19 Haziran 2008 Perşembe

Pandora

Pandora Yunan mitolojisinde, tanrılar tarafından kendisine emanet edilmiş, içi yeryüzünde bulunabilecek bütün kötülüklerin doldurulduğu ve bunun yanına bir de dünyanın kötülüklerine direnme gücü sağlayan umudun kapatıldığı bir kutunun emanet edildiği meraklı, tedbirsiz bir kadını simgelemektedir. Pandora meraklı ve tedbirsizdir. Biraz da düşüncesiz. Çünkü kendisine söylenmesine karşın merakını yenemez ve bu tehlikeli kutunun kapağını aralar ve tabii bu aralıktan bütün kötülükler dünyaya yayılır. Zavallı Pandora'nın aklı başına gelir ama olan olmuştur. Kutunun kapağını kapatır, içeride yalnız umut kalmıştır. Mitolojik motiflerin hemen hepsinde olduğu gibi, Pandora mitinde çok eski, ilkel inanışların altında yatan etkilerin izlerini çok silik de olsa fark edebileceğimiz ip uçları bulabiliyoruz. İlkel kabile yaşamında doğal işbölümü, erkeklerin daha fazla güç ve organizasyon yeteneği gerektiren avcılık faaliyetiyle uğraşmalarına, kadınların ise toplayıcılık ve klanın çocuklarını yetiştirme işleriyle meşgul olmaları sonucunu doğurmuştu. Toplayıcılık, vahşi hayvanların avlanması ile kısmen karşılanan yaşamak için gerekli ihtiyaçları tamamlamaktaydı ve bu iş klanın kadınlarına ait bir faaliyet alanıydı. Kamp alanının uzaklarında bulunan ve yararlı maddelerin taşınması sorununun çözümü ise bir dizi teknolojik çözümü gerektiriyordu.. Sonuçta bir insanın topladığı meyva, yenilebilir kökler vb. şeyler ellerde ancak sınırlı miktarda taşınabiliyor bu da hem uzaklara gitmeyi engelliyor, hem de daha fazla sayıda sefer gerektirdiği için enerji kaybına neden oluyordu. Herhalde kadınların yanlarında taşımak zorunda oldukları çocuklar da bu faaliyeti sınırlayan önemli bir etkendi.

Sorun bir ölçüde ağaç dallarından sepet örülmesi tekniğinin bulunmasıyla aşıldı ama bu alet fazla dayanıklı değildi ve sıvıların taşınmasında yararlı olmuyordu. Bundan sonraki en önemli aşama, ağaç dallarından örülen sepetin killi çamurla sıvanması ve önce güneşte kurutulması, dayanıksız olduğu görülünce bir şekilde ateşte pişirilmesiyle çömlekçiliğin keşfedilmesi oldu. Bu önemli teknolojik üretim de kadınların işiydi. Çünkü kendilerine biçtikleri -veya dayatılan. Bilmiyoruz.- işin uzantısıydı.

Aslında çömlekçilik gizemli bir işti. Bir yaratma faaliyetiydi. Malzemeler bir dizi değişikliğe uğruyor ve sonunda ilk halinden çok farklı bir nesne meydana getiriliyordu. İyice pişen çömleğin çın çın ötmesi, her cismin içinde bir canlı olduğu şeklindeki ilkel bir inanışın göstergesi olarak algılanıyordu. Pişme işlemi sırasında kötü malzeme kullanımından veya pişme ısısının iyi ayarlanamayışından dolayı çatlayan çömleklerin çıkardıkları sesler de çömleğini terk eden cinler olabilirdi. Klan kadınları ise bu cinlere hükmettiklerine göre, kutsal varlıklardı, yaratma eyleminin yaratıcılarıydılar.

Ve teknoloji gelişiyor, çömlekçi çarkı bulunuyor. Bu teknolojik gelişme, eskinin elle şekillendirme veya bir kalıba bastırılarak şekillendirme yöntemlerini ortadan kaldırıyor ve en önemlisi kitle halinde çok miktarda ve hızlı üretimi olanaklı kılıyordu. Artık çömlek ruhuna hükmetme yetisi kadınların elinden uçup gitmişti dolayısı ile artık kutsal da değildiler. İktidarı kaybeden kadınların yeni bir mücadeleye kalkışmamaları için iyice ezilip aşağılanmaları gerekiyordu.

Aşağılandılar çünkü artık yavaş yavaş ortaya çıkan mülkiyet kavramı ile başka klanların sahip oldukları metaları elde edebilmek için yapılan örgütlenmelerde yer de almıyorlardı. Artık onların kendileri bir meta idi, varlıkları sahip olan erkeğe zenginlik sağlıyordu. Aşağılanma, eski ilkel inanışlardaki kutsal kadınları aslında kötülüklerin kaynağı olarak algılanmasına kadar vardı.

Aşağılanmanın mitoloji dünyasındaki izlerini taşıyan baştaki hikayeye dönersek, Pandora'nın aslında baba tanrı Zeus tarafından insanların başına bela olsun diye yaratıldığını görüyoruz. İnsanlardan kasıt yalnızca erkekler olmalı çünkü bela kadın görünümünde ve çok çekici. Tanrılar Tanrısı baba Zeus insanları (yani erkek cinsinden insanları) neden böyle bir bela ile karşılaştırmayı istiyor?

