7 Mayıs 2011 Cumartesi

annem'e

anne' m

sen hüznümün üzerine
damla damla örtünen siper.
sevgime çağıldayan,
kederimin üzerine yağan
anne' m.
göz bebeklerim dolduğunda
çatırdayan kırış kırış
kalbimin uçurumlarında,
yüreğimdeki hasret yarıkları
itekler beni sana...
dilim dilim kesilmekte
gözyaşlarım sana,
yanaklarımdan sarkınarak aşağı
toprağa bulanır
her sensiz geçen günde.
işte o zaman,
ışığına dolanıp,
sıcacık yüreğinin içerisinde
sen' in hayallerinle
tavaf ederim rüyalarımı
anne' m
düşlerinin göğsüne
sensiz yaslandığım gecelerde,
düşlerin düşlerimi
yastığıma dolanan senin imgelerinde
dik tutar bu çürümüş bedenimi
sesin hayali'yle
anne' m...
bu çorak topraklarda
kanat çırpar yüreğim hayalinle
sesim buğulanır,
boğzımda dizelenir özlemin
yumruk yumruk havaya asılır
sana da'ir sözlerim
anne' m
senin yanında olsaydım
ellerine erir ellerim,
ellerine karışırdı ıslaklığında
bedenim
anne' m
eğirmek istediğim tüm körelmişliklerimi,
gökyüzü kokulu,
kestane renkli saçlarını,
parmaklarımla
ellerime doladığımda,
bütün kötülüklere
zindan olurdun sen
anne' m
hep zamanlarda..
zorlu kum tanelerinin
intiharları anları' nda
çıkıp gelirdin hep yanıma
eziyetle yürüdüğün yaşamına rağmen
düş olup,
umut ekerdin
yaşamımıza
anne' m
...
yeter sensizlik anne' m
dökünüyorum sensizlik yorgunluğunu bedenime,
göz kapaklarım ardından,
kopup gelen sarnıçlarda
yağmurlar topluyorum
bu kurak topraklarda dinlenirken senin için
anne'm
gül et beni kederine
kimse eline alamasın
güzel kokulu bir hurma ağacı gibi
dolandığın hayallerinle,
kal gözlerimin ardında
daimi olarak
anne' m
sen olmadan ben
ben olamam melaike
anne' m

anne' me
...
..
.
böcek' inden ilahesine

6 Mayıs 2011 Cuma

balık'ım

bir hayalin peşinden çağıldamak...


damla damla kelimelere dökülürken sözcükler dilde izler bırakıyor. her ne kadar acılarla paspaslasamda yetmiyor bunları gizlemeye. dilimi, dilim dilim ederken dolduğum hislerimin ağırlığından, ezildiğim yaşamım; ancak bir kibrit ateşi süresince yanıyor, mutlulukla. acı benim siyam ikizim. korku, sadece hayatta düştüğüm uterusun kaybı korkusu.
ötekilerine göre garip ve serkeş bir duygu çürümesi bende ki. belkide şizofreniğim. belki de esrarkeş, mantarcı, halüsinojik etkili bir mutantım. ama mutluyum. karanlığın içerisindeki kerberos itinin havlaması bile ürkütmüyor beni. işaret parmağımı kesip önüne atıpta onu letheye doğru çekecek kadar fakir bir korkuya sahibim. ben öykünmeyi kana dolamış, mazoşistin biriyim.

bileklerimdeki cansızlığı hiç olmaksızın doğrayacak kadar faşistim kendime karşı. aylaksızlık üzerine harem emekçisi kadar estetiğe düşmanım. üzerinden geçen libidoların tüm pisliklerini içine çeken bir hayat kadını kadar boşum, hayatıma karşı. şu zaman. bu zaman. dolunaydaki mavi karanlık kadar puslu ve sisli olan düşüncelerim, sırat köprüsünü bileklerimde eğeler şimdi. mahşerin içerisinde emek diye bağırmak. ateşi sol avucuna alıp emek diye bağırmak adına...

unutma.

her ölüm bir özgürlüktür balık
 
unutma.



bizler devletlerin, tahakkümlerin, iktidarların kevaşeleri edildik ey insan. yazılarımızdaki kişisel bunalımlarımızı kendimize itiraf edemedik. korktuk, kaçtık. mücadeleyi bile içselleştirerek, kendimizi izole ettik. matemler tuttuk. acılar gördük. faşizmin dişleri arasında sindirildik, işkenceler gördük, sindirilip sonunda bedenlerimiz bir kürdan gibi eğri büğrü edilerek, çöp poşedi misali olan evlere atıldık.



