24 Kasım 2009 Salı

Göçebeler ve Köklüler



Ne güzel demiş edebiyat ozanımız değil mi?

Bizleri diğer canlılardan farklı kılan da düşüncelerimizdeki farklılıklarımız değil midir?

..fakat bütün bu kadar muazzam güzellikte olan bakış açılarına rağmen, bizler neden hala bir sınıflandırma içerisinde esiriz, hiç anlaşılmaz. Yine Yaşar Kemal' den devam edelim:

Ben iki şeye inanırım, iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine:

"Halk ve Doğa". 

Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım...


Deveye Demişler ki...


Bir bozuk düzen içindeyiz. 


Hepimiz yakınıyoruz.

...kısacası:  

Hangi, aklı azıcık bir şeye erenle konuşsan, bir dert kum kuması. Vah memleketin hali, ah memleketin hali. Bu gidiş ne olacak sorusunu birbirine sormayan yok. Ama hiçbir kimse -ki bu konuda yakınanlarda dahil- ah vah edenlerden hiç kimse de durumumuzu düzeltmek için parmağını kımıldatmıyor.

Lafın kolayındayız.

Uyuşmuşuz.


Hiçbir iş karşısında sorumluluk kabul etmiyoruz. Bin dereden su getirip, herkes kendisini temize çıkarıyor. Hakları var yok, o başka iş. Ama memlekette hangi dalı tutsan eline geliyor. Var olan bu. Herkes umudunu kesmiş gibi. Birbirine karşı kimsenin güveni yok.

Bütün bunca koşullu umutsuzluklara rağmen, çözümü de sunuyor, koca heybetli edebiyat ozanımız Yaşar Kemal ve diyor ki: 

Bütün umutsuzlukların, ah - vahların, kaçınmaların üstünde gene de bir şeyler, bazı yönlerde bir şeyler yapmak zorundayız. Parmağımızı kımıldatmak zorundayız. Uyanmak, bazı meselelerimizin üstüne dostça eğilmek zorundayız. Öyle meselelerimiz var ki, onları savsaklamak, bize çoğa malolacak.


Bir ölüm dirim işi bu(!).
Var olmak, ya da olmamak.

Bugünü düşünün ve yaşadıklarımız neyin eseri?

Uyanmak gerekli değil midir, ünlü yazarın dediği gibi?

Dahası bitmiyor, Yaşar Kemal' in söyledikleri bitmiyor. Göçebelere bağlı olarak yerinde bir tespit yapıyor ve şu yargıyı oluşturuyor:

"...göçebeler*, muvakkaten üzerinde yaşadığı toprağı sömürür. O gittikten sonra varsın bu toprak çöl olsun, aldırmaz."

...diyor. Bugünün koşullarını düşündüğünüzde, yakın tarihteki, yakın coğrafyamızda yaşanan ve hala yaşanmakta olan savaşlarda, işgalcilerin(-onları göçebeler gibi nitelendirebiliriz.-) geride bıraktıkları medeniyetleri, yani sömürü medeniyetinden geriye kalan artıklardan başka bir şey değil de, nedir?

Yaşar Kemal, az söz söylüyor ama çok şey barındırıyor tümcelerinde...

Köklüler** için de, göçebeler gibi bir yargı geliştiriyor ve başka bir sonuca varıyor:

"...köklü, üzerinde yaşadığı, tıpkı kendinden evvel ki ceddi gibi, kendinden sonra da ahfadının üzerinde yaşayacağı toprağı besler"

...diyor.

Yani köklüler, toprağın insanı olduklarından, toprağı köleleştirmez. Fakat köleleştirilmiş bugün kü toplumun mantığı, bunu barındırmamaktadır tabi ki. Çünkü bugün toprağının dokusunu, onun kokusunu ve değerinin bilincinde olan köklüler, yoktur. Bunun yerine, mülkiyet sınırlarında ulus şirketler dünya düzenini allak bullak etmektedirler. Önlerine aldıkları kuklaları ile de toplumun bir çok kesiminde savaşlar çıkartmaktadırlar. Ve herkesin sadece sorunu söyleyip, olayı görmesine izin verse de, kesinlikle onların bir çözüm üretmemesine doğal bir kılıf oluşturmuştur yaptıklarıyla.(Bknz: The Corporation) Neyse devam edelim.

