12 Mart 2011 Cumartesi

yapay soğan


(bir intihar kronolojisi bu….)

tuzla* bezenen bir bedenin dünyaya gelir gelmez, hiç döl yatağından ayrılmak istememesiyle başlayan bir ruh maskesi…

ikarusun kaçışı değil bende ki.
farklı, çok farklı bir sebep var.
kimsesizce ölüp – gitmek.

kaderciliğin içinde, utançla eşitlenen intihar arzusu bu,

sarışın başaklar gibi
tomurcuklanan çocukların,
geleceğini koruyamadığımız için
bize bıraktıkları yok olan mirasları;
dünya
yaşanmaz olmuş…
ruh boşluklarımızı
doldurmaktan

vaftiz edilmez halet-i ruhiyelerimiz
intihar bir utançtan öte şereftir….
ölüm anları:
ovadan süzülen rüzgar ile
bedenini süzer bu anlar…
gözü bağlı bir leylak kokusu
genzine dolanır.
bütün yaşamın bir film gibi
ince ve karanlık olarak,
gözünün önünden geçer.

ve susarsın

boğazın boğumlanır,
kelimeler dilden çıkmaz,
uyarılmaz olur sinirlerin
kısmi bir felçtir intihar…

acı çevirir o küçücük güneşimizi.
karanlıklaşmış geleceğimiz,
doyumsuzluklarla yaşanamayacağını öğütler
bu his ölümü koklatır…
taşarak evlerden, taraçalardan,
trabzanlardan…
gelip sesimizin yerini alır.
ruhun esnek hali katılaşıp kalır.
alaca karanlığın,
daim baldıranıdır bu

yükseğe geçişe doğru…
ve kuşlar gibi sırata doğru…
fildişi gibi keskin ve kırılmaz rüzgarın tavrı gibi.
dağ kadar engin ve dik güneşin iskeleti gibi.
tahta heykeller arasında,
denizin yavrusu gibi
küçük bir japon balığı gibi
safça zorunlu bırakılmış mahkumluktan
kurtulmaktır bu...

geride bırakılan tahta heykeller arasında…
içlerini sündürülmüş kan ve et
kokuyor taki bu vaftiz anına kadar


bitti.

söz: ben küçükken kaç yaşımda doğdum bilmiyorum. annemin sancılarını işittiğimden beri uyandım. acıyla ağlasamda götüme ilk şaplağı doktordan yedim ve sustum. tahakkümü, o zaman tanıdım ve düşmanı oldum.

Hiç yorum yok: