak. bütün piçleri örgütleyeceğim.onlar yapacak bunu-farkında olmasanız da sizde bir piçsiniz- her düşüncenin söylendiği andan itibaren olduğu gibi. piç. düşünceler yorumlarla, kabuk bağlar. yaralasada, karalasada, kökten yıksada kabul edilmez. piç bir çocuk gibi. bu yüzden ötekileştirilir. başka bir deyim ile; piçleştiriliyor sizler tarafından düşünceleriniz. çünkü sizlerde, kendinizi kabul edemeyen öğrenme duyusu körelmiş. birer hayvansınız. ebeveynleri belirsiz fikirlere sahipsiniz. sizin zihninizden çıkan fikirlere. günah katrelerisiniz. kabul edin. etmesenizde her birey yaşamında en az bir tane piç fikre sahiptir.örnek mi: kaynağını bilmediğiniz fikirlerden gebe kalıyorsunuz hergün. sınıflanma, mülkiyet, para, genel ahlak. yetmez mi. fanusunun dışına çık ve nefessiz kalmaya çalış. 


anlayacaksın(!)

-ben seninle zorla olacağım dünya. 

tıpkı beni bu dünyaya zorla getiren annemin, zorla bedenine girildiği gibi. zorla bana dayatılan kurallara saygı duymam gerektiğinin öğütlenmesi gibi. zorla saygısızlık yapana, saygı duymam ve olmadığı bir kişiymişçesine, davranmamın nasihatlandırılması gibi. zorla birlikte yaşamamın gösterildiği, ölü bir toplumun bireyi olmam gibi. (V)b gibi. farkında değilsiniz. beni canileştiren sizlersiniz. ama artık şunun farkındayım: "..insanlar bu söylediklerimi, yaptıklarımı, yapacaklarımı unutsa da onlara hissetireceklerimin korkusuyla titreyecekler."

ürkek hamam böcekleri unutmayın....


"...asil bir cesaretle öngördüğümüz kötülüklerin, yarısıyla karşı karşıya gelme riskine girmek; olabileceklerin endişesiyle yaşamaktan ve onlara karşı korkakça, kayıtsız kalmaktan daha iyidir."(Herodot)

29 Mayıs 2010 Cumartesi

kirli kan

kanımızı zehirliyorlar...


oksijen insan için o kadar önemli bir maddedir ki, hemen hemen tüm hayati etkinliklerimizi, onun sayesinde gerçekleştiriyoruz.-karbondioksit verilmeli tüm insanlığa- ferah düşünmemiz için beynimizin benzinidir oksijen. nefes ile tükettiğimiz yaşamımızın, ateşidir o. 

oksijen

bir iyi, 

bir kötüdür.

bir yandan yükseltir, bir yandan alçaltır insanı. fizyolojinizi ve düşünsel eylemlerinizi, bu iki zıtlık ekseninde bir ileri, bir geri şeklinde ilerletiriz bilinçli/bilinçsizce.

hayatta "böyle ironik değil midir?"

...değil/dir arkadaşım(!)

hayat basit ve sıradandır. aslında içerisinde koca boşluklar içerir. herbiri, birbirinin klonu olan boşluklardır. karşmaşıklık bizdedir. bizler herşeyi açıklığında göremeyen, sadece kendi sesimizle yaşamımızı idare ettiren varlıklarız. inandığımızın gökte olduğuna kanmışız. tüm eylemlerimizi ise yeryüzündeki taptıklarımız için gerçekleştirir hale gelmişiz. -birbirimizi kemiriyoruz.- daha fazla örneklemeye gerek var mı?

fare' ler gibi yaşamları ufak parçalara ayırıp, lokmamızı damağımızın tadına erişinceye kadar, ufalıyoruz.


doğal bir sonuç bu. bunlar, belli süreçlerin üretimi, yapay meyvalardır.

sizce tanrı, bir elmanın yenmesinden dolayı mı, insanlığı dünyaya yollamakla cezalandırmıştı(!)

bu kadar basit miydi varoluşumuz?

neden biz insanız. neden düşünebildiğimiz halde özgür değildik. tüm hareketlerimizi kendimizce yapabilecek durumdayken, neden "dayatılanların etrafından ayrılamıyoruz. genel ahlak, genel değerler, genel ihtiyaçlar, genel yapılması gerekenler. genelleştirilmiş yaşam profili. genel bir birey olma..." ...dayatması içerisinde yaşıyoruz(!)

