19 Aralık 2007 Çarşamba

Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?

Amerika 1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hıristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta 49 yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk toprak, çevresi 600 mil olan, büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı. Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük. En yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin mil sahili vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541′ e kadar keşfedilen toprakların hepsi bir an kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrı’ nın buraya insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği düşünülebilirdi. Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine yani beylerine ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir. Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler. Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints Pere’inkilerden daha zengindi. Genelde sadece utanılacak yerlerini kapatıp gezerlerdi. Bir buçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir kumaşa sarınırlardı. Yatakları hasırdı ve ada İspanyolca’sında “hamak” denilen asılı filelerin ortasında uyurlardı. Açık, sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar yetenekli ve uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli geleneklerimizi benimseye çok uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha yaratmamıştır. Dini şeylerden söz edildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla öğrenmeye, kilisenin dinsel törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara dayanabilmek için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son birkaç yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol’dan bu insanların aşikâr iyiliklerinin yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrı’yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları olurlardı. İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler. 40 yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar. Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200′den fazla kalmadı. Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60′ dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı’ nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000′den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde, bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek öldürdüler. Halk orada kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü. Her bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli bir Hıristiyan orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları Hıristiyanlığa kazandırmıştı. Benim gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi bulunmuştu. San Juan adasına komşu 30′dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup gittiler. Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir alanı kapsıyor. Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu insanları topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta bugünkü terkedilmiş halini aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz’in toplamından 10 krallık daha büyük, Sevilla Jerusalem mesafesinin iki katı, yani 2000 milden daha büyük bir alandan söz ediyoruz. Bu 40 yıl boyunca, kadın, erkek, çoluk- çocuk, 12 milyondan fazla insan Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur - gerçektir. 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum. Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek, düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek yerli beyler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta bırakılıyordu; daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç, hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri -çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler. Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti. Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları -bütün dünyada daha kötüsü olamazdı- toprakların mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin, sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla birleşince, onları saymadılar, sevmediler ve değer vermediler. Bütün bu süre boyunca gördüğüm ve bildiğim gerçekleri söylüyorum. Onları, hayvan demiyorum, keşke hayvan muamelesi yapsalardı hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler. İşte yerlilere ve hayatlarına böyle özen gösterdiler. Bu yüzden de sayısız insan dinsiz ve kutsal törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hıristiyanlara hiçbir zaman en ufak bir kötülük yapmadığı herkesçe -hatta despotlar ve katillerce de- bilinen, kanıtlanmış ve kabul edilmiş, apaçık bir gerçektir .Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hıristiyanlar onlara veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet uygulayana kadar.

LiberterKedi

17 Aralık 2007 Pazartesi

Ölümün Ezgisi

Ozanın ölümü gerçekleşmiş dünya üzerinde. Notaların dili duraksamış ve lal olmuş tüm aşıklar. Yüz hatlarında acı bir ifade ise yaşamın üzerine yansımış. Sert yastıkta solgun bakışları hüzün dolmuş, etrafındakilere karşı. Herkes onu yadsır gibi durmakta yatağının başında. Neden bizi bırakıyorsun diye, içten ağıtlar koparılmakta sevenlerinin tarafından başucunda. Ozan ise tüm bilinen bedevi duyularından koparak, ilgisizce çevresine karşı, ölümün kokusunu doluyordu bedenine hızlıca. Bilmiyorlardı, yaşarken görünenlerin farkına varamayanlara, isyan eden ozanın içinde kopan acı fırtınaları. Bütün bunlar ile arasında nice birlik varolduğunu göstermeye çalışıyordu aslında sürekli dizelerinde.

Yaşamı boyunca ozan anlattığı yüzündeki derin çigiler, akarsuların vadileri yarıpta, insanlara ulaşması gibiydi aslında. Çimenlerin doğayı adeta bir halı gibi kaplaması gibi insanlara anlatmak istediklerini, ezgiler ile teşbih etmeye çalışsada insanlara. Sürekli bu derinlikleri dahada derinleştirdi içinde bulunduğu toplum, bu parlaklıkları ile göz kamaştıran çimenleri bir hamlede herzaman yoldular önyargıları ile insanlar. Hayatını genişleyen halkalar içerisinde kaybolmasına umarsızca aldırmadan dayanmayı başarsada Ozan, artık pes etmişti yaşamından bu son demde.

Sebebi ise artık notalarına işliyorlardı, eleştirlerini salt eleştri çerçevesinde yapabiliyordu bu trans halindeki bildirginler. Sürekli biliyorlar, eleştiriyorlar ve bilgileri ile yetiniyorlardı. Ama ozanda artık pes ediyordu ve son demde söylediği tek söz ile;

Maskesiyse, ürküp can çekişen orda ki hümanite, narin ve açık bir yapıyı kirleterek, olgunlaşmamasına rağmen bir meyve gibi sanki havada sallanarak, altından geçen insanların tepesine vurdukların da çürüyecekleri geleceklerinden kaçabileceklerini sanıyorlar.Ne kadar yazık.

diyerek, göz kapalarının perdelerini indiriyordu ve kendisini dünyaya karşı sansürlüyordu pes ederek.

LiberterKedi

13 Aralık 2007 Perşembe

Josef Guggenmos

İlkokulu doğduğu yerde tamamlayan Guggenmos, liseyi St. Ottilien’de okudu. 1939’ da savaşın başlaması nedeniyle mezuniyet sınavına girmeyen yazar, Alman ordusuna alındı. Savaşta Danimarka’ da Reval’ de ve Karadeniz’ de radyo operatörü olarak bulundu. Savaştan hemen sonra ise kendini Alman dili ve edebiyatı ile sanat tarihine adadı. 1950’ de bir yıl için Finlandiya’ ya gitti. Almanya’ ya döndükten sonra Stuttgart, Viyana ve Salzburg’ da çeşitli yayınevlerinde çevirmen olarak çalıştı. Guggenmos’un çocuk şiiri yazma düşüncesi R.L. Stevenson’ ın en ünlüsü Hazine Adası olan metinlerini çevirmesi ve yine onun dil ile çocuksu dünya görüşünü buluşturma fikrini kabul etmesi sonucunda yerleşmiştir. Guggenmos’ un ilk kitabı 1956’ da Küçük İnsanlar İçin Neşeli Şiirler başlığı altında yayımlandı. 1958’ de bazı şiir ve hikâyelerinin toplandığı Sonsuz Çocuk Takvimi isimli kitap bunu takip etti. 1967’ de ise asıl önemli çalışması olan Fare Perşembe Günü Ne Düşünür? Adlı eserini yayımlandı ve bu eseriyle Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü kazandı. 1971’ de basılan Goril Seni Kızdırmaz isimli kitabı eleştirmenlerce Alman çocuk şiirinin zirvesi olarak gösterildi.