Tanrılarla insanların beraber katıldıkları bir ziyafette Titan soylu Promethus, Baba tanrı Zeus'a u aldatmış, kurban etinin en güzel kısımlarını işkembe ve deri parçaları ile örtmüş, kemikli kısımları ise yağ parçaları ile kaplayarak Zeus'un seçimine sunmuş. Obur ve aç gözlü baba tanrı Zeus doğal olarak iyi görünümlü yağlarla kaplı parçayı seçmiş.(Acaba bu seçim erkeklerin derinlikten yoksun görünüşe aldanan öngörüsüz taraflarını mı simgeliyor?) Aldatıldığının farkına varınca da çok kızmış baba Tanrı. İnsanları cezalandırmaya karar vermiş ve onlardan ateşi geri almış. Böylece insanlar ışıktan ve sıcaktan yoksun kalmışlar. Ama kurnaz ve ölümlü insanları destekleyen Promethus, tanrılar katından bir *** içine sakladığı ateşi insanlara geri vermiş. Eh artık bu affedilir bir davranışmıydı koca Tanrı için? O da Önce Promethus'u zincirlerle bir kayaya bağlamış ve dev bir kartal Promethus'un ciğerini yemeğe başlamış ama kartal yedikçe ciğer büyüyormuş. Bu Promethus'a verilen ceza.

İnsanlar için (Yine erkek cinsinden insanlardan söz ediyoruz.) daha büyük bir ceza düşünmüş baba tanrı Zeus. Sanatkar Tanrı Hephaistos Zeus'un buyruğu üzerine bir parça toprakla suyu karıştırmış, yüzü ölümsüz tanrılara, vücudu güzel ve alımlı genç kızlara benzeyen bir kadın yapmış. Tanrıça Athena da kadınsı marifetler bağışlamış. Kharitler boynunu altın gerdanlıklarla süsler, Hermaias ise bir köpek yüreği, tilki huyu koyar içine. Belalı bir yaratıktır ama bir o kadar da güzel. İsmi "tanrılar armağanı" anlamına gelen PANDORA olur. Pandora Promethus'un düşüncesiz ve aptal kardeşi Ephimethus'a verilmiş. Böylesine alımlı bir kadını gören Ephimethus, ağabeysinin"Zeus'tan sakın bir armağan alma, alırsan ölümlülerin başını derde sokarsın" diye tembihlemesini hiç hatırlamayarak Pandora ile evlenir ve kendisine emanet edilen sandığı açarlar ve tüm dertlerin yeryüzüne saçılarak insanların başına bela olmasına yol açarlar.

Bu hikayede önce Tanrıların insanlara sudan sebeplerle öfkelenmesini buluyoruz. Çağdaş kutsal kitaplarda da Tanrının insanlara karşı hemen hemen böylesine nedensiz bir kini ve öfkesi ile karşılaşıyoruz. Sonra da insan soyunu cezalandırmak için kadın kılığında bir bela musallat ediyor. Çağdaş inanışlarda Havva'nın yasak meyvayı şeytanın elinden alarak insan soyunun (erkeklerin) cennetten kovulmasına yol açmaları da aynı hikayenin başka bir çeşitlemesi değil midir?

Tevrat metninde (Tekvin 2-3), Adem'in Cennetten nasıl kovulduğunu ve bunda kadına biçilen rolü ve Hıristiyan inanışındaki kadın kavramını anlatıyor. "..Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi, ve gözlere hoş, ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvasından aldı, ve yedi; ve kendisiyle beraber kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve kendilerinin çıplak olduğunu bildiler; ve incir yaprakları dikip kendilerine önlükler yaptılar. Ve günün serinliğinde bahçede gezinmekte olan Rab Allahın sesini işittiler; ve adamla karısı Rab Allahın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler.

Ve Rab Allah adama seslenip ona dedi; Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim, ve korktum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Onda yeme diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi? Ve adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi:Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan, ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin; karnının üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın Ve arzun kocana olacak O da sana hakim olacaktır. Ve ademe dedi: Karının sözünü dinlediğin, ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın; çünkü topraksın ve toprağa döneceksin. Ve adam karısının adını Havva (= hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu."

Adem, yani erkek, dünyadan bihaber gezinirken Havva, yani kadın Tanrının yasakladığı bir şeyi sorguluyor. Meraklı ama öngörüsüz. Hilekar yılanla işbirliği yapıyor. Yılan kılık değiştirmiş şeytandır yahut şeytanın yönlendirdiği bir kışkırtıcıdır. Kadın yılanın da etkisiyle Tanrının emrine karşı geliyor ve yasağı deliyor, Adem'i de suçuna ortak ediyor. Adem sanki büyülenmiş gibi hiçbir şey demeden kadının teklifini kabul ediyor, sonra da Tanrı tarafından azarlanınca suçu kadının üstüne atıyor. Tabii cezalandırılmaktan kurtulamıyor. Bizde kalan izlenim de Adem'in saf ve temiz olduğu, Havva'nın yüzünden cezalandırıldığı oluyor. Bu arada kadının erkeğin hakimiyeti altına girmesi de sağlanmış oluyor.

İslam'da da aynı anlayışı buluyoruz. "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler." (En-Nisa suresi 34. Ayet.)

Neolitik devrimden bu yana aşama aşama kadınların iktidardan uzaklaştığını ve bu eylemin mitoloji ve inanç dünyasındaki yansımalarını izledikçe ana tanrıçadan baba tanrıya geçişin ciddi bir devrim olduğunu, süreci pekiştirmek ve tamamlamak için de inanç alanında da kadının aşağılandığını görüyoruz

Cevaplanması gereken -belki hiç cevaplanamayacak- soru; topluluklar halinde yaşamaya başlayan ve ilkel sosyal organizasyonlar kurmaya başlayan insanlarda hakim olan anaerkil eğilimlerin veya en azından eşitlikçi tavrın giderek nasıl babaerkil bir toplum yarattığıdır.

İktidarların el değiştirme tarihi bize hiçbir erkin gönüllü olarak terk edilmediğini göstermektedir. Kadınlar acaba bu iktidarlarını nasıl terk etmiş olabilirler. Herhalde gerçeği hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz ama bazı akıl yürütmeler yapabiliriz. Kanlı bir ihtilal sonucunda erkekler toplum üzerindeki hakimiyetlerini sağlamış olmaları pek doğru olmasa gerek çünkü organize bir şiddet hareketinin o toplumu zayıflatması tehlikesi her zaman korku yaratmaktadır.