inatçıydık. gölgemizden ayrılma cesaretini gösterecek kadar kan olduk, damla damla mücadeleleriyle bize vücut olanların peşinden aktık. sosyal yaşamlarımız bir urgan gölgesinde korkuya bulanmaya çalışılsa da vücutlarımızın o onurlu direnişi bize cesaret oldu. çıktık sokaklara. bastık tetiğe. düşüncenin saçmalarıyla etrafa dağılan bedenimizin toparlanma sürecinde, yetiştik, büyüdük, acı çektik ama pes etmedik. çünkü bu uğurda gelecek tek ölüm, öğrenmekle sıkıntıların farkına varacak bir dimağtı.

bu sayede keder ve ızdırabın iyimser halini soluyup, kendimize boyanacağız duvarlarda. böylelikle dünyanın şahidi olup, sloganlarımızla ibadet edeceğiz insanlara. mücadelelerimizle cesaret vereceğiz çevremize. şu ya da bu şekilde dünya olup; yaşanılanlar, görülenler, maruz kalınan işkenceler ne kadar acı olursa olsun çocuğumuzun öğrenmesini sağladıkça, akacak bu yürekten direnç kanı.

sonuç: balık olmak hapsolmak değildir!


5 Mayıs 2011 Perşembe

son serçe

"o" zaman



topukları yere sürten 
şaki bir velet
düşüncelerim 
benim. 

geceden denizin boynundan 
kopup gelen 
istiridyeler kadar, 
sarhoştur 
zihnim. 

sona kalan yaprakların üzerine 
düşer sen'in imlerin. 
düşlerim, 
düşlerin, 
düşlerce 
gecelerim
...
..
.

kendi dibine dolanan 
sarmaşığın intiharı 
göze almasındaki 
öznesin 
sen.



2 Mayıs 2011 Pazartesi

serçe korkusu

 satırladım kelimeleri...

aralarında voltalar atarken, kaybettiğim kimliksiz duygularım toparlanıyor bugün. ben kendi içime evriliyor ve doğmamışlıklarımı düşük yaptırıyorum. rüyanın ortasında uyanamayıp, karabasanla cebelleşmeyi, bilinçli haldeyken yapıyorum defalarca kez...

iki bedende tek kişilik bir sahnede...

söze ikilem büründürdüğüm kimliklerle, sergilemek istemediklerimi piyeslendiriyorum. koru elime alıp, kalbime çeyrek, çeyrek fırlatıyorum. ve ben bölünmüşlüklerimi birleştiriyorum bugün. amorf vücudumda, raffaello misali heykellerini yapıyorum, düş bahçelerimi zenginleştirsin diye...

zeytin ağaçlarının kokusu arasında...

ben senin sırma dereler gibi çağıldayan saçlarına, rüzgarla notaları gömüyorum. amasra' nın yeşil tepeleri kadar yoğun gözlerine her bakışımda, yapraklar döküyorum sözlerimden gözlerime. bir gelişinle, gittiğin beş vakitte; sesinle zihnimde giyindirdiğin imgeleri, sözcüklere batırıyorum için için. 

yetmiyor. hiç bir yüklem, edat, dolaylı tümleç seni taşımıyor / taşıyamıyor.

sanırım yeniden itiraf edeceğim!

limanları eskitiyorum uzaktan. kelimeleri telaffuz edemiyorum dilimde. parmaklarımın titrek ve ürkek hali, her baharda fidanın uterusuna düşen cenin olan sen ile vahdet-i vücud oldu bugünde / seninle. bütün hislerim... tapılanın kimsesizleşmene karşı müdahil olması bile, dizlerini bükmeyecek. emin ol. 

ve yazılmamış önsözü metaforlandıracağız birlikte...

o an, arka sayfanın popülerliğini yitirmesine sebep olacak senin, bu eşsiz nazenin ve öyküsel yapın.  tüm kitaplar ortak dili konuşacak sonunda. ve insanlar farkında olmadan, menekşe gözlerinden süzülecek o ince çizgili mutluluk yaşlarının hazzını anlamdıramayacak. geçmişi derleyen çiçek tozları gibi, duygular/ımız dölleyecek yarını. 
bırak, 
korkma. 
sadece hayal et...