Josef Guggenmos’ un seksenden fazla kitabı yayımlandı. Binden fazla şiiri ve diğer çalışmaları bulunmaktadır. Kitapları birçok edebiyat ödülü aldı ve birçok antoloji ve ders kitabında yer aldı. Guggenmos, Erich Kastner, Christian Morgenstern ve Bertolt Brecht ile birlikte Alman çocuk edebiyatının en önemli isimleri arasında yer alır. Guggenmos, sessiz bir şekilde şiirlerine gömülmüş olarak yaşadı. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Alman Gençlik Kitabı Para Ödülü’nü, 1975’ te bütün çalışmaları için Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi’ nin Onur Ödülü’nü, 1980’de On İki Çekmece şiiri ile Avrupa Gençlik Kitapları Ödülü’nü, 1984’ te Güneş, Ay ve Balon ile Bödecker Ödülü’nü, 1992’ de Alman Akademisi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Büyük Ödülü’nü, 1993’ te bütün çalışmaları için Alman Gençlik Edebiyatı ödüllerinde Şiir Özel Ödülü’ nü, 1997’ de bütün çalışmaları için Avusturya Çocuk Edebiyatı Devlet Ödülü’nü kazandı. 1967’ de Genç Doğa Araştırmacısı ile Avusturya Devlet Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’ nde onur listesine girdi. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Avrupa Gençlik Kitapları ödüllerinde onur listesine girmeye lâyık görüldü.

Yazar 1950’ lerin sonlarında ise ailesiyle birlikte Irsee’ deki evlerine döndü. 30 Eylül 2003’te Irsee’de öldü.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Yöntemsel Bir Saldırıya Dair

Yöntemsel bir saldırıdır kişilik boşluklarını doldurmak. Başkalarını merdiven niyetine kullanmak isteyip onlara tutunarak yükselme arzusu!

Kötü müdür? İyi midir? Zaman içerisinde nasırlı el, kansere sebebiyet veren bir ben halini almış zaten!

Sürekli kişilerin birbirleri ile anlamını bile tanımlayamadıkları bu çatışma nedir bilinmiyor? Bu çatışmada taraf olanlar açısından bile.

Bütün bunların içerisinde bir köşede hümanizmayı izleyen, onların türettiği fakat onlardan kaçan ve dağların üzerinde konaklayan sislere karışan ve yok olmak için, kendilerini intihar ettiren idelerin dünyası, ne kadar acı çekiyor bizlere bakarken bilinmez.

Üretmeyen bizler, tüketim insanı bizler. Üretim canavarı olan üretken bilgi[siz]ler mi onlar acaba!


Bilgi, bilmek veya üretmek arasında sıkışmış kalanların nasılda etrafına saldıracağinı bilememesinin sebebi, kişiliklerindeki boşluklarmıdır? Boşluklarında yer aldıkları alanlarda sürekli tanımlayamadıklarına uyarladıkları betimlemelerin altında mı gizli bu boşluklar sizlerce!

Yada bu şekilde daha ne kadar hüküm sürer bu yöntemsel kişiliksiz saldırı bilinmez!

LiberterKedi

11 Ekim 2007 Perşembe

Kezbanlar Semaya Yükselmesin Artık!

Eşsizdi ve kirlenmemişlerdi çarşaflar artık o gece. Önüne serip onun üzerinde nasıl bir dünyada olduğunu pis bir gülümseme ile anlatıyordu adeta yüzündeki kazınmış o sırıtış ile ağa. Önüne yüreğine alıcı olup olmadığını kabullenmesini sorgulaması için gözleriyle onu taciz etti ağası. Ürkek bir kuş gibi titriyordu bedeni, tıpkı kabuslarından kalktığı gibi kurtulmak istiyordu burdan ceylan gözlü. Ne acıydı daha 16 yaşındaydı ve köyün ağasına satılmıştı güzeller güzeli Kezban. Daha elini sürmeye bile kıyımadığı o güzelim yüzüne, annesinin her sabah özen ile tarayıp ördüğü ince ipek misali saçlarına bir başkası sahip olacaktı "Ailesinin maddiyatsızlığı, ağanın sapık kişiliği için".

Işıldayan gözlerinden güneş akardı her sabah, ailesi ile bir parça kuru ekmeği 4 kişi paylaştıkları kahvaltı sofrasında mutluydu kezban. Kendilerine ait iki kuzuyu dolaştırırken köylerinin tepelerindeki bozkırlarda neşe dolu trküler söylerdi, ve toprak onun türküleri ile canlanır, onun ayaklarını üzerinden çekmesi ile kapanırdı dünyaya. Kuşlar saçları yere değmesin diye gagaları ile onları kaldırırdı. Güneş onu bunaltmasın diye sıcaklığı ile, bulutlar peşinden yarışa girerdi kezbanın çocukluğu boyunca ve satılana dek.

Onu köyün bozkırlarında gözüne kestiren köyün ağasına göre olgunlaşmıştı kezban. Serpilmiş göğüsleri belirginleşmiş ve vücudu dolgunlaşmıştı. O civarın hatta evrenin en güzeli kızıydı belki de kezban aslında. İşte bu yüzden ailesinden ve tabiatından kopardılar kezbanı. Tıpkı bir ham maddedeyi yerinden söken ve ihtiyaçlarımızı karşılayacağiz diye hergün doğayı tüketen bizler gibi kezbanı da tüketeceklerdi insanoğlu insanlar.

Ve kezban gitti. Ayrıldı evinden, artık evindeki tarhana çorbası kekik kokmuyordu, nane kokusu yükselmiyordu. Kuşlar bozkırlara uğramaz olmuştu, güneşin sıcaklığı fıratı kurutuyordu, tıpkı kezbanı gün be gün kuruttukları gibi. Başaklar bitmiyordu tarlalarda, farklı bir boyuta geçmiş gibiydi köy. Doğa kezbanın türküsünü duymadığı için yeşertmiyordu hiçbirşey üzerinde toprak ile beraber. Herkeste bir huzursuzluk başlamıştı artık parası olan ailesine yetmiyordu birden fazla ekmek, ev, toprak.