genellemelerin her türlüsüne lanet okuyan F. Nietzsche' e, haksız mıydı?

yaşam iyi mi, kötü mü?

bu bireyin bakış açısı...

bu konuda yaşam profilimiz aynadır. fakat bunu bile, genelleştirmiş, bir noktaya bağlamaya çalışmışız. acımız gerçeğin habercisidir.  

yasaklar, dünyanın acısının ilacını saklıyor bizden.

bakmak ve yaralanmak gerekiyor uğrunda. bu noktada örnek annelerdir. sütünü meme ucundan ısırarak aldığımız, acısıyla beslendiğimiz annelerimiz. anaerkil dönemin yaşayışı ile ataerkil yaşamın yaşayış profili...

bize herşeyi anlatıyor, bu zaman dilimleri. geliştirmek bizim elimizdeyken, biz ne yaptık, güce karşı histerikleştik.

bu epidemik, tehlikeli bir hastalıktır.sonu yitik bir yaşam olacak.

gerçek: aidsli bir kadınla birlikte olup, sonrasında ölümü beklemektir.

ölüm aslında arzulanmalı.

arzularımızı kontrol edemezken, neden isteklerimize ket vururuz. bizler yoksunlaşmış, beter ruhlarız. acı zihnimizde ve yaşamımızın temelinde. susmak alışkanlık, eylemsizlik ise yaşam biçimi olmuş. tıpkı nükleer enerjiye evet diyenlerin yaptığı gibi.

canvarlaşmayı seviyoruz. hayvan olduğumuz gerçek ama canavarlaşmak bir ütopyaydı ben küçükken. hayali bir üründü vakti zamanında. bugün çok farklı bir durumda canavar ütopyası. çünkü artık hepimiz canavarız(!)

canavara hizmet ediyor. canavara karşı çıkmıyoruz. gdo' lu ürünler bunun son örneği. bizler mazoşistiz. aynı zamanda sadistizde. ikisinin toplamında asalağız.

başka söze gerek var mı ki bilmiyorum.

lethe'den tuttuğum balıklar bunlardı. hazmedemiyorum. gaz yapıyor. karnım şişkin. obezleştim dünyada. her ne kadar umutsuz olsamda, arzularıma sahip olan biri olarak ben kimim bu sahnede.

canavar mıyım?

yoksa,

hiçliğin hiçi miyim.

neyim.

28 Mayıs 2010 Cuma

Kırmızı Leke - La Marque Rouge



Savaşlar kapitalizmin diş bileyicisi, mayınlar devletlerin terörizmidir(!) - daha fazlası için buradan

27 Mayıs 2010 Perşembe

monoklinik vaka



çilemi toprağa gömüp üzerine işiyorum. 

çok sapıkça değil mi?

her şeye rağmen, amonyak onu yeşertmez diye umutlandıkça yanılıyorum. hergün bir başka ölüm. her saat bir başka acı. hayatın öznesi olmaktan çıkmış, asalağıyız artık. sorumsuzca yaşamak nasihatlandırılıyor bize. korku hissizlik. ölüm ise bir deli gömleği insan için. hep zamanlarda onlardan almamız gerekiyor nasıl yaşayacağımızı. toplum. gevrekleşeceksin.

ne yapabilirim ki?

denetlenmeyen bir yaşamı elinde tutmak gerekir. özgür, öznel ve korkusuzca yaşamak lazım. mücadele etmek gerek. kısa cümleler ile uaztmaya gerek kalmadan noktalamalı hayatı. sus. deli saçmalığı bunlar. korkuların yarattığı imgelenimler. dil neden titrer, yürek bu kadar ateşliyken(!)

anlatamadıklarıma, 

dünyanın tüm sözcükleri yetmez olmuş. 

ah deli sevgilim. hala farkında değil bendeki git - gellerin. çocuk. olsa da, olmasa da anlamı çok fazla beynimde. herşeyi seninle beziyorum, tıpkı şu bir kaç kelime gibi. yetmez. çok azlar seni ifade etmek için.

titrek bir ruhum var. 

artık düşünmekten tepsiye dönmüş beynim. 

hiç kimseye göre ben kimseyim. kimseysemde ölseydim. ne olur ki. iki rekat göz yaşı. hiçiz. neyi istediğimizi bilmiyoruz. ama neyi yaşıyoruz. neyi istediğimizi bilsekte, arzularımızı biz mi var ediyoruz. suskun ve donuk. karmaşa varlıkta sarmaşıklaşmıştır. dünya. bana ne senden. sevdiklerim bendeki onları görmediği sürece umrumda bile değilsin....