Yok olma korkusu insanlığın en güçlü endişesidir. Beraber ava gittiği, toplayıcılık yaptığı, küçük çapta tarımsal faaliyetlerini sürdürdüğü, hele başlarda kadınların ve erkeklerin yapması gereken işlerin ayrımlanmadığı dönemlerde. (Bugün bile böyle bir ayırım var mı?) böylesine önemli bir üretim gücünden vazgeçmeyi göze almak kolay olmasa gerek. O halde nasıl oldu? Cevap belki de akla gelen ikinci halde. Yani anaerkil tavırdan gönüllü vazgeçme. Kadınlar topluma hakim olmaktan vazgeçiyorlar ama karşılığını da alıyorlar rahat ve risksiz yaşamı seçiyorlar. İlk başta erkeklerle birlikte ava giden (mağara resimleri bize dev hayvanların ellerinde ilkel taş aletler bulunan kabilenin kadın erkek tüm mensupları ile beraberce avlandığını göstermektedir.)kadınlar, bu işin sıkıntılarına ve risklerine katlanmak yerine kamp yerlerine yakın bölgelerde toplayıcılık yapmayı, çocuklara bakmayı ve tarım yapmayı tercih etmişlerdir.

Yiyecek temin etme, tehlikeleri bertaraf etme, yani kısaca yaşamı sürdürme sorumluluğu erkeklere kalmıştır.

Erkekler ise, kendilerine sunulan veya ustaca yedirilen bu görevi ciddiye almışlar, gerçekten insan cinsinin üstün bölümünü meydana getirdiklerine inan-dırıl-mışlardır. Erkekler gerçekten kadın cinsine göre üstün müdürler? Yoksa kendilerini öyle mi sanıyorlar?

Pandora / Bülent Akgezer

15 Haziran 2008 Pazar

Zaman Ahmakliğı

Zamanımı anladım ve çağdaşlarımın ahmaklığını, kibirlerini, hırslarını sömürdüm.

Bu, benim itirafım, acı bir itiraf, görünebileceğinden daha acı verici. Ama en azından ve en sonunda dürüst olma gibi bir değeri var.


Picasso

Hiyerarsi ve yonetme gudusune dair

Hiyerarsi ve yonetme gudusu ile olanlar.
Unutmayin ki; Ozgurluk dusuncede,
veri halindedir.
Dusunce dile dustugunde,
hipotez halini alirken,
dile dusen dusunce
eyleme aktarildiginda,
teori halini almaya baslamistir.

Iste bu noktadan sonra,
kitlesel bir duzeye
yukselttiginizde citanizi
sizler hem ozgur,
hemde basarilisiniz...

LiberterKedi

12 Haziran 2008 Perşembe

Meşru Bir Mutluluk

Bilseydi bilmezdi,
bilemezdi.
Bildikleklerim,
bilmediklerimmiş.
Tam bir kaos..

Nedir ki bilmemek; intiharı bilmezsiniz, ölümü bilmezsiniz, yazmayı bilmezsiniz ama her konuda ahkam kesersiniz neden?

Ruh reçeli olmuş yaşamlarımız, ne kadar cıvık bir -tatlı lezzet - bırakıyor etrafınıza. Bilmediklerimizin kasosu içersinde, sahip olduğumuz balık hafızası beynimiz, ne kadar bizi yönlendirici. Köleleştirdiğimiz idelerimize, neden bu kadar bağlıyız. Efendileşmeye çalıştığımız, kölelik yaptığımız, kendimizin çobanı olduğumuz dünya da, neden bu kadar hegemonya düskünüyüz.

Kimler böyle meşru bir mutluluğa sahiptir?

Gözyaşlarınızdaki Sanrılar

Ne kadar da yalandı sen ve senin gibiler. Ne dediğini bilmediğimi sandığın zamanlarda, sanrılarım her daim doğru çıktı. Bir yazılanı bu kadar uzatmasaydın keşke demiyeceğim size, sebebini biliyorum ben şimdi bu duruşunun. Kutu kolaya tecavüz eden bir idenin damlası olan, okyanusumda yağmur damlasısın unutma.

Artık bu gün menşeii belli olan kaçışının sebebini öğrendiğimde, yaptıklarınla gösterişli bir podyumda yürümek isteyişindi buna sebep. Unutma ki "Ben sina çölünde bir bedevi, kömür madenlerinde bir işçi, ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektarım" yeri geldiğinde ayaklarının altında bir merdiven olsam da sana göre, unutma seni yukarı çıkartan seni merdivenlerdi karanlıklarında...

Kaçın devam edin kişiliklerinizden... yazdıklarım dökülecekler peşinizden. Ve siz öldürdüğünüzde de beni, tıpkı annesi belli olmayan bir velet gibi, düşüncelerim sizleri ezecekler. Sahip olduğunuz kişilik boşluklarınıza, yağmur olup yağacaklar, kirlenmiş toplumsallık dışı safsatalarınızı çürütmek icin.

Korkmayın. Artık bir yıldız gibi gökyüzünden kayıyor, evrenin derinliklerine doğru simasını terk ederek, is düşmüş dilinizin bacasına yakınlaştırın ki, rahatça dumanını dışarı kusasınız. Sıkıştığınız kişiliksizliklerinizin köşe başlarında...

Sokak lambalarının bile küstüğü sokaklar, neydi benim suçum sizce?

"Benim sina çölünde bir bedevi, yeri geldiğinde kömür madenlerinde bir işçi. Ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektar olmamam mıydı?"

Yoksa sahteliklerin verdiği ürkekliği, kiraz tatlısı tadında aşkları doyasıya yaşamak isteyen yüreğimin rotasını, şaşırtan kalbim miydi!

Tek gerçekliği ise gözyaşlarınızdaki sanrılardı kanımca...