Annesinin ağıtı yükseldi bir gece. Rüyasında baran olmuş akıyordu toprağa kezban ve yüzünü çevirmişti babasına, ağabeyine ama bir tek annesine bakıyordu, gözünün kenarında barındırdığı çiğ damlası misali gözyaşı ile. Ve ertesi gün ana feryadı yükseldi evlerinde. Kezban yağmurun uzunca bir aradan sonra geldiği gün yok olmuştu. Semadan yıldızlar o gece farklı parladı ailesinin evlerinin üzerinde. Kara bağlanmış yüreğine düşen acı ile anne dışardan gelen sesi duyunca koştuğunda yalnızlığı, acıyı, pişmanlığı, yitirilmişliği tatmıştı kezbanın yok oluşu ile. Ama ayağının dibinde biten ufak bir dört yaprak yoncanın üzerinde oluşan kırağının içerisinden gözüken semada, kezban ona gülümsüyordu. Ve rüzgar onun için sakladığı kezbanın sesini bedenine doladı "Üzülme ana ben senin çiğ tanendim yaşadığımda, her gece semadan ineceğim bu yoncanın üzerine bir daha kimse tarafından kirletilmemek için sadece sana ait olarak" acı bir tebessüm ile anası anladı hatasını. Beyaz çarşafların içerisinde görmeyi kabullenmemişti. Ve kezbanı ağaya satan babası ve ağabeyine darılmıştı güzeller güzeli. Sadece satılmasını istemeyen annesinin rüyasına girmişti intihar ettiği gece kezban. Neden mi intihar etmişti kezban "kirletmemeleri için onu sapkınlıklarına kurban insanlar" semaya yükselmişti ve ömrü boyunca hergece o dört yapraklı yoncanın üzerinde anasına semadan gülümsedi güzeller güzeli kezban öldükten sonra.

LiberterKedi

Biz

Çocuksu susuzluğum ile sürekli sana ve sevgine susardım, ilk tanıştığımız günlerde. Asla doyamadiğim gözlerindeki hayatımın ne kadarda boş olduğunu anlatamazdım sana kelimelerim içerisinde kullandığım sözcüklerim ile.Rüyamda sana benzeyen ve öpücüklerinden birini kondurup giden o perinin kulağıma fısıldadığı tek şey neydi biliyormusun "N'olur öyle hiç birşey yokmuş veya yaşanmamış gibi bakma bana" dedi en son. Çünkü bir matematik denklemi gibi ben+sen = biz yada ben/sen=biz veya sen - ben= biz buda yetmezse sen*ben=bizdik sevgilim ama anlamadın beni sen hayatımızda.Ve ben sana diyorum ki sen görmesende biziz artık bende sende.2 kişilik hayatımızda tek bir düşüncede birliktelik ile.

Örnek isterdin hep al işte sana kısa bir kesit ; daha birkaç dakika önce, gözlerimde varliğinla alevlenen kör bir alev gibi bütün vucuduma nüfuz ettin hergün yeniden palazlanan.Ve sensizlik ise bende adeta yasam sevincimi yokeden bir işkence olsa da, kavuşacağımız günü sabırsızlıkla boyun eğmis, donuk ve daha simdiden hasretinle kavrulmus bir karanligin içinde kavrularak bekliyorum...

Ve biziz sende,bende,bizde sevgilim

LiberterKedi

9 Ekim 2007 Salı

Dante Alighieri



Mayıs 1265’de Floransa'da doğan İtalyan yazar Dante Alighieri, 26 Mart 1266’da Durante adıyla vaftiz edildi. 1274’de “Yeni Hayat” ve “İlahi Komedya”da ölümsüzleştireceği Beatrice'yi ilk kez gördü. Asıl adı Bice di Folco Portinari olan Beatrice, daha sonra Simone de' Bardi'yle evlendi ve 1290 yılında öldü.1983 yilinda babasının ölümünden bir yıl sonra, Floransa'nın önde gelen aşk şairlerinden biri olarak üne kavuştu ve şair Guido Cavalcanti'yle yazışmaya başladı. 1285 yılında evlendiği Gemma Donati’den, iki yıl sonra Pietro adında bir çocuk sahibi oldu. 1289 yılında Campaldino Savaşı'nda, Floransalı Guelfoların safında Ghibellinoların şehri Arezzo'ya karşı savaşan Dante, savaştan üç yıl sonra, “Vita nuova” [Yeni Hayat] adlı yapıtını yazdı. Yeni Hayat, Dante'nin 31 şiirini, bu şiirlerin hangi vesilelerle yazıldığına ilişkin açıklamalarını ve şiirlerin yapısal çözümlemelerini içeren bir düzyazı - şiir çalışmasıdır.

Daha sonra yoğun felsefe çalışmalarına başlayan şair, felsefi konularda şiirler yazmayı da sürdürür bu arada. 1295 yılında Hekim ve Eczacılar Locası’na üye oldu ve Floransa’ nın siyasal yaşamına katıldı. Bu tarihten sonra çeşitli meclislerde görev alan Dante, bu beş yıllık süreç sonucunda altı lonca başkanından biri sıfatıyla Floransa’nın yönetimine seçildi. 1295’ de Beyazlar ve Siyahlar olarak ikiye bölünen Guelfolar yüzünden, Floransa’ da siyasal uzlaşmayı sağlamak amacıyla, Papa’ ya gönderilen üç kişilik kurulun üyesi olarak şehirden uzaklaştığında, önderleri bir süre önce sürgüne gönderilmiş olan Siyah Guelfo grubu iktidarı ele geçirdi. 27 Ocak 1302’de para cezasına çarptırılan ve kamu görevinden men edilen yazar, düzmece bir yolsuzlukla suçlandı ve Toscana bölgesine girmesi yasaklandı. 10 Mart’ta ceza onaylandı ve yakalanması halinde yakılarak idam edilecekti. 2 yıl sonra, mücadelesini tek başına sürdürmeye karar veren Dante, Beyaz Guelfo grubundan sürgün arkadaşlarıyla bağlarını kopardı ve sonraki yıllarda bütün İtalya’ yı kapsayan gezilere çıktı. 1304-1308 yılları arasında De vulgari eloquentia [Halkdilinde Belagat] ile Convivio [Şölen] adlı yapıtlarını yazdı. Bu yapıtlardan ilki, dil ve şiir üzerine görüşlerini; ikincisi ise felsefe üzerine düşüncelerini ve felsefi bir bakış açısıyla şiirlerine ilişkin yorumlarını içerir. Dört kitaptan oluşan ve felsefî, siyasî ve ahlâkî konuları içeren Convivio adlı eserinin ikinci kitabı da astronomi ile ilgilidir aynı zamanda. İki yapıt da tamamlanmamıştır.