...
..
.

elimi bedeninin en mahrem yerlerinde dolaştırdığım insanlığın klitorisi, kanlanmış.  o kadar fazla dil darbesi var ki üzerinde insanlık ona daha fazla anlam yüklemekten kaçınıyor. korkmuş. o kadar fazla kadınlaştırılmış ki bu dünya, hep suçlanmış. ya gerisindeki erillik. 

güç ve iktidar. 

nasılda çürütmüş. ölüm gelmişte geçiyor. sırat köprüsündeki maymunların kafa karışıklığında, hala elimiz apış aramızda. ya erkekliğim giderse. neyin gururu bu. azrailin tokatları uyandırsın seni. dilimi keste doğra. yasaklanmış, kalçalarına parmak attım. sarsılma. kelimeler artık sende. farkına var diye daha  da gömdüm kendimi, kendime. susmak fiili bir eylem bireyde. bu yüzden soru şu:

hiç siz kimeden ayrı kalabildiniz mi?

lethe'ye balığa gittim bi dahakine yine gelecem buraya.

23 Mayıs 2010 Pazar

ölümün yosma hali(+13)

size ölümlerin en yosma hali ne desem, 
 
buna bir mana yükleyebilirmisiniz?

hepimizin yaşamında hep yalnızlık mevcuttur. bazılarımızın ise, içerisinde bulunduğu kalabalık hayatta yalnız olduğunu söylemem, çok yeni bir örnek değildir. ama herkesin birbirine yabancılaşıp, bencilleşmesi; düşünebilen hayvanlar olarak benliğimizi yitirmemiz, oldukça acı bir betimleme olsa gerek(!) 

kopuk ilişkiler, çarpık cinsel gelişim, sağlıksız bireyin toplumsallaşması, düşüncenin monoton ve mat kabul edilmesi. çürümenin fizyolojisine dair her şeyin yaşanılması gerekli kurallar olarak dayatılıyor bizlere.

örneğin

gözlerinizi açıp pencerenizin dışına doğru uzanın ve bakın:

günlük yaşamımızda dolaşırken, sokakta nefeslerimizin birbirini fransız öpücükleri ile dillemesi, kalabalıkların birbirine çarptığı halde birbirinin varlığı hakkında umursamaz duruşu, kökten ayrımcılığın bir yüzüdür. 

konuşurken, yürürken, dolaşırken, otururken birbirimizle korteksimizde sevişiyor ve bundan bir hayli fazlaca  gizli haz alıyoruz. 

zina denilen dini yasağın zevki, vücudumuzda bizi ereksiyon halinin en üst sınırlarında gezindirerek deliriyoruz...

kontrol edemediğimiz arzularımız sayesinde her daim bunu gerçekleştiriyoruz. 

ne mi burda ki vurgu.
arzularımızı kontrol edemiyor ve hedonist bir edayı gizlice idame ettiriyoruz. buna katatonik bir halde bağımlı olsakta, bizler çoğunlukla bu eylemleri inaktif bir halde yapmadığımızı ve yapmamamız gerektiğini öğütlüyoruz çevremize. 

yaşam eksenlerimizin paralelliği söylediklerimizle uyuşmadığından buharlaşıyor. 

bizler neden kendimize yabancıyız?

çünkü...
sus...

...ruhlarımız yosma.

yaşayan ölüler gibi etmizi günübirlik kılıfımızla örtüyoruz. -tüketmelisin kendinide- üstünde durduğumuzun buharlaşması, gökyüzüne olan aşırı umutlarımızın kofullaşması; içerisinde bizi arafa itiliyor. kalakalmışız bir şüphenin içerisinde. 

korku herşeyi titretiyor. 

acı herşeyi daha da soluklaştırıyor. 

kaskatı bir penis gibi hayatın içerisinde, birbirimizi sıvazlıyoruz. herşey akıcı, herkes dinamik ama hayat hep aynı yerinde statik?

nasıl bir çelişki yumağıdır bu. nasıl bu kadar körelmiş haldeyiz. ayın şuası yüzümüze çaktığında parıldayan gözlerimiz, kan çanağı halde diğerinin gözüne yansıyor. 

uyumak bunu görmekten iyidir.

sis.

balıkların sahillerden uzaklaştığı yerlerde ölümler simaya yetişmiştir...

bir koku arı denize sinmiş, yapraklara nüfuz etmiş, canlıları yok etmiştir. canlılık yok. tek suçlusu sensin işte.

bu durum, yosma bir hayatın bekçisi olmayı istediğin sürece devam edecek...

arzular isteklerden bağımsızdır....