yer çekimine inat, kanat çırpınışlarıyla güneşe kanayacağız...



saçılmamışlığın ve duygusal gizemin eşsiz harikalığı; narkisosu haklı çıkarsada, kelimelerin kul kılıyor, düşlerimi sana...her tebessüm edişinle yüzünde açtığın o esrarengiz biçemle, çölleri bile irkiltmen ile...; hakkari' de bir antalya gibi, sahra çölünde bir yağmur ormanı yaratman gibi. bu bile engellemiyor seni anlatabilmeme... 

ve seni doladıkça umutlara, uzaklaşmak istiyorum sayfalarla. sese sarıldıkça umutla, yetmiyor iki parmak kalınlığındaki dolmalar seni zihnimden kazımaya.

sen...

çizgi ötesinden, en pastel duyguların eskizisin sen. bir annenin çocuğuna verdiği ilk süt kadar temiz ve melaikesin. içinde güneşleri sefer ettiren, gölgelere kabus olan prometheus' un mantık ateşisin sen. yayını terleten ok kadar dik ve sert, köküne eğilmeyen sarmaşık kadar dirençli ve savaşçısın sen. korkma; yıldızlara değecek başın. eteklerinde taşıdığın toprakla, her daim en güzel duygulara gebe kalacağız beraber.

ve artık birlikteyken, son damla korkusuyla buz kesen bitiş yudumu olmayacağız, bu çay fincanı prototipli dünyada

bil ki senden uzakta...

insanların içerisinde, bomboş gözlerle...tıpkı; arsız bir patikanın önüne çekilmiş amansız bir duvar gibi. gardan yolculadığımız veda anındaki son paso treninin sesi arasına karışan hıçkırıklar kadar tiz ve derin bir acı ile çektikçe ağırlaşan zaman... beni rüyalar ve gerçekler arasında gel-gitlerle şizofrenleştiriyor, sesinin ve varlığının gitme korkusuyla. 

bu yüzden göğsümün ortasını yarıpta,
kalbimin kafesinin içerisine
koyduğum yemleri
alır mısın kendine? 

yorgun korkularından 
vazgeçmek için,
benim için.


tema: seni sevmek korkusu






28 Nisan 2011 Perşembe

serçe telaşı

sevgil/im/ 

günün belli saatlerinde seni unutmayı zorlar göz kapaklarım...

...bilmezler ki ardıllarında asılı olan senin imgeni. 
göremezler bendeki seni. 

hapsolmuşluğum, zoruna gider bir çoklarının. 
umrumdamı ki ölümsüz babamız 
ve tüm olimposun götü yağlı tanrıları,
ermişleri, 
kahramanları, 
pornografik heykelleriyle iştahımızı kabartan mitosları? 

iki bedende imgesel tek bir düş'ün bu...

tüm cennet, cehennem bir arada olsun ki 
ve yeminler eyleyeyimki, 
parisli bir kibar kadar narin olmayan, 
yaralanmış ellerimde; 
tırnaklarımın arasında gizlediğim kömür tanecikleri kadar eski, sana olan sevgim. 
her baharda ağaçların dallarını kıran, bedenini gebe bırakan meyveler kadar yoğun v
e yeniyim senin için. 
terkedilmiş yüreğimi bekleyen hislerim gibi 
mor zirvelere açan çiçek kadar esrarengiziz biz. 

önsözü söylenmiş, 
gerisi gelişmekte olan bebemiz bu.

hisset.

sözü susanın kaybettiği olmayalım bir kere daha. 

mayısa özgü emeğin çilesini gömmeyelim toprağa. 

gözyaşlarımızın nemlendirdiği yanaklardan akıp gitmesin zaman. suyu ikiye ayıran salkım yaprağı kadar rahat, ölüm coşkusunu bile bile kelebek olan tırtıl kadar cesaretli olalım beraber. 

pandora' nın kutusunu kundaklıyorum satıhlarda...

an-lam(ı) düşüncelerime gömdüklerimde. yapay örgün gibi saçlarına dolanan gözlerimin içinde barındırıyorum sana olan çiçeklerimi. 

gör, 
bil, 
hisset. 

amasranın eteklerine inerken, tepemizde saklı kırlardaki  üç yapraklı yoncayı bulmak gibiydi benim seni buluşum. 