Duzenlenmektedir...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gereksiz yaşamlar

Gereksiz yaşamlarında kavak sanırlar kendilerini ömürleri gelincikler gibi olan, popülerlik hayranı insanlar. Gündelik deyilerinde, geyik sohbetini ideoloji haline getirmişler bunlar.

Asosyal alanlarında bile etki gösteremeden, kaybolup gittikleri hayatlarını, ne kadar da kabul edilir bir şekilde gösterirler...-belki, belkide, olabilir mi -diye saldırdıklarını sandıkları insanların, onlar ile inceden inceye geçtikleri kinayeli anlattımları ile, vurduğu tokatları hissedemezler yüzlerinde.

Peki neydi menşeii bunun acaba?

Sakatlanmış bir toplumsal refleksin kaybolduğu zamanların git gide artışını hissedemeyenlerin, anlamadıkları konular hakkında, bu kadar aslan parçası kesilmesinin sebebini merak ediyorum. izah edin bana. Sanrımca, ola giden bu vakıa, bir bedevinin yaşattıklarını anlamayan, toplumsal önyargılara sahip bilinçsizlikti!

Günümüzde bastırılmış duyguların doğurduğu porno sitelerine bile baktığınızda bir estetiği vardır. Pornografik bir estetik. Ama bunların söylemlerinde ise bir hic mevcuttu. Sanatı ve Felsefe'yi bilmeden, kendilerinin kültürel ve sanat alanında birikimi olduğunu sananların, şu içler acısı durumunu artık kaldıramayacağını her anlayanın, ne kadarda sıkıldığını -ne halleri varsa görsünler - gibi basit bir mantığı kabullendiğini gördükçe. Felsefeyi, sanatı, kültürü ne gibi bir oyun içersine çektiklerini sorguluyorum kendimce. Ve sonunda vardığım yargı -bu böyle devam edecekse yeni bir oyun oynayalım- "kimin burnu kimin bir yerinde"- ve birbirimize salya sümük destekçi olalım.

Ne güzel değil mi?

Gelen övgüler ile şişinelim birlikte, büyütelim yanlışları, ve sonunda bize bişeyler anlatmaya çalışanları linç edelim. Her elde edilen birliktelik ile, kazanılmış zafer ile; doğru olanı vecizelere çevirmeye çalıstığınız yalanlariniz ile değiştirelim. Kutu kolaya tecavüz misali bir serinlik ile bu zaferlerin ardindan, yerimizden kalktığımızda;

"aaa bugün yine bayağı egomu tatmin ettim, yeni birisini daha yıkabildim, onda yarattığım depremin artçılları ile bile onu sarsmaya devam edebildim. Ne güzel allahım..."

diye bir anlayyiş gelişmiş bugün...

Ama yıkmışlarmışlermıdır bence sadece vakit kaybı!Sadece bir ego tatmini peki neyse bunun temelleri tarihsel bir boyutta ele alındığında çıktığı yerin ilkel kombinal yaşama geçtikten sonra insanoğlunun ilk işi bireyleri öldürmek olmuş bunu sebebi ise birey olabilmek ilkel bir güç-erk işi olmasından kaynaklanıyordu.Mesela kabile reisinin birey olma hakkı vardır. Diğerleri artık topluluktan ibarettir. Yani kabileye,kabile reisine boyun eğmek zorundadır birey. En güzel kadınlar onundur falandır filandır!!!

Neyse uzun lafın kısası olmasa da,sonuç olarak çıktığımız nokta bu yazıda pek anlaşilır olmasa da kimilerince demek istediğim bilişim çağı insanlığa vurulan son darbe yaşadıklarımız ile! Sanattan,felsefeden bir düşünceden bahsederken insanların vermiş olduğu tepkiler bunun çok güzel örneği! Bu kadar önlemli cümleler kurmak bile çok sinir bozucu,ne kadar salağim neden böyle cümleler kuryorum ki bunlar süslü makyajlı sözler,ben neyim ne değilim neyse sonuç olarak hep ünlü bir değersiz felsefeci ve ünlü bir şahısın dediği şu laf aklıma geliyor "Bir yerde herkes körse, sende bir gözünü çıkarmalısın" ne kadar doğrudur değildir tartışılır ama bu bir incelemedir ama hayatta gördüğüm nokta şu oluyor zamanımızda bir dişi nükte gerçek yıldızlı üyeye lafı gediğe koyma fırsatı verir! Diğeri de yüksek zekasını sergileyerek ona apoletler ile dolu aynı fikirdeyim mesajı yollar ve diğer gereksiz üyenin egosunun üstünde libido noktasına ulaşilmış olunur yani üretmek anlaşılır bir kavramdır tüketenler için bu böyle olmuş ve olmaya devam edecektir!!!

Neyse sonuç olarak ne yapacağiz bu bilişim çağinda herkese hay hay diyerek sen haklısın diyeceğiz,gelincik gibi görünüp kavak gibi upuzun bildiklerimizi görmezden gelip bilmediklerimiz ile ilgileneceğiz okuyacağiz araştıracağiz yani,bilmek ve gelincik olmamak için !


Duzenlenmektedir.

Kuylariniza Defolun!

Siz alin buralari,
aliniz ki allansin
yanaklariniz,
alin inancinizi ve
gidin diyarlarimdan.
Defolun!

Sizin renginiz,
duygusuzlugunuz
morunuz,
mor renginiz.
Inandım sizin
dizgilerinize.

Tanrınız büyük amenna
Siirleriniz coskun
dolu olsa da,
gomuleceksiniz
foseptiklerinizin ardina.
Ve kuyularinizdan
yukselen
kokularinizda cabasi.
Elveda sizlere
kuyularinizda...