Bu yapıtlarının hemen ardından 1308’de “Divina Commedia”yı [İlahi Komedya] yazmaya başladı ve ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu yapıt üzerinde çalıştı. Özgün adı Comedia [Komedya] olan bu yapıta “ilahi” nitelemesi sonradan, Rönesans döneminde eklenmiştir. İtalyanca yazılan İlahi Komedya, karşılıksız aşkı Beatrice için yazılan bu destan hem aşkı ve insanı, hem geçmişi, hem kendi güncelliğini anlatıyor, geleceğe uzanan bir sentez oluşturuyordu. Aynı zamanda İlahi Komedya ile Convivio'da astronomi ve kozmolojiye ilişkin görüşlere de rastlanmaktadır.

İlâhi Komedya, Dante'nin Cehennem, Araf ve Cennet'e yaptığı hayali bir seyahatin öyküsüdür ve burada sunduğu Evren Dizgesi tamamen Batlamyus Dizgesi'ne dayanmaktadır. Dante' ye göre, Yer Evren' in merkezindedir ve hareketsizdir. Yer' in etrafında sırasıyla, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün küreleri bulunur. Satürn küresinden sonra, sabit yıldızlar küresi ve ondan sonra da İlk Hareket Ettirici Küre gelir. Onuncu küre ise, En Yüksek Küre, yani Tanrının Evi'dir. Küreler, Meleklerin yardımı ile hareket eder. Dante, Aristoteles'in etkisi ile Ortakmerkezli Küreler Dizgesi'ni benimsemiş, dışmerkezli kürelerin olmadığını savunmuştur.

İlahi Komedya’dan sonra 1314’de Monarchia'yı [Monarşi] yazan Dante, yönetim biçimini konu aldığı bu yapıtında, papalık-imparatorluk şeklindeki iktidar parçalanmasına karşı tek bir hükümdarın egemenliğini savundu. 1315 Haziran ayında Floransalı sürgünlere suçlarını kabul etmeleri halinde affedilecekleri bildirildi fakat bu öneriyi kabul etmeyen Dante'nin sürgün cezası yeniden onaylandı ve çocukları da ceza kapsamına alındı. Şair, son yıllarını Verona'da Can Grande della Scala'nın ve Ravenna'da Guido Novello da Polenta'nın saraylarında geçirdi. Quaestio de aqua et terra [Su ve Toprak Sorunu]ile Egloge [Eklogalar] adlı yapıtlarını yazdıktan bir sene sonra, 1321 yılında Ravenna’da öldü.

LiberterKedi

Özgür Olmak

Hiyerarsi sağlamak isteyenlerin dünyasinda,göremeyecekleri bir sey "Özgür Olmak"olabilmek herzaman heryerde imkansizdir...

LiberterKedi

Apoletçi Yönetilmişler

Apoletlerini kuşanmışlar tepelerine, görevlendirildikleri kapının önündeki yolda ileriye adım atmaya çalışanlara diş bileyliyorlar. Havlama seslerinin yayılması ile ürküteceklerini sandıkları insanları bilmezler ki daha da fişeklediklerini bu önyargılı, tabuların arasında sıkışmış mumyalar.

Ben severim yönlenmeyi kabullenmeyeni. Üzerine giydirdiği kendi kişiliğini ve savundukları ile getirdiği fikir yanlışta olsa, hayatımızın içerisinde bulunduğumuz savaşta hep bir başına omuzumuzun dibinde durmaktadır korkusuzca, size destek olarak...

Kişiliksizlerin ve yönetme arzusu güdenler.Sırma apoletleri olmasada yaşamlarında, birden değişirler sanal ortamda elde ettikleri güç karşısında.

Acaba neden?

LiberterKedi

23 Eylül 2007 Pazar

Bu köprüyü geçip bana gelir misin etim/tırnağim?

Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi veya manasını kelimelerimiz ile anlatamadığımız aşkımıza dair hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür yaşamımızda bize ait olarak. Bu aynı et ile tırnak ilişkisine benzer. Acıyı birlikte hissedersiniz, birlikte ağlar, birlikte güler hale gelip, et ile tırnak haline dönüşürsünüz. Bizi ayıran küçücük bir köprü vardır aslında bu noktada, hepsi o kadar ufak sorunlara temel oluşturur ki, anlaşamadığımız zamanlarda çıkan münazaralar da yüzüstünde sivilce gibi pütürlü bir şekilde yansır hepimize. İşte bu noktaya, tam olarak sende bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam bana birşeyler fısıldayabilirmisin :"Bu köprüyü geçip bana gelir misin etim/tırnağim?" yanlışsa sana fısıldananlar kulaklarını tıkarmısın benim için?eğer yapamazsan işte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın, dudakların titrer, gözlerin dolar ve çeker gidersin. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde/geleceğimizde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız yalan bir kere girerse aramıza sevgilim.
Yalın ve Yalansız Kalman dileğiyle Sevgilim

LiberterKedi

19 Eylül 2007 Çarşamba

Ben de ki Sen/ Sensizlik

Sensizlik bendeki manası ile Hayat/Ölüm


LiberterKedi

Platonik Sevgimizi Hiç Ona Söylemeyerek

Yaşamlar iç içe girmiş, karişimlı olmuş. Her bir yaşam öyküsü başka yaşanımlardan kesitler içerir olmuş. Sanıldığınca kirli bedenlerin ışık değmemiş köşelerinden, gün işiği ayrılmaz olmuş hayatımızda. Demlenmeyen çayın vakti saat kadranının hareketi ile sürecin sonuna gelmiş ve önce yenilenmiş sonra tekrar eskimişiz. Atalarımızın betiklerini gütmüşüz "anladım nedenini bilmediğimiz,bir oyuna düşmüşüz"
diye iç çekişmelerimizin sonunda birine merdiven, diğerine yorgun ve yaşlı koruyucu asırlık bir çınar olmuşuz. Ardından sürekli bir halde zaman içerisin de devinip durulmuşuz. Kimi zaman üşümüş, kimi zaman terlemişiz, yetsede yetmesede kesemizde ki paramızı sürekli şişe diplerine gömdüğümüz hayallerimize ulaşmak için harcayıp durmuşuz... Gülerken ağlayan, ağlarken için için haykırarak şiirlerimizde, yazılarımızda isyan etmişiz hayata karşı ...Bazen bir gülücüğe 2 kişi sığmışız, birden diğer kişinin formuna bürünerek, bir bedende 2 kişilik bir hayat yaşamışız ve yaşatılmanın hazzını tatmışız bencillikten uzak, samimiyetsizlikten yoksun olarak. Sevginin mayasını oyuncak dünyamızının hamuruna katarak kendimizce yeniden yoğurmuşuz ve kalbimizde kavurarak yıkılmaz bir hal aldırmışız yaşamımıza!