duy, 
oku, 
anla...

son söz: bendeki imge[n]

örtüsüz görünen betimlemelerle bezenmiş bu satırlar, 
bendeki doldurduğun hayatın 
kardelen çiçekleri gibi 
güçlü ve ateşli. 
ama korkum, 
dolup taşmak, 
taşıp 
kaybetmektir. 
bil.

b(e)klenti: 

çocuğunu asma  beşikte sallayan bir anne kadar şefkatli ( yeditepe )de / onun içi süt dolu biberonu olan ayasofya kadar ilahi bir sevgiyle, bekleyeceğim seni / ki duygularım bakir kalsın diye kapatıyorum kendimi kiliseye ...

serçe telaşıyla kıpırdayan kalbin,
 camına çarpması...


22 Nisan 2011 Cuma

bir ....kere

insanın kendini hissetmesi...


son zamanlarda rüyalarım yosunlanmıyor. duygularım bir hayli çiçekli. öyle zamanları arşınlıyorum ki, çiçekleri derliyorum etraflıca.

neden kadın diğerine başlarken ötekinden farklı olacağı sanrısıyla savaşırda, erkek daimi olarak karşısındakini belirli kalıplara sokarak idame ettirir yaşamını.

19 Nisan 2011 Salı

düş]ün[&me

ölüm korkusuyla doğup, yaşama mutluluğuna alışamamak...
parafsızlıkla, tarafsızlıkla idame ettirememek özgür yaşamı.

...yosunlarının dal dal, kayalara dolanması. yengeçlerin kıyı kenarlarındaki deniz fenerlerini infilak ettirme isteği. ağaçların diplerine gizlenmiş solucanların, toprağı nefessiz bırakması. gölün gövdesine dolandığı, çamurlu bir sazlığın içerisindeki o karmaşayı, dibindeki su gibi her yanını saran, etine, kanına saldıran bu gürültüyü görmeyen yarasaların tahakküm ettiği yaşam...



neresindeyim bu labirentin. neresi çıkışı bu kaos deliğinin. yüzü, yüzsğz olan acılarla anlamıyoruz...

çıkılacak bir yüzü, bir yüzeyi yok oysa. bu ses insanın, iğrenç düşüncesizliğinden ötürü bataklaşmış okyanus gönlünün nasılda gölleştiğinin kanıtı. bu bataklığından kurtulmanın tek yolu..."

...yok. bizler kendi kökümüze saran dikenli sarmaşıklarız. dibimize uzanan, içi çürümeyle bezenmiş mutasyonlarız. tanrının yarası, toplumun çibanı, ailenin unuttuğu acılarız. bir otobüs bulmak için, zamanı defalarca kez kesip, doğrayıp yeniden prototiplendirebiliyorken. hayatı bu kadar yaşanamazda kılabiliyoruz.

korkuyorum sodomun hazzına alışık kalan bu sabit hayattan. 

bu sanrıyı kendimde yaşattığım düşüncesiyle, yastığımı nemlendirmiş kafamdaki düşüncelerimle fırlıyorum yataktan. kırmızı noktaları olan göz bebeğimin gebelendiği rüyalar işleyen beyinciğime, isyanlar diziyorum kelimelerimle. olmuyor. kölesi oluyoruz. batırıyorum kürdanları diş etlerime, acıyı empoze ediyorum üzerlerine. çünkü ben rahatsızım. 



küçükken hayal edebiliyorken, büyüdüğünde yasaklanıyorsun. susma payı bu. düşüncelerin yasaklanamazken düş etlerinde, kelimeleri giyindikçe insanlaşıyorlar ve ardından tahakkümce baltalar vuruluyor fütursuzca. çünkü sen toplumun bir ferdisin. toplum ise yanlış evrilmiş, tahakküm pinokyosu haline getirilmiş bir meta. elindeki sen içinde yaşamalısın. 

çünkü sen birey olarak yaşayamazsın.

....
..
.

ardılları kestim. 

akvaryum balığı olmak istemiyorum. oksijeni bile sıvılaştırıp alıyoruz artık. beyaz tozların hayallerine biat ediyoruz. yeşil hayallerin yapaylığına doluyoruz kendimizi. üç yapraklı güller ile seratonin kazanıyoruz. mekanik kevaşeler halinde sokaklarda komutlanıyoruz. 



bizler gerçeksiz, toplumsal yalanların sadık kanişleriyiz. korkuyor ve panik ataklaşıyoruz. gün geçtikçe birbirimizleşiyor ve tel tel çürüyoruz. nedir yosunu denizden çıkaran, yengeci bu kadar militan ettiren olgu. 

düşün?