LiberterKedi

Katı olan her şey buharlaşıyor

Marx, Herakleitos Ve Bugün

Katı olan her şey buharlaşıyor” sözü, Herakleitos‘un “Aynı nehirde iki defa yıkanamayız” yaklaşımını hatırlattı bana. Süregiden bir değişimi, devinimi, periyodik sürekliliği olan bir değişimi ifade etmek için çok önceden bu sözü söyleyen fikrin bugün farklı bir cümleyle ifadesidir Marx’in söylediği. Aslında bu iki cümle arasındaki – mana olarak aynı olmasına rağmen- söyleniş farkı bu fikri destekleyen bir örnek olarak görülmelidir. Yani aynı fikrin ifadesi olarak görebileceğimiz, değişerek gelen bir söylem var ortada ve bu durum gayet destekleyicidir sözün anlamını. Ancak mantıksal uzantıları değişimi öngörmesine karşın iki yaklaşımı aynı tavırla ele almak doğru olmaz kanısındayım. Çünkü Herakleitos varlığın tanımlanması adına çalışmalar yapıyor ve varlığın değişkenliğini öne sürüyor ancak aydınlanmayı, sanayi devrimi, ekonomik buhranlar ve sınıflaşmış toplumları gören ve tezini bunlardan bağımsız geliştireceğini düşünemeyeceğimiz Marx’in değişimi ifade eden yaklaşımı oldukça farklı olarak ele alınması gerekir.

Marxizm gibi iktisadi ajanların çok önemli olduğu bir düşünceyi ele almak için mikrodan makroya doğru bir yol alarak tartışmak gerekirse şu basit örneklemeyle başlamak faydalı olur; Ulaşım ve iletişim araçlarının ve imkanları çok gelişmiş bu değişim her zamankinden daha hızlı gerçekleşmiştir. Meydana gelen değişmeler bazen bizi kendine benzetirken, bazen de yok sayabilmiştir. Örneğin internet cafeler, atari oyun salonlarını bitirdi. CD’ler, kasetleri bitirdi. Bilgisayarlar, müzik setlerini bitirme noktasına getirdi. Cep telefonları, çalar saat dönemini kapattı. Tüm bu örnekleri arttırmak oldukça mümkün ancak bu kadar detaylayarak temel düşünce olan değişimi perdelememek açısından bu mikro değişimlerin ardındaki gerçek nedenleri yani “ eritici” etkisi olan nedenlere bakmak gerekir.

Berlin Duvarı yıkılmış, SSCB dağılmış, savaş meydanlarındaki üstünlük savaşı enformatik alana kaymış, dünya ortak bir pazar olma yoluna girmiş, bölgesel entegrasyonlar oluşmuş, Amerika her alanda etkinliğini hissettirir hale gelmiş, bir zamanlar sömürülen zenciler özellikle NBA ve futbolda çok yüksek paralar kazanır olmuştur..İşte süreç bu şekilde iç çelişkileriyle gelişe durmuştur. Tıpkı Lenin’in dediği gibi “Gelişme, karşıtların 'savaşımı’ “ olarak kendini göstermiştir. İşte tüm bunlara bakıldığı zaman tıpkı doğa bilimlerinin temel yasalarından olan eriğme yani form değiştirme olgusunu sosyal gelişmeleri de bu tür form değiştirmelerle ifade edebiliriz.

Tüm bunların yanı sıra değişimin tek yönlü olmadığını ve değişim sonucu oluşan yeni objenin/ürünün de tekrar değişmesi olanağı yok mudur? Evet vardır. Nasıl ki eriyen bir buz su olduktan sonra buharlaşıyorsa ve ardından gelen bir soğumayla tekrar su / yağmur olarak yeni bir şekle bürünüyorsa sosyal olgular da aynı kaderi yaşayabilir. O halde buharlaşan katının yeni formunu da belirtmek lazım. Bu konuda G. Politzer’den bir alıntı ile devam edelim: “Karşıtların birbirine dönüştüğünü söylediğimiz zaman, bununla, basit bir sıra değiştirmeyi, yani birinden ötekine geçiş bir kez olduktan sonra, gene de hiçbir şeyin değişmemiş olacağı bir sıra değiştirmeyi anlamıyoruz. “ . Evet eskinin feodal beyinin yerini kapitalistler almış ve yine hakim sınıf olmuş olsa da proloteryanın hakim sınıf olamayacağı anlamı çıkmamalı bundan çünkü değişim durağan değildir ve herkes için vardır. Ancak işçi sınıfının hakim sınıf olsa bile kapitalist sınıf gibi olamayacağını yani kapitalistlerin sömürdüğü gibi sömürücü bir sınıf olmayacağını düşünen fikir ne kadar kabul ediyordur değişimi? Bu çelişkiyi de görmek gerekir diye düşünüyorum.

Modernite, küreselleşme ve postmodernizm olguları ışığında değişimin, form değiştirmelerin varlığını algılamak daha kolay oluyor. Kültürel, politik, sanatsal vs birçok alanda bir başkalaşım var ki hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu hakkında dairesel çıkarımlara ulaşmamak elde değil. Yola çıktığınız noktaya geri geliyorsunuz, kısır döngü içinde buluveriyorsunuz kendinizi. Ancak tüm bunları açıklamak adına net ve salt bir çıkarıma ulaşmak zor olsa da klasik söylemle “Değişmeyen tek şey değişimdir.” mantığı size yardımcı olarak beliriveriyor. Bir bakıyorsunuz eşcinsel ilişki tercihi bazı ülkelerde müessese hale gelebiliyor, bir zamanlar çağın diktatoryasının örneği olarak gösterilen devlet başkanının idam anı bir cep telefonunun kamerasından tüm dünyaya servis edilebiliyor. Hatta Çankaya Köşküne davet bile edilmeyen bir bayan bir anda “Hanımefendisi” oluveriyor o köşkün. İşte bu kadar çok alanda var bu “buharlaşma”. Dolayısıyla bu sözü, diyalektik yaklaşımı ve Heraklietos’un değişim yaklaşımını göz önünde tutarak meydana gelen bu devinimleri açıklamak – her ne kadar çok geniş bir yelpazesi olsa da - mümkündür.

yemre

30 Mayıs 2008 Cuma

Neyin farkindasiniz!