Yaşar Kemal der ki bir makalesinde:

Orta Anadolu' yu biliyoruz ki, böyle çöl değildi. Orman kalıntıları daha var Orta Anadolu da. Bunu bilginler söylüyor. İnanmayan bizim Ormancılık Fakültesine soruversin. Doğu Anadolu da böyle çöl değildi. İnanmayanlar Van Gölü' nün güneyindeki ormanları gitsin görsün. Ya da bilenden sorsun. Ben 1951 yılında bu ormanı gördüm.


Aradan sekiz yıl geçti.


Sekiz yılda bu orman belki de bitmiştir. O zaman ben yalancı çıkarım.

Bunu bu şekilde, köklülülerin böyle işlenmiş ve güzel bir şekilde bırakacağını betimliyor. Ve devam ediyor:

Köklüler, kendilerinden sonra gelenlere bakılmış topraklar bırakırlar. Biz hiçbir zaman bakmamışız toprağa, bakmıyoruz da. Toprak yene yene, kemirile kemirile, git gide bitmiş. Yurdumuzun topraklarından dörtte üçü, bire beşten fazla vermiyor. Verimini artırmak için de bu toprağın canına, hiçbir şey yapmıyoruz. Tam aksini yapıyoruz.


Köylüsü, aydını el ele vermişiz, kemiriyoruz, öldürüyoruz topraklarımızı. Bu gidişle elimizde bire bir, bire iki verim veren topraktan başkası kalmayacak.


Yirminci yüzyılda, şu modern dünyanın başını alıp Ay' a gittiği günlerdeyiz. Eller, toprağına gözü gibi bakıyor. Toprağı nasıl toprak eder de, verimini nasıl artırırız diye, çaba içindeler. Toprak bilimi en ileri bilimlerden biri olmuşken. Üzerine bide Ziraat Fakültesi kurmuşlar. Bilim adamları harıl harıl çalışıyorlar. Bizim bunlardan farkımız yok, bizde de var bunlardan...


Bizim ektiğimiz biçtiğimiz toprağa hiç karıştığımız var mı?


İyi yönden diyorum. 

Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu?

Bilimin karıştığı var mı işimize?

Ormansız toprak olmaz. Birkaç dikili ağacımız kalmış, onu da bitirmek, tüketmek için büyük çabamızı görmüyor musunuz?


El ele verip, milletçek birleştiğimiz tek şey, ormanlarımızı bir an önce yok etmek çabası değil mi?

Köylü toprağından kopuyor, şehirleri gecekonduyla dolduruyor. İnsanlar böyledir. Bütün dünyada da böyle olmuştur, diyebiliriz.


İnsanlar daha iyi bir yaşayışa geçmek için yerlerini terk ederler . Bunun önüne geçilemez de diyebiliriz. Köylerden gelenler işçi olurlar, endüstriyi beslerler de diyebiliriz. Bizimkiler ölmüş, çoluklarını çocuklarını yaşatamaz topraktan kaçıyorlar. Arkalarında toprak olmayınca ne kadar büyük endüstri kurarsan kur, onu sürdüremezsin.


Biliyoruz ki, bizde endüstri de yok(!)

Bu gidişle, durum apaçık gösteriyor ki, topraklarımızın üstünde aç, sefil, ekmeğe, bir dilim kuru ekmeğe muhtaç sürüneceğiz. Bu memleket halkını göçebe olmaktan kurtaralım. Daha o kadar elimizden çıkmış değil topraklarımız. Bizi besleyecek bir kaç verimli yerimiz daha var.


Bu söylediklerimi okuyup da yalan, yanlış diyecek bir tek kişi var mı?


Öyleyse ne duruyoruz?

Gene biribirimizin gözünün içine bakarak sızlanacak mıyız?

Yaa, doğru ama...Efendim çok doğru...Ama ne çare ki...Olmaz ki...Bunun önüne geçmek gerektir...

Vatan toprakları... Vaah vah mı diyeceğiz?

Vaaah ormanlarımız, vaah...


Oldukça ironik betimlemeler seriyor bize Yaşar Kemal. Toprağın nasıl katledildiğini, 1950' li yıllarda kaleme aldığı bu yazıyla dile getiriyor. Ve bir nevi bu yazı içerisinde 1984 tarzı bir yaklaşımda doğurabiliyor usta yazar.