18 Nisan 2011 Pazartesi

kalbimde çocuksu bir korku

eğer o eski
mübarek tanrı,
devrilip dönen
bulutlar üstünden
mutlu şimşekler
serperse yere
kalbimde çocuksu
bir bağ ve korku,
öperim sarılıp
eteklerini.

J.Wolfgang Goethe - İnsanlığın Sınırları

16 Nisan 2011 Cumartesi

balık olmak hapsolmak değildir

günü üçe bölüp, ortasından başlamak. 



bir çok mekanik yaşamda yoğunlaşmış kişilerin yaşadığı histir bu. herkes bir rotayı takip edemez. ettiği zaman mutlaka engeller çıkar. çıkan engelleri aşanlarda, bir daha ki sefere yeniden engellenir. bu engelleri ezip parçalayan insanlar mevcut yaşamda. böyle kişilerde perde arkasında bırakılırlar. 

neden?

çünkü popülizm kalıcı olmaktan öte, günü geçmişle anımsatmamaktır. nasıl olduğunu hatıra sayfalarımızı kokladıkça, genizlerimizde kimi zaman ağır bir koku gibi, kimi zamanda zihnimizde bizi yeniden doğuran bir duygu yumağı halinde anımsamamıza sebep olur. 

popüler kültür kolay yaşamı, günlük algılayıcılarımızın tahakkümünde geçireceğimiz hayatın gerekliliğini salık verir. isyan, direniş, savaşma, düşünme, aidiyet duygusu olmadan yaşama prototipini şiddetli bir halde savunur. bir çok alt açıklamasını içerisinde barındırır:


isyan olmadan; nasıl bir yatırım yapılırsa halka, halk onu tüketecek ve sessizce verileni hazmedecektir. ihtiyacını kendisi belirleyemeden, komutlarla yaşamaya başlayacaktır. otoraksinin kevaşesi haline gelerek, ruhani dünya rahatlığını imgelendirerek karşıt olmadan, biat eyleme kültürüyle yaşamını süreğenleştirecektir. bu prototip, her totoliter rejimin istediği birey formatıdır. zararsız ve istenendir.


direniş olmadan - bu zincirleme reaksiyon bozulamaz. eğer otoritenin prototipi olursak, kapitalizm için iyi bir katalizör oluruz. bugüne dek kapitalizmin sarsılmaz yapısı bunu iyi ezberlediği, ezberletmeyi de başardığı ve insanları asimile etmeyi başarıyla gerçekleştirdiği için; isyan olmaması şaşırtıcı olmayan bir üründür. bu tahakküm prototipinin yaşamını makyajlamıştır. yaşanmasını da istençli bir halde tüm bireylerin bilinçüstlerinden her türlü tahakküm silahıyla, zihinlere aşılamıştır. televizyonlar, post - modern siyasal yapılar, değerleri kişiye göre evrilmiş felsefeler, sanal deformasyon dünyasındaki asosyal yaşam gerekliliğini hakim kılarak bunu gayet başarılı bir rotada yol almasını sağlamışlardır.


düşüncenin eyleme dökülmemesi; bu sistemin yıkılmaz hükmünü beslemiştir. eşber yağmur dereliyi içeri atan idari yönetimler, bunu çok iyi kanıtlamıştır. izledikleri sistemlerde bunları hatırlamayan bizler, iyi birer piyon haline geldik. asosyal olarak, net üzerinden götürdüğümüz bilmem kaç kişiyiz oluşumlarıyla, düşünmeden, hiç bir eylem yapmadan asosyal bir bünyeyle sadece bulutumsu bir isyancı, direnişçi yapıdayız bugünde. beis olan ise bu imitasyon yapılarında da bile bizim yerimize düşünenlerin, yine tahakkümün sadık köpekleri olduğunu göremeyişimizdir. düşünmek engellenemez ama dile dökülmesiyle birlikte, kelimelerle ifade giyindirildiği zaman yasakçı zihniyetin baltalarına maruz kalabilir. bunun en açık örneği geçmişten günümüze gelen kitap yasaklamalarıdır.