Bene bencilce yaklasim,
soze girmis bencilliktir.

Kalin kapakli cizgisiz defterler,
siz ne kadar anlayabilirsiniz ki
hayati sacmaliga binayen
yaziyorsunuz duygularinizi

Her askinsizliklariniz ile
oldurdugunuz geyik muhabbetiniz ile
bugun bir kadin daha,
bir cocuk daha
bir uretilmis daha tuketildi.

Neyin farkindasiniz!

LiberterKedi

29 Mayıs 2008 Perşembe

Zamansızlaşma

Zamansızlaşma,kum tanelerinin her aşağiya doğru kendini bırakması,bir nevi intihardı....onlar için her yalnız düşünüş,özgürlüğün sınırsızlaşmasının olabilirliğini keşfedişti...Yıkılmaların ardından,yığılmış fikirlerden yeniden bir doğuş mümkünmüydü...?

Damlaların her düştüğü noktada çıkardığı tınılar kulaklarını tımalıyordu...tek bir damladan oluşan zerreler tekrar eski hallerini alabileceklermiydi???Damla misali olmuş fikirlerim,düşüncelerim,yaşadıklarım her çarptıktan sonra parçalandığı noktanın etrafında yeni bir form alarak değişimin deviniminden etkileneceklermiydi zamanla????Beynimdeki çatışmalar yaralıyordu,birbirlerine acımıyorlardı ...olguların sorguculuğu her kafamı koyduğum yastığımın üstünde volta atıyorlardı fikirlerimin üzerinde...doğru,gerçek,fikir ne kadar özgürdü zamanın akıcılığında!!!Tiyatral bir eda ile çatışan düşünceler belkide bir dramın sonunu görüyordu son perde ama intihar eden kum taneleri peşlerinden o kadar çok ide'yi sürüklüyorduki farkında olamıyordum kimi zaman....

Zaman yığılıyordu varisli bacakları ağrılarını göçebe bir kavim gibi gezdiriyordu bedenimde....kum tanelerinin intiharları ile özgürlük empozesini yapabilecekmiydi hümanite üzerinde!!!Asimile edilmiş olgular yeniden bir vücuda bürüneceklermiydi...diriliş mümkünmüydü değişimin deviniminden yararlanmadan tabulaşmış idelerin...Dengesizleşmiş yaşamın sebebi bu değişim deviniminden etkilenmeden çıkmış bir yaşamı savunan idelermiydi...tabutlaştırmak değilmiydi yaşamı değişmeden,gelişmeden yaşamak...!!!!

Sebebi neydi acaba,kum tanelerinin intiharının.Hiç düşündünüz mü kaybedilen her kum tanesinin ardından kazanmamız gereken yada yaşantımıza katmamız gereken idelerin beynimizdeki yokluluğunu,istediniz mi değişimin devinimini yaşamak?

LiberterKedi

28 Mayıs 2008 Çarşamba

üçüncü meleğim

Nasıl bir duygudur bilemezsin sen.senden öncesi tanımsız senden sonrası anlamsız.ne kalbimde başkası ne umurumda.hayatımın en uzun süren umudusun.hayallerime ilham bedenime ve ruhuma sahip olan sen dudaklarımda iniltiler halinde nağmelere dönüşürken ben sokakların hoyratlığına müptela,sürükleniyorum her rüzgarda..yanmanın hislerime nasıl hal verdiğini bilsen…kendinden oldukça uzak bir güneşin en ıslak anlarda bile yakan sıcağına vurgun olmanın ne demek olduğunu da anlardın.İstanbul’a her gün yenilmenin nasıl bir haz verdiğinin farkında olmak aslında içimdeki İstanbul’un sultanına olan gurbetten başka bir şey değil...sisli gecelerde kıyıya çağıran ışık gibi,engin bir bozluğun orta yerindeki ıslak yeşil gibi..öyle taze ve canlı ki ölmesi gereken birçok şeyi bile hayatta tutuyor.temeli masumluk sonrası da ızdırapla varedilen bir iç dünya düşün.her nefes alışımda yeniden ölmemin mimarısın sen.ardında bıraktığın yıkılmışlığın da…çölde serap gören bir bedevi gibi her anda senin silüetini gördüm…sensiz defalarca yorgun düşen yüreğim ve bedenim yeniden senin kokunla dirildi.haykırmanın en büyük sessizliğini beni duymamanla tanıdım.her gün kendimden kaçmak aslında içimdeki sana boynu bükük birer ilticaydı…güneşin karanlığını seninle tanıdım…acıkan bir sokak kedisi gibi dolandım durdum kapılarda senden bir iz bulmak için…damgalarını silmek çok zor göğsümden…yerlerde ve göklerde yankılanıp dururken acımın cırtlaklığı sen acımazsızlığın tok sesliliğiyle dik heryere ruhsuzluğunun heykelini…sen başka bir yürekte mutlu olmanın gururuyla yaşadığını zannederken ben seni sevmenin gurursuzluğunda boğuluyorum..perişanlığımın resmini çizecek bir ressam bulmak için çıktığım her arayış suratıma inen birer tokat gibiydi…sen! küçük meleğim aslında seni ne kadar büyütmüşüm ki içime sığmayıp heryerini sarıverdin,en güzel anları bitiverirken bahçesindeki güzel çiçekleri solmaya yüz tutmuş sarayımın.büyük bir yüreğin herkese verilmediğinin resmisin.ne olur gözümün önünden hiç gitmeyen meleğim karşıma çıkma..çıkma ki şeytan yüzünü gören masumiyetim bende başka bir sen yaratmasın.çünkü bendeki seni öldürmene izin veremem...gel demek geliyor içimden ne olursa olsun yeter ki gel gayri gel ki daha fazla tükenmeye kalmadı takatim…kendime acıyorum artık o koca sevgisizliğini göremeyecek kadar kör olduğum için.nedir bilmiyorum..kalbimin bütün kapılarını sana açık başkasına kapalı tutan.ne seni film şeridi gibi gözümün önünden geçecek anılarla ne de bana sevgiyle baktığın bakışlarla hatırlayamıyorum çünkü bunları yaşayamayacak kadar büyüktü aşkım..haykırıyorum işte haykırıyorum seni hala çok seviyorum..