20 Mayıs 2010 Perşembe

yaşıyorlar(!)

acı için için ağlıyor,
bugün yine yoklardı,
gökyüzünden derine bakıyorlar
ama herkes umutlu
yaşıyorlar...




17 Mayıs 2010 Karadon Maden Ocağı Emekçilerine İthafen...

benim sana olan kinim

senin verdiğin acıları,
topuklarının bastığı
kırlara serdim.

hırsım
sana karşı bu.
kinlen
-dim.

topuklarının
her uygun / uygunsuz 
hareketi ile...
menekşeleri
ezişi ile...

topuklarında kalan kokuydu
benim sana karşı olan
kinim.


18 Mayıs 2010 Salı

rüya

yıldızsız simadan
bir melek iner,
durgun ve hüzünlü
gökyüzünden;

mor ağaç dalları
arasından, şiddetli bir
hasret rüzgarı esip
mavi saçlarını tarar
denizkızının,

elleri uzaktakinin
yüreğini ısıtır
hayalleriyle,

elleri;
ısıtır
onsuz olan
sokağı.

sevmek
hissetmek
-s(E)
seni
.
.
.
sEn
bEnim
en güzel
rüyamsın.
...
..
.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

hiç/iz

kendi gölgelerimizi yere serip, bizi takip etmesini emredecek kadar itaatkarız.

kişiliğimiz bir domuz gibi itaat etmek için doğuyor. kendimizi belirli bir alana sıkıştırarak, yaşamımızda köle haline geliyoruz. öğrenme ve itiraz etme güdüsü köreltilmiş hayvanlarız bizler. öğrenme güdüsünü yitirmiş hiyerarşik hayvanlar olarak bizler, hiyerarşinin en üst kesmine itaat etmeyi görev ediniyoruz.

bu uğurda korkularımıza boyun eğiyoruz. kendi yarattığımız korkular. bizler büyük bir hiç/iz.

16 Mayıs 2010 Pazar

gölgenin ardından doğan karanlık içerisinden

...tanrıları, parmakladım geliyorum sözlerle. kelimelerin karnına bırakacağım piçler, toplumun ben/biz -de yarattığı sanılar. size üflüyorum onlardan çıkan ateşi.

püfff....

3 Nisan 2010 Cumartesi

kıyısındayken(!)

geliyorum...

tutsaklığın insan psikolojisini mahvedişi ile edindiklerimle, özgürlüğün kıyısından selam olsun dostlara(!)

...cebimde edindiğim sosyal yansımaları / yansıyışların, kendimce onları kelimelere yükleyerek gördüklerimi, yaşadıklarımı sizlerle paylaşmaya, içimi parçalayıp kelimelere kanayarak geleceğim.

hepinizi cümlelerinizden öpüyorum dostlar...

esaretin son 45 günü....

11 Aralık 2009 Cuma

ara...

...hayatın içerisindeki zincirleme bağımlı - bağımsızlıkların en mantıksız olanını aşacağım. 156 gün sonra ne bekliyor bilmiyorum. öptüm sözcüklerinden, gözlerinden, yüklemlerinden. tüm yaşanılanları yüklediğin zamanlarda dahi, kaldığın o sesizlik ile sevgiler benim minik ruh kevaşem. dinlemeyeceksin bazen kendinden yoksun sesleri. kulak asma mesnetsizliklere kısa bir gül kokusu vedalar bebeğim. hoşçakal 156 günlük süreçte.

bir şehir sana ağlıyor,
bir tek gözyaşına…
bu ölümler,
isyan, sitem
kime?
vay be!
''sende mi brütüs?"
bir can gitti.
sus...
oyun bitti
.
.
.
Şiir: Selçuk Avcı

9 Aralık 2009 Çarşamba

Ruhun Pornografisi

kız arkadaş,
çıplak aşığı ile
herkesin yanında
coşarak oynar.
düğün bayram et,
vücut pornografisi!
ama ruhun pornografisi de var.

kimi zaman bir konferansta
konuşan sanatta,
bir kadın aşçı kadar
güçlü olan biri
dinleyenlerin önünde sergileyecek
kendi ruhunun pornografisini.