aidiyet duygusu mekanikleşen bireylerde olmayan, gereksiz olarak duyumsanan bir histir. isyancı, direnişçi, düşünen bir insan olarak uğur mumcu, ahmet taner kışlalı, hrant dink ve diğerleri bu hisse sahip oldukları için istanmeyen aydınlıklarıdr. aidiyet duygusuyla, çocukların ne olduğunu görebilmeleri için daimi bir bünye ile yazılarına kalıp sağlamışlardı öznel düşünceleriyle. tahakkümün tuvalet kağıdı olmadıkları içinde prototipler ile katledildiler. bugün olmayan bu gerçek aydınlar sayesinde az da olsa umudumuzu titrek bir halde dik tutabiliyoruz. yaşamın ortasından başlasakta, istediğimiz taktirde, üzerimize çullanan idari çürümüş tahakkümün yaptığı yanlışlara isyan edebiliyoruz. toplumsal bilinç oluşturabileceğimizi tekel direnişiyle gösterebiliyoruz. peki bunları yapabilirken, neden bunları unutuyoruz...



sonuç: balık olmak hapsolmak değildir. balık olmak içerisinde girmek istemeyeceğin bir akvaryumda harakiri yapabilme cesaretidir.

öptüm

14 Nisan 2011 Perşembe

cinsiyetçi reklamlara karşıyım(!)

kadın' ın metalaştırılması cinsiyetçi faşizmin en belirgin yaptırımıdır. buna DUR DE!

not: mide bulandırıcı bir halde, tüm reklamlardaki kadını seksist bir obje gibi bizlere dayatan sistem ,foseptik çukuru gibi.

13 Nisan 2011 Çarşamba

we have to back at work

merdivenden inerken acınızı kucağınıza alıp yaşamak.

ağlamak ve gülme eylemsizliğiyle acıya hançerlenmek. dilim dilim edilmiş yaşamlarımız, quasimodo' nun imkansız aşkına dönüşmüş. her bir yanımız ateşlenmişte, közlenmeye başlamış. toprağa ayaklarımız kavuştuğunda ağırlaşmaya başlamış yükümüz. derdi, derde katarak ağırlaşmaya devam etmişiz. birbirimizin nefesine dolanırken yapayalnız kalarak asosyalleşmişiz. sanrılarımızın kokusu ile genizlerimiz akmış, göz yaşlarımız yanaklarımızı vaftiz etmiş. bizler kirli doğmuş, temiz ölüyoruz. 

susmak şimdi eylemsizlik. 

söz yaşları ise tanrının gölgesi...

yol boyunca deniz kıyısında firar eden yengeçleriz...

tut. bir ucunu süreğenleştirdiğin köle yaşam nasılda monotonlaştırıyor. nasılda münazaralara konu olmuşta, öbekleriniz parçalanmış. yorumlar, yoğrulmadan yorulmuş ihtiyaçlara dönüşerek, insan için yalanı simgelemiş. biz sizin on iki parmak bağırsağınız gibi değiliz diyen, bir çok düşünce bezemiş metaforlarımızı. ellerimize tutturulan bu absürdlüklere dayanmaz olmuş beyin. korteks şeker tepsisi gibi parıldayan bir raf halinde, sığ ve dümdüz edilmiş.

acı olgunlaştığında kederlendirir. gerçek ise yalanı kurutan metan gibi suratları ekşitir. çamur üstüne bastıkça sıçrar. kendimiz, kendimizi bildikçe suskunlaşırız. dilimiz dile değdikçe, dile dolandıkça çiçeklenir. hislerimiz, hislendikçe, dilde çiçek derildikçe coşkunlaştırılmış hayallerimiz bizi direnmeye mahkumlaştırır:.. korku ise annenin kekik kokulu çorbasının, tadına ulaşamamak, tadını bir daha alamamaktır. bu gittikçe artan temelsiz binanın üzerimize çökmesi, yosunların duygulara sarılması, insanın hislerinden tomurcuklanarak köküne dolanmasıdır.

hayat...

sarmaşık gibi kaç kez kendini dolayacağını bilmeyen şuursuz, bitkisel düzendir. 