Yokluğunda, korku dağlarının üzerinde dolanan inatçı bir keçi olmuşuz, inat etmiş, sevdiğimizle sevgimizi büyütemesekte her anımızda onunla ütopik bir dünyada yaşayabilmişiz! Ölüm denizlerinde sarılmışız küreklere, öyle suskun, öyle dingin görünsekte dalga kıran etmişiz binbir parçaya ayrılmış, hep bir noktaya tutturduğumuz yüreklerimizi... Bazen yıllanmış bir şarap gibi şişesinin üzerine kazımışız sevgimizi tortu misali...Yakın yakın oturduğumuz, kalp kalbe değdiğimiz zamanlar da bir türkü tutturan doğanın sesine renk katmışız, yüreğimizden kopan aşkımızın ezgileriyle! Ayrılığın yerine platonikçe severek kaybetme güdüsünü yaşamadan... belki gideceğinin gözardı ederek, aklımızdaki yüreğimizdeki ütopik dünyamızda yaşamışız "Platonik Sevgimizi Hiç Ona Söylemeyerek" bir ömür boyu ona sahip olmuşuz kendimizce !!!

Toplumsal Bir İz-misiniz,Yoksa Toplum-siz misiniz

Siz "Toplumsal Bir -iz- misiniz, Yoksa Toplum-siz misiniz"?

İnsanın insanı sömürmesi ve tahhaküm etmesinin sona erdirilmesi mümkünmüdür, bunu hiç düşündünüz mü yaşamınızda? Yani özel mülkiyetin kapitalizmin ve hükümetin yok edilmesi ile ortaya çıkan durum bir kaos mu teşkil eder.Yoksa içinde yaşadığımız durumu olduğu gibi kabullenmek mi gerekir? Nesiniz siz acaba "toplumda". Siyasi, ekonomik veya toplumsal hiyerarşilerin olmadığı bir toplumun içerisinde toplumun siz olmasını istemek neden bu kadar katlanılmaz gelir insanlarA acaba hiç irdeliyormusunuz sabah kalktığınız da yada akşam yattığınız da? Ve sizce özgürlük ve eşitlik denilen bu iki olgunun hiyerarşisi sağlanmadığı takdirde varmıdır ideal bir düzen. Ve bu duzen içerisinde yaşadığınız toplumsallık ta nedir sizin varoluş maksadınız?

Eşitlik olmadan hürriyet vaadi ile, sadece aslında güçlü olan için hürriyet getirenlerin bulunduğu bir sistemin dinamiği olmaktan sıyrılabilirmizsiniz. Hürriyet olmadan eşitlik vardır diye savunanların vaadi ise imkansızdır ve aslında köleliğin gerekçelendirmesidir, sadece ilerici bir görünüş kisvesi altında fakat görebilene değil mi?

Toplumun ortak mülkiyetinde olan fikirsel bir -izm- var mıdır litaratüründe acaba dünya siyası çarkının?

Hiç sanmıyorum. Tek amaçlarıdır bunların "Toplumun Ortak Mülkiyetinde Olamayan Fikirlerin Oluşturduğu -İzm- Ler" ile sizlerin bir iz olarak gelmesi dünya ya. Ve dünya üzerinde toplumsal bir iz olarak, sizlerin hüküm sürmesini istemeleridir ki, sürekli başka iktidarlar ile sizleri yönetmeye çalışmaları bunun göstergesidir.

Sıyrılmak ve "Toplum Siz Mi" olmak istiyorsunuz. O zaman gönüllü ilişkiler kur karşılıksız ve çıkardan uzak, karar alma süreçlerine eşitlikçi katılım sağla ve herkese değer ver, yönetme gibi ilkel bir güdüden uzaklaşarak, karşılıklı yardımlaşmayı hayatında görev bil ve benimse bundan sonra ve tüm tahakküm biçimlerine ilişkin söylemleri sil ve kulaklarını tıka bundan sonra....

İşte o zaman sen "Toplumsal Bir İz-Değil,Toplum Sen Olacaksın!" ezilen insanların hakları için ayağa kalkmalarını o zaman öğretebileceksin onlara unutma!

12 Eylül 2007 Çarşamba

Postmodernizm Yükselişi / Toplumsal Değişim Ve F.W.Nietzsche

Nietzsche’nin Aydınlanma düşüncesine karşı ortaya attığı kritik bakış ve eleştiriler bugünün postmodern çözümlemeleri için tam bir kaynak işlevi görebilmiştir. Nietzsche’nin yaklaşımları ile postmodern çözümlemeler arasında önemli benzerlikler ve paralellikler vardır.Ona göre 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan büyük atılım ve dönüşümler modernleşme olarak yorumlansa bile bunu belirleyen temel değişken ne insanın aklı, ne bilim, ne de tarihin ileriye doğru akma özelliği taşımasıdır. Bir başka deyişle düşünür,Aristoteles’den beri Batı düşünme güdüsü özdeşliğini yadsımaktadır. Nietzsche’ye göre büyük atılım ve dönüşümün belirleyicisi aslında biyolojik bir süreçtir. Bu biyolojik öğe, yani insanın yaşam enerjisi, düşünüre göre insanın bilgi edinme sürecinin de kaynağıdır.

Yaşam enerjisi tanımı gereği biyolojik bir özellik olduğundan bireye özgüdür; yani insandan insana farklılık göstermektedir. Bazı insanların yaşam enerjisi çok yüksek bazılarının ki ise marjinal düzeyde olabilmektedir. Buna görede üstün insan olarak nitelenen ve deha sayılan kişilerin yaşam enerjisi, tarihi yapmakta y ada bir başka deyişle insanoğlunun büyük atılımlarına kaynaklık etmektedir.Bu çözümlemeye göre modernleşme, yaşam enerjisi üstün olan seçkin bireylerin yönlendirip, gerçekleştirdiği bir dönüşüm olarak nitelenmektedir. Yaşam enerjisinin özellikleri arasında bencillik ve onun sonucu olarak vahşilik bulunmaktadır.Bu nedenle, Nietzsche’ye göre bilgi ya da bilime dayalı olarak kurulan toplumda, Aydınlanma projesindeki iyimser öncüllerin aksine yabancılaşma, anarşi, vahşet ve acımazsızlık da egemen olacaktır. Çünkü bu özellikler yaşam enerjisinden kaynaklanmaktadır.