picasso' da
her şey açık değildir
kendisine, stravinski işitim,
ahlaksızlığıdır oysa.
böyle birisinden utanırdı
her hangi bir parisli yosma.

dansözü çırılçıplak soydukları zaman
utanıyorum onu gönderenler adına,
arkadaşım kaldırımdakilerle olduğu zaman
utanıyorum onun adına da...

dert küpü olduğu zaman senin vatanın
o yeraltı milyonerleri
açığa vuruyorlar elmas takıları
ve fok kürkleriyle
kendi ruhlarının pornografisini.

yazıyorlar bir yabancı eliyle
sevdikleri dost hakkındaki yazıyı,
ama ruhun pornografisi olarak
asılı duruyor
yazının altında
onun imzası.

salon toplantısında
ayıplandığı zaman eşini aldatan koca
mahrem ayrıntılar istenerek,
bağırıp çağırır ruhun pornografisi orda.

siz nasıl cüret ediyorsunuz buna,nasıl.
biz ne kadar sık kalkışmaktayız sizinle
her ışığın altında bakmaya
bu bir giz iken
iki kişi için de...

pek doğal,beraber yatmaya değmezdi belki...
fakat anahtar deliğindeki
çıplak göz bakarken
çok daha ahlaksızdır
sizde gördüğü
şeylerden...

damga vurun ekrandaki striptizlere,
sarın venüs' lerin karınlarını, en iyisi.
ruh nasıl olsa da esas budur.
yitip gitsin ruhun
pornografisi.

Andrey A. Voznesenski / 1974

3 Aralık 2009 Perşembe

Masquerade(Maskeli Balo)




Maskeli Balo: Hayatımızın tasviridir bu balo....

Gerçekleştiği Yer: Bizlerin sürdüğü yaşamında sistemin dayatmalarıyla, geçip giden kendi hayatlarımız...

Oyuncular: Sen, ben, o, bu...

Konu: İnsanoğlunun bireysel hayatının toplumsallık ile mekanikleşmesi sonucu sürdüğü hayatın, güzel bir tasviridir Maskeli Balo kısa filmi. Tıpkı Samsa' nın hislerini zihnimize çizen Kafka' nın o eşsiz anlatımında olduğu gibi, kendi yaşamımızın varlığını sorgulatıyor aslında. Yada daha açık bir ifadeyle varolamadığı sürecini.

Gün geçtikçe kendi yaşamlarımızın rutinliğinde, bu mekanik sistemin ara ya da sabit elemanı olduğumuz için her daim bir mutsuzluk, şiddet, kavga, hınç, öfke ve ötekileşmek gibi unsurlar mevcut bizlerde.

Kılıflarımız altında, reformize etmeye çalıştığımız sistemin, giderek içine gömülüyoruz. Kurtulabilmek kolaydır. Sadece yapılacak eylem öncelikle bireysel özgürlüğümüzün kazanılma sürecini cesaretle gerçekleştirmek.
Ortala

30 Kasım 2009 Pazartesi

Var Olmak mı, Yoksa Olmamak mı

var olmak mı,
yoksa olmamak mı,
bütün sorun bu!

düşüncelerimize katlanması mı güzel,
zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
yoksa diretip bela denizlerine karşı
dur, yeter!
demesi mi?

ölmek,
uyumak sadece!
düşünün ki uyumakla yalnız
bitebilir bütün acıları yüreğin,
çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
çünkü, o ölüm uykularında, sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
ne düşler görebilir insan,
düşünmeli bunu.

bu düşüncedir
felaketleri yaşanır yapan.
yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
zorbanın kahrına,
gururun çiğnenmesine..

William Shakespeare

25 Kasım 2009 Çarşamba

Darwini Bitiren Balık(!)


Ezilmek(!)




marifet hiç ezilmemek bu dünyada...
ama biçimine getirip ezerlerse,
güzel kokmak
kekik misali
lavanta çiçeği misali
ıtır misali
yunus misali
tonguç misali
nazım misali
neresinden başlasam
bilmem ki...

Kaynak: Baldaki Tuz - Yaşar KEMAL

24 Kasım 2009 Salı

Göçebeler ve Köklüler



Ne güzel demiş edebiyat ozanımız değil mi?

Bizleri diğer canlılardan farklı kılan da düşüncelerimizdeki farklılıklarımız değil midir?