...kül kedisi gibi düzenbaz bir hayalperest değil, sömürülmüş bir kızın, ironik kevaşe yaşamıdır. iki açıktan, karanlıktaki umutlu bekleyişi dua ile elde etme sanrısından öte materyalist bir yaşamdır. kül kediliği kandırılmış mahduriyetin hayali mücadelesidir. mücadele etmek ile gerçek olmayanı elde etme güdüsü piç bir batıldır. hayat buna ılımsız, tırnaklarının arasındaki kir kadar gerçek olmayan derinliktir. - sen ne isen "o"sundur. o andan sonra savaşma gelişim için - demek ise basit bir deformasyon önerisidir. tahakküm isteği budur. bunu kabul etmeyen bir koyun ise, şiddetsiz bir zerzeledir yaşamınızda. sadece sizi bulandıran mürekkep balığıdır. eylemsizde olsan gelişirsin demek, pinokyonun uzayan uzvunun burnu olmadığı, düşünceleri olduğu gerçeğini yüzümüze vuran tokatla eşdeğerdir.

kısacası sen ağaç gövdesindeki halkaların, durgun suya düşen dalganın yarattığı o kaos dairelerinin, rüzgarın içerisine aldığı kelebeğin kanatlarındaki dirençsin. hayat neresinden bakarsan, orasından yaşayacağın değil; neresinden başlarsan, orasından tutupta kendince evriltiğindir.

 sevgili.



dip not: we have to back at work.

30 Mart 2011 Çarşamba

kapalı

kendimi bugünlüğe birşeyler karalamak için zorluyorum. itekliyor ve çırpınıyorum klavye tuşlarıyla. onları parmaklarımla kırbaçladıkça...kelimeler boğazıma düğümleniyor. ben onun bana olan isteksizliğini çözümleyemiyorum. olmuyor. yazamıyor, betimleyemiyorum bendeki onu. 

içindeki pandora kutusunu kapalı tutana dair.


29 Mart 2011 Salı

koy(un)cu toplum

ileri demokratik toplumumuzdaki giderek artan faşizanlık üzerine herkes körleşmiş halde...

köhneleşmiş bir gelişim süreci izlemekte. işsizlik hat safhada yer almakta. herkeste birbirinin aynısı. düşünceler, söylemler, fikirler, giyimler, sanat anlayışları, bakış açıları, yaşam tarzları... her şeyin tek bir notadan ibaret olduğu günümüzde olay git gide trajedik bir hal almakta. ama herkes mutlu... 

nasıl mı?

japonya' da nükleer bir tehdit dünya' yı tehdit ederken bizler bu olayı ibrahim tatlıses' in kafasından vurulmasıyla birlikte gözardı ediyoruz herşeyi. bilmem kaç bin insan o deprem sonrasında ölüp, bilmem kaç milyon insanı tehdit eden bir nükleer tehdit ortada varken, bizler ibrahimin kafasına giren tek bir kurşunla onu izliyoruz / izlettiriliyoruz. kimse yedi nesil sonramızı bile etkileyecek olan tehditin farkında değil. olamaz. çünkü birileri bizim neyi düşünmemiz gerektiğini belirliyor. bunun sebebi ise aynısının bizde de olacağını bile bile birilerinin kondomu olanlar yüzünden, göz ardı ediliyor yaşamlarımız.  bu erkin faşizmi!

nasıl mı akkuyu nükleer santraliyle....

teknolojik anlamda alternatif enerji kaynaklarını kullanabilecek konumumuz varken kullanmayıp, bunu kullanmamız nedendir kimse sorgulamıyor. dayatılan ise bilgisayardan yayılan radyasyonla aynı radyasyonu yayıcak denilmesi, nasıl bir tahakkümce yönetildiğimizin en acı örneğidir bu. bunun sebebi bilimden, araştırma kültüründen, okuma kültüründen soğutulup, uzaklaştırılan bir toplum haline geldiğimizdendir. en basitinden akkuyu'yu yapacak şirket çernobil faciasından sorumlu olan şirkettir. hiç teklif, ihale alınmadan verilen bu şirketin yarattığı felaket dolayısıyla nice insanlarımızı kaybettik karadenizde...(kazım koyuncu'yu saygıyla anıyoruz...)

bunun sorumlusu bizleriz. çay içip bakın bana birşey olmuyor diyen zarurilerin yansımaları bugün hala iktidardaysa oturup bir düşünmeliyiz.