Nietzsche, geleneksel felsefenin “öz” ve “gerçek“, “mantıksal temel” gibi kavramlarına çok eleştirel bir bakışla yaklaşmaktadır. Zaten bu nedenle de bugünün postyapısalcılığın peygamberi olarak kabul edilmektedir. Nietzsche’ye göre evrenin, bir tek değil sayısız anlamı vardır ve bu durumda bilginin tek bir gerçekliğin temsili olduğu tezi tutarsızdır. Yani Nietzsche’ye göre doğru bilgi görelidir, gerçeğin temsili diye bir şey olamaz, onun yerine yorumlar vardır. Nietzsche, için “yaratıcı yıkıcılık” insanın doğasından gelen bir özelliktir; insanoğlu, sürekli olarak bir şeyleri yıkarak, yok ederek yeniyi yaratmaktadır. Bu anlamda, yaratıcı yıkıcılık yaşam enerjisinin ortaya çıkışıdır. Ama düşünüre göre yaşamın kendisi karmaşıktır ve kaotiktir; bu kaotiklik, aynı zaman da yaşamın dinamizmini de belirlemektedir.Nietzsche ” Acaba eskiyi yok etmeden, eskiyi ciddi ölçekte muhafaza ederek yeniyi kurmak mümkün değil midir” diyerek yaşamsal bir soru sorup tartışmıştır. Bugünün postmodernleri bu soruyu olumlu bir biçimde yanıtlandırmakta ve eskiyi yıkmadan yeninin nasıl kurulabileceğini tartışmaktadırlar. Bilindiği gibi postmodern söylem, her sorunun bir tek doğru cevabı vardır aksiyomunu bütünü ile yadsımakta, aksine, her sorunun hiç ya da birden çok doğru yanıtı olabileceğini öne sürmektedir.Bu nedenle de Nietzsche, postmodern söylem için pivotal bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.

Kaynak:Postmodernizm /Gencay Şaylan - İmge Kitabevi

Farkına Varamıyacaksınız Hiçbirşeyin!

İnsan dramının bilincin de olmadan yaşayanlar. Sizin düzeninizden kaçıyorum, yıkıyorum ve isyan ediyorum. Mücadelemi size inat, sizin aranızada veriyorum ve size karşı şuanlık tekim unutmayın. Görgüden söz kesen, görgüsüz görgülüler. Sizin aranızda geçirdiğim vakitlerin, yaşandığı anlarda hep bir karamsarlık giyindiririm yüzüme. İçime doğan karanlık güneşin getirdiği gerçeklik üzerine, anlamsızca konumlarınızın nasılda sıradan bir noktada olduğunu, ve olduğunuz konumlarınız içerisinde nasıl da yönetilme güdüsünü kabul etmeyenlerin fikirlerini anlayamayışınız ile itirazlarınıza düşen zevzekliğinizle, bakalımda nereye vArmanıza sebeb olacak.

Her sabah kalktığınız da kendinizi askıdan çıkarıp sokaklara atmanızı neden kabullenmiyorsunuzda, sonralarını düşünmeyen, yönlendirilmeyi sevmeyen, isyanı sesizce kelimlerinde haykıran, sizden beklentisi olmayanlardan ne istiyorsunuz? Kirletiyorsunuz bütün hayalleri. Neden tecavüz ediyorsunuz saf düşüncelerin getirebileceklerine, neden kendinize hakim olamadığınızı itiraf edemeyipte, hükmetmeye çalışıyorsunuz. İnsanlık trajedisine korkuyla bakanlara daha ne kadar hükümler yüklemeye çalışacaksınız. Siz hiç yaşamın ucuna doğru kanat çırptınızmı ki? Siz hiç duygularınızın yönlendirilmek istendiğini anladığınız anda, duygularınızı yaka bildinizmi? ....Ve fazlası sırala gelsin diye düşünsemde, maalesef cevabı hayır olacak. Hep yaşamınız eski bir bahçede kurulu çardağın içerisinde barındırdığı ve sakladığı hatıralar kadar bile temiz olamıyacak. Eski bir sevginin, eski bir sevgilinin yaşatmadığı hayalleriniz ile bunalımlarınız ile yitip gideceksiniz. Kirlettiklerinizi göremeden bir mendil gibi bir kenara atılacaksınız ama maalesef farkına varamıyacaksınız hiçbirşeyin!
Ormanda uyuyan göllerin etrafını saran cahil periler de olduğu gibi, insan basit bir çok tasvir ile tanımlanabilir. Örneğin düşlerinin parlaklığı ile gözleri kamaşan ve anlık yaşanımlarından kazandığı mutluluk hazzını süreğen bir halde,ömrü boyunca birey olamayan kişidir insan. Toplumun sadece bir harfi olmuş kişi olarak, insanın nedir anlamı sizce? Ne ile doludur insanın kalbi. Gökyüzü ve onun bulutları, yaşamak istedikleri ve yaşayamadıkları, ışıkları, gözlerinin körelmesine sebeb olan geçici masumiyet mutlulukları. Türlü renklerle boyanmış gerçek hayattan kaçış. İçerisindeki kıpır kıpır fikir suları nasılda coşkun bir ırmak gibi beyninde savaşımlara hazırlanıyor hergün değil mi?