Haliçte savurur gemiler dumanın semaya,
Hergün;
Puslu bir pencereden bakıyorum özlenen simaya,
Hergün.

Yazar : yemre

18 Mayıs 2008 Pazar

Saç(ma)yaptı

Yarına düşen bir sanrının yanılsaması...

Üç kişilikli bir adam neresinde hayatının acaba. Dünden kopmuş, bugünü bitirmiş, yarına imgeler kuran edası ile. Ürkünç bir yaşamın ardındaki o eşsiz doku. Dokuya bağladığı umutları sarmış dört bir tarafını, onu ümide düşürerek...kötülük ve hiçlik arasındaki ince urgan, gönül telindeki kaos ezgsi belkide onu gerçeğe itiyordu uyanması için uykusundan... Bacaklarında ki o ruhu gıdıklayan vücuduna yayılan eşsiz ve bir okadarda mistik olan o üperiş fısıldıyor-Hadi uyanda gel artık terkettiğin kabuğuna-diyerek bir sanrıdan onu koparmaya çalışıyor...

Gerçek ne?

Acı mı,

Duygu mu?

Bilinmezin elçilerinin getirdiği bu sorun dünyanın en eski sorunu...

İyi uykular

Uykusuzluk bu olsa gerek. Damarlarında ki adrenalinin beynnde canlandırdığı sıkıntıların ondaki sende bıraktığı iz. İz olan sen mi, o mu?

Ne, niçin, neden sorun fırtınasındaki nihilistik eda ile yalnızlık, belki de onu azad etmeni vurgulamasıyla bir hiç olmanı sağlayacak. Ondaki sen bir hiç, hiçe dair borges'in karalamalarındaki imgelersin sen unutma. Ve kabuklaştırdığın fikirlerini çıkarttığın için suçlusun bil!

İyi uykular...

Sanatçı ve Dünya Sorunsalına Dair...

"Yeni değerler bulanların çevresinde döner dünya: sessizce döner."

Ama içerisinde kopardığı fırtınalar ile isyanını sembolleştirir aslında bu sakin duruşu ile. Yalan söyleyemeyen sanat yapamaz unutma! Çünkü kabul etmese de düşüncesizler; "gerçekleri anlatmak için yalanı kullanır her sanatçı biliniz!".

Her şey yıkılır, her şey biter, sonrasın da döner varolabilme ve varolana dair anlayabilme sorunsalı başlar. Her şey ölse de sembollere dair, ölene bağlı olarak yeni olgular oluşacaktır. Yaşanılabilecekler için çiçeklenip ardından, sorunsuzca ilerleyecektir fikirlerin sembolik versiyonları. Varlık düşkünleri, iktidardakiler ise farkında değiller ağaçların budanmalarına rağmen her baharda ki gerçekleşen tomurcuklanmalarının...

Buna bağlı olarak gözardı edilse de ağaçlar(Sanatçılar), bu yüksek dağda yalnız duruyor en dipte sorun etmeden vaziyetlerini. Ve boyları, insanlar ve hayvanları aşsada konuşmuyorlar hiç bir zaman. Eğer konuşmak isteselerdi, onları anlayacak kimse de bulunmazdı, gerçeklerini görebilecek. Kanıtı da üretimlerine, sembollerine dair vurulan sansür darbeleri ile hiç bitmek bilmeyen "dünya sorunsalı "olsa gerek.

Onlar şimdi gölgelendiriyorlar dünyayı, parıltıdan uzakta gerçekleri görebilmemiz için, o kadar boyutlandırmışlar ki idelerini, bir değil bir çok pencereden açılmamızı sağlıyor dünyaya sanat ile...
Sanatçı tepkisini kalemiyle, kelimesiyle, kiliyle, notasıyla sembolikleştiriyor dünya sorunsalı için. Ama dünya ne yapıyor?

Bekliyor!

Neyi bekliyor dünya?

O, bulutlara yakın bulunuyor, kurtarabilecekken kendini; galiba ilk yıldırımı bekliyor diğerleri için varolabilme sorunsalının çözümüne ulaşabilme ümidi için!

4 Mayıs 2008 Pazar

Hiçlik Sonrası Bir Kargaşa.

Hiçlik sonrasıbir kargaşa.
Bir hiçlik ardından gelen kaos
Sonrasında görünen tek şey
Bir Hiç

Kum gözlerime kaçtı,
ve peşi sıra sulandı
gözlerim.
Yaktı yüreğime
düşen bu kargaşa
beni.

Yüzümü gösteremem,
İnsan olunca gelirim,
diyen ses; ne anlatmak
istiyordu bana,
kestiremedim.

Güneşin pencereme
şavkıdığı zamanlarda,
her sabah ile yeni bir
güne başlarken, ki
Güneş bile; oraya ne zaman,
niçin, nasıl çıktığını bilmezken?
Galiba sorunsuz, sorgusuz
askıntıydı sadece orada.

Görevlenmiş ve hizmetine
düşkündü güneş.
Gülümsese de her sabah olmadı.
Dudağı aralanmadı,
bişey demedi son demde
Neden suskundu bilinmiyordu.
Acaba yokluğumu, yoksa onda ki
hiçliğimi onu
susturuyordu böyle.

2 Mayıs 2008 Cuma

Güz mevsimi ile güzelleşen aşk!