25 Mart 2011 Cuma

dün-bugün-toprak özlemi



toprağa elimi verip, içerisinde uzanmak istiyorum. üşüyorum burada. çok fazla geliyorsun bana. susmalıyım.

24 Mart 2011 Perşembe

insan ve iktidar

tahakkümsüz olmadan, halkın olmayacağını savunanlar ve iktidar...

aynı saksafondan ses çıkartıyorlar. 

çünkü onlar oturduğumuz odanın temiz havası gibiler.... değerleri yokluklarında, ortada bize kalan fazla havayla anlaşılan bir olgu değil. onlarsız yaşanamayacağı içinde değil... bunun değeri; oksijeni hiç değiştirmeden aldımızda, vücudumuzun çürümesine karşı, narkozlu bir hasta gibi seyirci kaldığımızda, aldığımız ideolojik uyuşturucularla şuursuzca ölümü kucaklıyoruz. 

sonuç: bizler iktidar için yürüyen zombileriz.

12 Mart 2011 Cumartesi

yapay soğan


(bir intihar kronolojisi bu….)

tuzla* bezenen bir bedenin dünyaya gelir gelmez, hiç döl yatağından ayrılmak istememesiyle başlayan bir ruh maskesi…

ikarusun kaçışı değil bende ki.
farklı, çok farklı bir sebep var.
kimsesizce ölüp – gitmek.

kaderciliğin içinde, utançla eşitlenen intihar arzusu bu,

sarışın başaklar gibi
tomurcuklanan çocukların,
geleceğini koruyamadığımız için
bize bıraktıkları yok olan mirasları;
dünya
yaşanmaz olmuş…
ruh boşluklarımızı
doldurmaktan

vaftiz edilmez halet-i ruhiyelerimiz
intihar bir utançtan öte şereftir….
ölüm anları:
ovadan süzülen rüzgar ile
bedenini süzer bu anlar…
gözü bağlı bir leylak kokusu
genzine dolanır.
bütün yaşamın bir film gibi
ince ve karanlık olarak,
gözünün önünden geçer.

ve susarsın

boğazın boğumlanır,
kelimeler dilden çıkmaz,
uyarılmaz olur sinirlerin
kısmi bir felçtir intihar…

acı çevirir o küçücük güneşimizi.
karanlıklaşmış geleceğimiz,
doyumsuzluklarla yaşanamayacağını öğütler
bu his ölümü koklatır…
taşarak evlerden, taraçalardan,
trabzanlardan…
gelip sesimizin yerini alır.
ruhun esnek hali katılaşıp kalır.
alaca karanlığın,
daim baldıranıdır bu

yükseğe geçişe doğru…
ve kuşlar gibi sırata doğru…
fildişi gibi keskin ve kırılmaz rüzgarın tavrı gibi.
dağ kadar engin ve dik güneşin iskeleti gibi.
tahta heykeller arasında,
denizin yavrusu gibi
küçük bir japon balığı gibi
safça zorunlu bırakılmış mahkumluktan
kurtulmaktır bu...

geride bırakılan tahta heykeller arasında…
içlerini sündürülmüş kan ve et
kokuyor taki bu vaftiz anına kadar


bitti.

söz: ben küçükken kaç yaşımda doğdum bilmiyorum. annemin sancılarını işittiğimden beri uyandım. acıyla ağlasamda götüme ilk şaplağı doktordan yedim ve sustum. tahakkümü, o zaman tanıdım ve düşmanı oldum.

11 Mart 2011 Cuma

domuz dünya



şimdi kanatlarımı eriten güneşe doğru uçuyorum….

(bir intihar kronolojisi bu….)

tuzla* bezenen bir bedenin dünyaya gelir gelmez, hiç döl yatağından ayrılmak istememesiyle başlayan bir ruh maskesi…

ikarusun kaçışı değil bende ki.
farklı, çok farklı bir sebep var.
kimsesizce ölüp – gitmek.

kaderciliğin içinde, utançla eşitlenen intihar arzusu bu,

sarışın başaklar gibi
tomurcuklanan çocukların,
geleceğini koruyamadığımız için
bize bıraktıkları yok olan mirasları;
dünya
yaşanmaz olmuş…
ruh boşluklarımızı
doldurmaktan

vaftiz edilmez halet-i ruhiyelerimiz
intihar bir utançtan öte şereftir….

sus

sesimin alçak baldırından acıyı empoze ediyorum beynime...