..fakat bütün bu kadar muazzam güzellikte olan bakış açılarına rağmen, bizler neden hala bir sınıflandırma içerisinde esiriz, hiç anlaşılmaz. Yine Yaşar Kemal' den devam edelim:

Ben iki şeye inanırım, iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine:

"Halk ve Doğa". 

Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım...


Deveye Demişler ki...


Bir bozuk düzen içindeyiz. 


Hepimiz yakınıyoruz.

...kısacası:  

Hangi, aklı azıcık bir şeye erenle konuşsan, bir dert kum kuması. Vah memleketin hali, ah memleketin hali. Bu gidiş ne olacak sorusunu birbirine sormayan yok. Ama hiçbir kimse -ki bu konuda yakınanlarda dahil- ah vah edenlerden hiç kimse de durumumuzu düzeltmek için parmağını kımıldatmıyor.

Lafın kolayındayız.

Uyuşmuşuz.


Hiçbir iş karşısında sorumluluk kabul etmiyoruz. Bin dereden su getirip, herkes kendisini temize çıkarıyor. Hakları var yok, o başka iş. Ama memlekette hangi dalı tutsan eline geliyor. Var olan bu. Herkes umudunu kesmiş gibi. Birbirine karşı kimsenin güveni yok.

Bütün bunca koşullu umutsuzluklara rağmen, çözümü de sunuyor, koca heybetli edebiyat ozanımız Yaşar Kemal ve diyor ki: 

Bütün umutsuzlukların, ah - vahların, kaçınmaların üstünde gene de bir şeyler, bazı yönlerde bir şeyler yapmak zorundayız. Parmağımızı kımıldatmak zorundayız. Uyanmak, bazı meselelerimizin üstüne dostça eğilmek zorundayız. Öyle meselelerimiz var ki, onları savsaklamak, bize çoğa malolacak.


Bir ölüm dirim işi bu(!).
Var olmak, ya da olmamak.

Bugünü düşünün ve yaşadıklarımız neyin eseri?

Uyanmak gerekli değil midir, ünlü yazarın dediği gibi?

Dahası bitmiyor, Yaşar Kemal' in söyledikleri bitmiyor. Göçebelere bağlı olarak yerinde bir tespit yapıyor ve şu yargıyı oluşturuyor:

"...göçebeler*, muvakkaten üzerinde yaşadığı toprağı sömürür. O gittikten sonra varsın bu toprak çöl olsun, aldırmaz."

...diyor. Bugünün koşullarını düşündüğünüzde, yakın tarihteki, yakın coğrafyamızda yaşanan ve hala yaşanmakta olan savaşlarda, işgalcilerin(-onları göçebeler gibi nitelendirebiliriz.-) geride bıraktıkları medeniyetleri, yani sömürü medeniyetinden geriye kalan artıklardan başka bir şey değil de, nedir?

Yaşar Kemal, az söz söylüyor ama çok şey barındırıyor tümcelerinde...

Köklüler** için de, göçebeler gibi bir yargı geliştiriyor ve başka bir sonuca varıyor:

"...köklü, üzerinde yaşadığı, tıpkı kendinden evvel ki ceddi gibi, kendinden sonra da ahfadının üzerinde yaşayacağı toprağı besler"

...diyor.

Yani köklüler, toprağın insanı olduklarından, toprağı köleleştirmez. Fakat köleleştirilmiş bugün kü toplumun mantığı, bunu barındırmamaktadır tabi ki. Çünkü bugün toprağının dokusunu, onun kokusunu ve değerinin bilincinde olan köklüler, yoktur. Bunun yerine, mülkiyet sınırlarında ulus şirketler dünya düzenini allak bullak etmektedirler. Önlerine aldıkları kuklaları ile de toplumun bir çok kesiminde savaşlar çıkartmaktadırlar. Ve herkesin sadece sorunu söyleyip, olayı görmesine izin verse de, kesinlikle onların bir çözüm üretmemesine doğal bir kılıf oluşturmuştur yaptıklarıyla.(Bknz: The Corporation) Neyse devam edelim.

Yaşar Kemal der ki bir makalesinde:

Orta Anadolu' yu biliyoruz ki, böyle çöl değildi. Orman kalıntıları daha var Orta Anadolu da. Bunu bilginler söylüyor. İnanmayan bizim Ormancılık Fakültesine soruversin. Doğu Anadolu da böyle çöl değildi. İnanmayanlar Van Gölü' nün güneyindeki ormanları gitsin görsün. Ya da bilenden sorsun. Ben 1951 yılında bu ormanı gördüm.