Adeta çağlayan dönüşen idelerin önüne çektiği setlerin, acaba daha ne kadar onları sınırlandırmasına izin verecek,kaçmak istedikerinden ve toplumsuzluktan. Ve çamur, setlerin diplerinde biriken, görünmeyen, ama giderek artan. Su üzerine doğru çıkmaya başlayan derin karanlık, uyuşuk hallerin doğurduğu o kasvetli hayatından ne zaman sıyrılacak. Kirli sürüngenlerin sinsice gezindiği, doğayı gün be gün tecavüz edenlerin arasından ne zaman kaçacaksın. İsyan dile düşenin eylemde de vurgulanmasıdır. Başkaldırış bireysel özgürlükler için değil, cehaletin empoze ettiklerine karşı durabilmektir. Ve herkes için, birşeyler yapabilmektir savaş, karşılıksız ve tüm bencillerden uzaklaşarak. İnsalık ise anlayabilmektir kendi hayatını. Ve onun fısıltılardan ibaret olmadığını kavrayabilmektir yaşamın içerisinde varolabilmek. Ardından görebilmektir yatağımızdaki yaşadığımız belki kerelerce, belki anlarca 15 dakikalık libido durumunun sürekli olmadığını yaşamlarımızda..
__________________

Anlamı Neydi Acaba

Deniz kıyısındaki kaldırım. Ne kadar yumuşak, güneşin kavurucu sıcaklığı altından nasılda yan yana dizilmişler isyansızca .. Yol kenarları ortalarında üzerine serpilen karanlık kapak zift, kim bilir üzerinden ne hayatlar yolculuk etti senin . Güneyden gelme toprak kokusu ile bedenime karışır yaşanmışlıklarım. Ve sürükler beni sıcak sıcak hayallerime, yolculuk ettirir bir berduş gibi. Yolumu karanlıklarımda arayan ben, nasılda umutsuzluğuma gömülmüşüm, bulunduğum yer olan odam da. Karanlık ve kapalı odamdan geri dönünce her seferinde, seni düşünmekten kulağımda kalan ezgi zamanı sürüklüyordu. Akıcı olmasını istemediğim hayallerim zamanla kendilerini kundaklıyorlardı. . ve yine bir hayal olan sen, tekrardan soğuyordun. Seni bulaştırdığım kelimeler dilimde, kağıdıma işliyordu anlatımlarımda seni. Işıkların arasına sıkışan renk ve senin parlaklığın ile matlaşan hayatım. Donuk görünsede insanlara, ben senin yalnızlıklarının hayaliysem, sen benim zamanımın kum tanesisin, sürüklenmesin de temel olan saatimin, en temel materyali.. Anlamı neydi acaba hayatımın sence...

11 Eylül 2007 Salı

Siz Hiç Düş(ün)dünüz Mü?

Sen Bil(me)sende

Sen Bilmesende,
dalga sesleri barındırdım kulaklarımda sana.
Avuçlarımda,yüreğimde kabarttım onları.
Heybetlendirdim senin için onları.
Ve ardından sürekli olarak,ortak şarkılarımızı
sessizce,bir olan gönlümüzde dillendirdim notalar ile...

Birlikte kurduğumuz hayallerimiz ile.
Sıkılana kadar dinlerken ben içimden onları,
sen bilmeden hep yaktın hayallerimizi.
Kentlerimize yağan yağmurlar ile
akşamları,topraktan yükselen
o koku ile,
yakın uzaklıklardan ağlayarak...
genzimize çektim seni sevgilim.

Kadınlığının verdiği o ürkek korkuların.
Sürekli beni sıktığını düşündüğün,
o çocuksu alınganlıkların.
Aslında el değmemiş türküleriydi,
belkide sevdamızın.
Sen farkında olmasanda.

Dalga sesleri getirdim dedim
sana kulaklarımda.
Al ellerine kulağına yasla onları usulca...
İncitme onları ne olursun bilmeden...
Kentlerimiz bizi ayırsada istemeyerek.
Yağmur akşamlarında topraktan yükselen
o masum ve saf toprak kokusunu içine çek
yeter meleğim,benimle bir olmak için...

Biliyormusun bütün gece dertleştik,
bendeki sana ait olan yüreğimizle.
Küçük bir kız çocuğunun
masumiyetine sahip sesin ile,
kentime yağmur olup yağarken sen.
Aslında sendin dalga sesleriyle kulaklarıma,
ardından toprak kokusuyla
bedenime işleyen
herzaman.
Ama sen bunu bilmesende,
ben yine de seveceğim seni...

8 Eylül 2007 Cumartesi

Marcel Proust

Marcel Proust, 1871 -1922 yılları arasında yaşamını sürdüren ünlü bir Fransız yazarıdır. 20. yüzyılın edebi değerlendirmesi için yapılan pek çok ankette adı Gabriel Garcia Marquez ile birlikte yüzyılın en iyi yazarı olarak öne çıkmıştır. Yedi ciltten oluşan “À la recherche du temps perdu” Kayıp Zamanın İzinde adlı romanıyla dünya edebiyatının devleri arasına girmiştir. Dışavurumcu Fransız edebiyatının en önemli ismi olarak anılmaktadır. Marcel Proust, 10 Temmuz 1871′de Auteuil’ de doğdu. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğuydu. Ünlü yazar tüm yaşamını etkileyecek olan astım krizlerinin ilkini henüz on yaşındayken 1981 yılının içerisinde geçirdi. Daha sonraları konuyla ilgili ‘’A l’ Ombre de Jeunes Filles en Fleur’‘ isimli eserinde çocukluğunda nefesini rahatlatması için kafein kullandığını yazacaktı. Proust, 19yy’ın sonlarında yaşayan bir burjuva ailesinin üyelerinin, normal diye nitelendirebileceği bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. İlgi duyduğu tek şey edebiyattı. 1890′ da Hukuk Fakültesi’ne ve Siyasal Bilgiler Okulu’na kaydoldu. Fransız romancı ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant’ la tanıştığı aynı yıl, Sorbonne Üniversite’ sindeki felsefe doktoru Henri Bergson’ un derslerine katılmaya başladı.Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Le Banquet dergisinde yazdığı edebiyat eleştirilerini yayınladı. 1893′te, “Swann’ın Bir Aşkı” `nın “Eskizi” olabilecek nitelikte yazılar hazırladı. 1894 yılında ise Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un casuslukla itham edilerek Fransa’da yargılandığı dava olan “Dreyfus Davası” başladı ve ünlü yazar Dreyfus yanlıları arasında yer aldı.1895′te felsefe lisansı diplomasını aldıktan sonra, 1898′te Dreyfus olayının büyümesiyle Proust,kendini gittikçe artan siyasi tartışmaların içinde buldu. Aynı yıl Emile Zola’nın “J’accuse” (İtham ediyorum!) adlı açık mektubu L’Aurore gazetesinde yayımlandı ve Proust,Prèvost,Clemenceau,Durkheim,Anatole France gibi entelektüellerle birlikte Zola’ya destek olsa da,Zola’nın devlete hakaret suçundan yargılanması önlenemedi. 1905′de hayatındaki en önemli kadın olan annesini kaybettikten sonra, Proust’un sosyal ilişkileri azaldı ve kendini yazmaya verdi. 34 yaşındayken yaşadığı bu travma için tedavi gördükten sonra Proust, deneme yazıları kaleme aldı ve önemli edebiyatçılarla felsefecileri inceledi.Bunların başında,çalışmalarını Fransız’caya çevirdiği İngiliz John Ruskin ve eleştirilerinin hedefi olan Charles Augustin Sainte - Beuve geliyordu. 1908′de yazdığı ”Pastiches et melanges”, 1919’ da yayınlayacağı başyapıtı için bir tür ön çalışma oldu.