Nasıl mı?

Kötülüğüne gelince, elimizden gelmeyenleri bile yapıyoruz. (Bknz: GDO - DDT vb...)En ileri ziraatçiliğimizin olduğu bölgelerimizde toprak gübre yüzü, yağmurdan başka su yüzü görüyor mu?(Bknz: Suların özelleştirilmesi, yıllardır doğu anadoluda siyasi oyunlar ile toprapın kuraklaştırılması gibi...)


Bilimin karıştığı var mı işimize?

...oldukça ileri görüşlü bir yazı bu. Ve bu açıdan, irdelendiğinde çok derin yaralarımıza ve tedavi edilmekten kaçınılmış bir çok sorunumuza işaret ediyor aslında değil mi?

İşte bizler sadece sorunu söyleyip, yüzeysel okumalarımızla onları kılgısal olarak pratik etmemize rağmen, her konuda ahkam kesiyoruz. Sorunu söylüyor, çözümünü ifade edemiyoruz ya da çözümü de üretip kendi çözümümüz için taşın altına el atmıyoruz. Bu samimiyetsizlikten ötürü kimsenin kimseye güveni kalmamış toplumda.

Yaşar Kemal ise, hayatı boyunca benim açımdan, edebiyatın ve türk sosyal hayatının köklülerindendir. Bu yüzden de kendinden sonra gelecekler için yaşanılacak bir dünya bırakma uğraşısında benim açımdan. Bunun için, kendi yaşadığı coğrafyanın yapısını, dokusunu, sosyal mekanizmasını işlerken o bölgelerin çiçeklerinin çeşit çeşit zenginlikte olan insan profilini, eşsiz betimlemeleriyle bize aktarırken barışı, kardeşliği ve farklılıkların doğuracağı zenginliklerin yaşatılmasını öğütlüyor eserlerinde...

Onu okuyan bu açıdan göçebesi bile olsa bir coğrafyanın, onu okuduktan sonra köklüsü gibi yaşanılacak bir dünya bırakmaya çalışır. Bu yüzden topraklarınızdaki farklılıkları sömürmek ya da sindirmek yerine onları yarınların kardeşçe yaşayabileceği bir dünya için kullanılmasına olanak sağlamalıyız. Salt sorunu söyleyip çözüm üretmemek, çözüm üretip gerçekleşmesini şansa bırakmak veya onun için uğraşmama samimiyetsizliğinden sakınarak, yarınlar için umudu köklülerştirmek gerek. Irkçılık, sınıf farklılığı, mülkiyet sınırsızlığı, dinsel fanatiklik, kültürüel yozlaşma, ön yargılar ile geliştirilmiş çürümüş toplum kuralları, genelleştirilmiş yaşam biçimlerinde uzak bir yaşam için uğraşmalıyız.

Göçebe değil, köklü olmalıyız. Olamasak bile en azından onların felsefesinde insanın özgürlüğünün mevcudiyetini yaşatmalıyız.

Sonuç olarak, daha sağlıklı bir yaşam için: İçsel yerlerimizin işgali ile göçebe siyasetçiler tarafından sömürülmesine izin vermeyerek. İnsan olduğumuzun bilinçliliği ile köklü mantığıyla yarınların saplkınlıklardan uzak olarak, sağlıklı, mutlu, farklılıklara rağmen homojen bir halde dostça ve sevgiyle oluşabileceği bir gelecek için uğraşmalıyız! 


*Toprak kemirgenleri

**Topraktan gelen, toprakçıllar.

Not: Bu tanımlamalar tamamen benim öznel algılamamdır.
Alıntılar: Yaşar Kemal'in 1950'li yıllardaki yazıları ve Baldaki Tuz eserinden yapılmıştır...

1 yorum:

isimsiz dedi ki...

Büyük düşünür ve aydın insan ne de doğru söylemiş;

Bu coğrafyanın yetiştirdiği bu toprağın insanlarında, coşkulu ruh elbet bir gün tekrar alevlenecektir. Yeter ki birlik olalım ve birlikten güç doğar coşkusu ve cesareti içinde tekrar ayağa kalkalım. O zaman hakkın ve adaletin üstün tutulduğu bir dünyada barış içinde ve kardeşçe süregelen beraberliğimiz hiçde uzak bir ihtimal olmayacaktır.