Aradan sekiz yıl geçti.


Sekiz yılda bu orman belki de bitmiştir. O zaman ben yalancı çıkarım.

Bunu bu şekilde, köklülülerin böyle işlenmiş ve güzel bir şekilde bırakacağını betimliyor. Ve devam ediyor:

Köklüler, kendilerinden sonra gelenlere bakılmış topraklar bırakırlar. Biz hiçbir zaman bakmamışız toprağa, bakmıyoruz da. Toprak yene yene, kemirile kemirile, git gide bitmiş. Yurdumuzun topraklarından dörtte üçü, bire beşten fazla vermiyor. Verimini artırmak için de bu toprağın canına, hiçbir şey yapmıyoruz. Tam aksini yapıyoruz.


Köylüsü, aydını el ele vermişiz, kemiriyoruz, öldürüyoruz topraklarımızı. Bu gidişle elimizde bire bir, bire iki verim veren topraktan başkası kalmayacak.


Yirminci yüzyılda, şu modern dünyanın başını alıp Ay' a gittiği günlerdeyiz. Eller, toprağına gözü gibi bakıyor. Toprağı nasıl toprak eder de, verimini nasıl artırırız diye, çaba içindeler. Toprak bilimi en ileri bilimlerden biri olmuşken. Üzerine bide Ziraat Fakültesi kurmuşlar. Bilim adamları harıl harıl çalışıyorlar. Bizim bunlardan farkımız yok, bizde de var bunlardan...


Bizim ektiğimiz biçtiğimiz toprağa hiç karıştığımız var mı?


İyi yönden diyorum. 

Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu?

Bilimin karıştığı var mı işimize?

Ormansız toprak olmaz. Birkaç dikili ağacımız kalmış, onu da bitirmek, tüketmek için büyük çabamızı görmüyor musunuz?


El ele verip, milletçek birleştiğimiz tek şey, ormanlarımızı bir an önce yok etmek çabası değil mi?

Köylü toprağından kopuyor, şehirleri gecekonduyla dolduruyor. İnsanlar böyledir. Bütün dünyada da böyle olmuştur, diyebiliriz.


İnsanlar daha iyi bir yaşayışa geçmek için yerlerini terk ederler . Bunun önüne geçilemez de diyebiliriz. Köylerden gelenler işçi olurlar, endüstriyi beslerler de diyebiliriz. Bizimkiler ölmüş, çoluklarını çocuklarını yaşatamaz topraktan kaçıyorlar. Arkalarında toprak olmayınca ne kadar büyük endüstri kurarsan kur, onu sürdüremezsin.


Biliyoruz ki, bizde endüstri de yok(!)

Bu gidişle, durum apaçık gösteriyor ki, topraklarımızın üstünde aç, sefil, ekmeğe, bir dilim kuru ekmeğe muhtaç sürüneceğiz. Bu memleket halkını göçebe olmaktan kurtaralım. Daha o kadar elimizden çıkmış değil topraklarımız. Bizi besleyecek bir kaç verimli yerimiz daha var.


Bu söylediklerimi okuyup da yalan, yanlış diyecek bir tek kişi var mı?


Öyleyse ne duruyoruz?

Gene biribirimizin gözünün içine bakarak sızlanacak mıyız?

Yaa, doğru ama...Efendim çok doğru...Ama ne çare ki...Olmaz ki...Bunun önüne geçmek gerektir...

Vatan toprakları... Vaah vah mı diyeceğiz?

Vaaah ormanlarımız, vaah...


Oldukça ironik betimlemeler seriyor bize Yaşar Kemal. Toprağın nasıl katledildiğini, 1950' li yıllarda kaleme aldığı bu yazıyla dile getiriyor. Ve bir nevi bu yazı içerisinde 1984 tarzı bir yaklaşımda doğurabiliyor usta yazar.

Nasıl mı?

Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. (Bknz: GDO - DDT vb...)En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu?(Bknz: Suların özelleştirilmesi, yıllardır doğu anadoluda siyasi oyunlar ile toprapın kuraklaştırılması gibi...)


Bilimin karıştığı var mı işimize?

...oldukça ileri görüşlü bir yazı bu. Ve bu açıdan, irdelendiğinde çok derin yaralarımıza ve tedavi edilmekten kaçınılmış bir çok sorunumuza işaret ediyor aslında değil mi?