Güz mevsimi ile güzelleştirilmiş
iki ısırgan otu,
çitlerin engellemelerine ragmen
acıların arasında ormanda yürümekteler.
Bu onlar icin başlangıcın bir zaferiydi.
Ama ne alkış isteyerek,
ne de birilerinin sırt sıvazlanmasına ihtiyac duymadan
yaşanan bir duyguydu bu!
Sözcükler köklerinden, ta derinlerinden ayrılınca
sıg bir hal aliyordu.
Bu aşki anlatmak icin yetmiyordu
betimlemeler.
Ve sonrasi olmayan bir yolculugun
duragina geliyorlardi her seferinde.
Ve tek bildikleri ise;
Her özne yüklemine
boyun eysede yasanilan
en güzel duyguydu aşk.

LiberterKedi

Güz mevsimi ile güzelleşen aşk!

Güz mevsimi ile güzelleştirilmiş
iki ısırgan otu,
çitlerin engellemelerine ragmen
acıların arasında ormanda yürümekteler.
Bu onlar icin başlangıcın bir zaferiydi.
Ama ne alkış isteyerek,
ne de birilerinin sırt sıvazlanmasına ihtiyac duymadan
yaşanan bir duyguydu bu!
Sözcükler köklerinden, ta derinlerinden ayrılınca
sıg bir hal aliyordu.
Bu aşki anlatmak icin yetmiyordu
betimlemeler.
Ve sonrasi olmayan bir yolculugun
duragina geliyorlardi her seferinde.
Ve tek bildikleri ise;
Her özne yüklemine
boyun eysede yasanilan
en güzel duyguydu aşk.

LiberterKedi

30 Nisan 2008 Çarşamba

Fayton

O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey,
incecik melankolisiymiş yalnızlığının,
intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam
caddelerinden ölümler aşkı pera' nın

Esrikmiş herhalde bahçe bahçe çiçekleri olan ablam
çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş
tüllere sarılmış mor bir karadağ tabancasıyla
zakkum fotoğrafları varmış
cezayir menekşeleri camekânda

Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem
intihar karası bir faytonun ağışı
göğe atlarıyla birlikte
cezayir menekşelerini seçip satın alışından
olabilir mi ablamın.

Ece AYHAN

11 Nisan 2008 Cuma

...ölmek...

ölümün manasizcasi, hiclik...mana icereni ise sensizlik!


Ama anlayabilene!

10 Nisan 2008 Perşembe

Kontes

Nasıl bir duygudur bilemezsin sen, senden öncesi tanımsız, senden sonrası anlamsız. Ne kalbimde başkası, ne umurumda. Hayatımın en uzun süren umudusun, hayallerime ilham bedenime ve ruhuma sahip olan sen. Dudaklarımda iniltiler halinde nağmelere dönüşürken ben sokakların hoyratlığına müptela, sürükleniyorum her rüzgarda. Yanmanın hislerime nasıl hal verdiğini bilsen kendinden oldukça uzak bir güneşin en ıslak anlarda bile yakan sıcağına vurgun olmanın ne demek olduğunu da anlardın. İstanbul’ a her gün yenilmenin nasıl bir haz verdiğinin farkında olmak aslında içimdeki İstanbul’un sultanına olan gurbetten başka bir şey değil…

Sisli gecelerde kıyıya çağıran ışık gibi, engin bir bozluğun orta yerindeki ıslak yeşil gibi…öyle taze ve canlı ki, ölmesi gereken birçok şeyi bile hayatta tutuyor..Temeli masumluk sonrası da ızdırapla varedilen bir iç dünya düşün. Her nefes alışında yeniden ölmenin mimarısın sen. Ardında bıraktığın yıkılmışlığın da…çölde serap gören bir bedevi gibi her anda senin silüetini gördüm…sensiz defalarca yorgun düşen yüreğim ve bedenim yeniden senin kokunla dirildi..haykırmanın en büyük sessizliğini beni duymamanla tanıdım..her gün kendimden kaçmak aslında içimdeki sana boynu bükük birer ilticaydı…güneşin karanlığını seninle tanıdım…acıkan bir sokak kedisi gibi dolandım durdum kapılarda senden bir iz bulmak için…damgalarını silmek çok zor göğsümden…yerlerde ve göklerde yankılanıp dururken acımın cırtlaklığı sen acımazsızlığın tok sessliliğiyle dik heryere ruhsuzluğunun heykelini…sen başka bir yürekte mutlu olmanın gururuyla yaşadığını zannederken ben seni sevmenin gurursuzluğunda boğuluyorum..perişanlığımın resmini çizecek bir ressam bulmak için çıktığım her arayış suratıma inen birer tokat gibiydi…

Sen:küçük meleğim aslında seni ne kadar büyütmüşü ki içime sığmayıp heryerini sarıverdin,en güzel anları bitiverirken bahçesindeki güzel çiçekleri solmaya yüz tutmuş sarayın.büyük bir yüreğin herkese verilmediğinin resmisin sevdiğim..ne olur gözümün önünden hiç gitmeyen meleğim karşıma çıkma..çıkma ki şeytan yüzünü gören masumiyetim bende başka bir sen yaratmasın…çünkü sen bir tanesin ve özelsin ben dahi başka bir seni kabullenemem.gel demek geliyor içimden ne olursa olsun yeter ki gel gayri gel ki daha fazla tükenmeye kalmadı takatim…kendime acıyorum artık o koca sevgisizliğini göremeyecek kadar gör olduğum için.nedir bilmiyorum..kalbimin bütün kapılarını sana açık başkasına kapalı tutan.ne seni film şeridi gibi gözümün önünden geçecek anılarla ne de bana sevgiyle baktığın bakışlarla hatırlayamıyorum çünkü bunları yaşayamayacak kadar büyüktü aşkım..haykırıyorum işte haykırıyorum seni hala çok seviyorum..unutamıyorum ve kalbimi avutamıyorum zalim meleğim..mutluluk uğramadı hiç semtime arka sokakları hep gözyaşı ve acı kokan semtime. Yetimleri bir avuç sevgiye muhtaç bir köyün yıkık evi gibi kalakalan bu yüreğin semtine..

Yazar : kewel17( kont)