Proust 1908′den sonra tamamen inzivaya çekilerek hiç ara vermeksizin yedi bölüme ayırdığı başyapıtı “À la recherche du temps perdu” Kayıp Zamanın İzinde adlı dizi romanı üzerinde çalıştı. Bu roman 1927′ye kadar 15 cilt ve yedi bölüme ayrılmış olarak çıktı. 1913′te ilk bölümü olan “Du côté de chez Swann” Swann’ların Tarafı çıktıktan sonra onu izleyen diğer bölümler “A l’ombre des jeunes filles en fleurs” Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 1918, “Le côté de Guermantes” (Guermantes Tarafı 1920/1921), “Sodome et Gomorrhe[/color]” (Sodom ve Gomorra, 1921-1923, “La prisonniere” Mahpus Kadın, 1923, “Albertine disparue” Albertine Kayıp, 1925, “Le temps retrouvé” Yakalanan Zaman, 1927 yayımlandı.. Yazar, kitaplarında, şimdiki zamana ve geçmişe ait bilinç içindekileri, çağrışımlı olarak birleştirebilmek amacıyla olayları kronolojik bir sıraya koymuyordu. 3000 sayfayı bulan bu roman 20. yüzyıl edebiyatının en önemli eserlerinden oldu.

Proust, 1922 Ekim ayı başında bir bronşit krizi geçirdi, bunu yakalandığı zatürree izledi. Yazar, 18 Kasım1922 tarihinde Paris’te öldü.Ünlü İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’ın ilk romanı “Proust”, ünlü yazarın hayatı ve ilginç kişiliğiyle ilgili diğer biyografilerden farklı olarak “Kayıp Zamanın İzinde” romanını ele alıyordu.Proust, günlük yaşamda ayakkabı bağlamak,bir şeyler yemek,yürümek gibi yaptığımız her sıradan hareketin bilinçsiz olarak hafızamızı tetiklediğini,böylece gündelik yaşamdan yola çıkarak geçmişimizle ilgili bir çok şeyi aydınlatabileceğimizi iddia etmiştir.

Porust’tan Alıntı:

Sevdiğimiz kişiye bakışımızdaki arayış, kaygı ve talep, ertesi gün için bir randevu umudunu bize verecek veya öldürecek sözü bekleyişimiz, bu söz söyleninceye kadar, aynı anda olmasa bile birbirini takip eden sevinç ve umutsuzluk hayallerimiz , bütün bunlar sevilen varlık karşısındaki dikkatimizi fazlasıyla titrek bir hale getirdiği için, sevdiğimizin net bir suretini elde edemeyiz.

Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. sevdiğimiz insana doğru karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey; kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür. bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebi ise, kendimizden çıktığını fark edemeyişimizdir

7 Eylül 2007 Cuma

Kingdom Of Heaven



    * 1. Burning The Past
    * 2. Crusaders
    * 3. Swordplay
    * 4. New World, A
    * 5. To Jerusalem
    * 6. Sibylla
    * 7. Ibelin
    * 8. Rise A Knight
    * 9. King, The
    * 10. Battle Of Kerak
    * 11. Terms
    * 12. Better Man
    * 13. Coronation
    * 14. Understanding, An
    * 15. Wall Breached
    * 16. Pilgrim Road, The
    * 17. Saladin
    * 18. Path To Heaven
    * 19. Light Of Life (Ibelin Reprise)


Film Ve Müzikleri Hakkında

Ridley Scott'un yönetmenliğini üstlendiği, ülkemizde de dünya ile aynı anda gösterime giren ve büyük ses getiren 140 milyon dolarlık bütçeli ''Kingdom of Heaven'' Cennet Krallığı filminin soundtrack albümü SONY BMG tarafından çıkarılmıştır. Başrollerini Orlando Bloom, Eva Green, Jeremy Irons, Liam Neeson' un paylaştığı filmin soundtrack albümünün kompozitörlüğünü ise;''Harry Gregson Williams'' (Shrek 1-2, Spy Game, Sinbad: Legend of the Seven Seas, Man on Fire) üstleniyor.

12. yüzyılda şövalyeliğe yükselen bir demircinin Haçlı Savaşları sırasında Kudüs'ü kurtarmak için giriştiği mücadelenin anlatıldığı film, Selahattin Eyyubi dönemini de kapsıyor. Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman halkların Kudüs'ü kendi egemenliklerine almak için yaptığı savaşları beyazperdeye yansıtan filmin,özellikle Hıristiyan dünyasında nasıl karşılanacağı şimdiden merak konusu. Müslüman dünyasını daha "uygar ve gelişmiş", Haçlı dünyasını ise"vahşi ve barbar" olarak yorumlayan filmin, Batı dünyasında bir tartışmaya yol açması bekleniyor. Filmde Hıristiyanlar "savaş yanlısı" ve "işgalci" gibi yansıtılırken, Selahattin Eyyubi'nin ise Kudüs'e barışı getirdiği işleniyor. Senarist William Monahan'ın ünlü yazar Amin Malouf'un "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri (1096-1291)" adlı kitabından ilham aldığı filme Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların kardeşçe yaşadığı bir kenti anımsatması için "Cennet Krallığı" adı verilmiş.

Albümün en önemli özelliği ise, ilk kez bir Hollywood filmine müzik yapan,ülkemizin sevilen gruplarından Kardeş Türkülerin bestelerinin de bu albümde yeralması. Kendi albümlerinin yanı sıra, ''Vizontele'' ve ''Vizontele Tuuba'' filmlerine yaptıkları müzikler ile dikkat çeken, özgün tarzları ve renkli müzikleriyle kısa sürede kendilerinden söz ettiren Kardeş Türküler, bu filmin müziklerini yaparken İngiliz, Henri Levis ile birlikte çalıştı. Filmin büyük bir çoğunluğu Kudüs ve Ortadoğu'da geçtiği için,bu topraklara ait bir müziğe yer vermek isteyen yapımcılar, filmin bu bölümlerinde Kürtçe doğaçlama ezgiler seslendirmesi için Kardeş Türküler ile çalışmayı tercih etti.