İşte bizler sadece sorunu söyleyip, yüzeysel okumalarımızla onları kılgısal olarak pratik etmemize rağmen, her konuda ahkam kesiyoruz. Sorunu söylüyor, çözümünü ifade edemiyoruz ya da çözümü de üretip kendi çözümümüz için taşın altına el atmıyoruz. Bu samimiyetsizlikten ötürü kimsenin kimseye güveni kalmamış toplumda.

Yaşar Kemal ise, hayatı boyunca benim açımdan, edebiyatın ve türk sosyal hayatının köklülerindendir. Bu yüzden de kendinden sonra gelecekler için yaşanılacak bir dünya bırakma uğraşısında benim açımdan. Bunun için, kendi yaşadığı coğrafyanın yapısını, dokusunu, sosyal mekanizmasını işlerken o bölgelerin çiçeklerinin çeşit çeşit zenginlikte olan insan profilini, eşsiz betimlemeleriyle bize aktarırken barışı, kardeşliği ve farklılıkların doğuracağı zenginliklerin yaşatılmasını öğütlüyor eserlerinde...

Onu okuyan bu açıdan göçebesi bile olsa bir coğrafyanın, onu okuduktan sonra köklüsü gibi yaşanılacak bir dünya bırakmaya çalışır. Bu yüzden topraklarınızdaki farklılıkları sömürmek ya da sindirmek yerine onları yarınların kardeşçe yaşayabileceği bir dünya için kullanılmasına olanak sağlamalıyız. Salt sorunu söyleyip çözüm üretmemek, çözüm üretip gerçekleşmesini şansa bırakmak veya onun için uğraşmama samimiyetsizliğinden sakınarak, yarınlar için umudu köklülerştirmek gerek. Irkçılık, sınıf farklılığı, mülkiyet sınırsızlığı, dinsel fanatiklik, kültürüel yozlaşma, ön yargılar ile geliştirilmiş çürümüş toplum kuralları, genelleştirilmiş yaşam biçimlerinde uzak bir yaşam için uğraşmalıyız.

Göçebe değil, köklü olmalıyız. Olamasak bile en azından onların felsefesinde insanın özgürlüğünün mevcudiyetini yaşatmalıyız.

Sonuç olarak, daha sağlıklı bir yaşam için: İçsel yerlerimizin işgali ile göçebe siyasetçiler tarafından sömürülmesine izin vermeyerek. İnsan olduğumuzun bilinçliliği ile köklü mantığıyla yarınların saplkınlıklardan uzak olarak, sağlıklı, mutlu, farklılıklara rağmen homojen bir halde dostça ve sevgiyle oluşabileceği bir gelecek için uğraşmalıyız! 


*Toprak kemirgenleri

**Topraktan gelen, toprakçıllar.

Not: Bu tanımlamalar tamamen benim öznel algılamamdır.
Alıntılar: Yaşar Kemal'in 1950'li yıllardaki yazıları ve Baldaki Tuz eserinden yapılmıştır...

İnsanın Yedi Çağı




Bütün dünya bir sahnedir...
ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu...
girerler ve çıkarlar.
bir kişi bir çok rolü birden oynar,
bu oyun insanın yedi çağıdır...

ilk rol bebeklik çağıdır,
dadısının kollarında agucuk yaparken...

sonra mızıkçı bir okul çocuğu...
çantası elinde,
yüzünde sabahın parlaklığı
ayağını sürerek okula gider...

daha sonra aşık delikanlı gelir,
iç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şirleriyle...

sonra asker olur,
garip yeminler eder.
leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç,
savaşta atak ve korkusuz,
topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar...

sonra hakimliğe başlar,
şişman göbeği lezzetli etlerle dolu,
gözleri ciddi, sakalı ciddi kesimli...
bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur
ve böylece rolünü oynar...

altıncı çağında ise palyaço giysileriyle,
gözünde gözlüğü,
yanında çantası,
gençliğinden kalma pantalonu
zayıflamış vücuduna bol gelir.
ve kalın erkek sesi,
çocukluğundaki gibi incelir.

son çağda bu olaylı tarih sona erer.
ikinci çocukla her şey biter.
dişsiz,
gözsüz,
tatsız,
hiç bir şeysiz..

"Nasıl Hoşunuza Giderse" 3. Bölüm 7. Trajedya / William Shakespeare