6 Ağustos 2008 Çarşamba

Retorik - Aristoteles

Retorik ve Poetika' nın, birbirine koşut çizgilerde ilerleyen ya da birbirini tamamlayan yapıtlar olduğu pek düşünülemez. Ele alındıkları düşünce tarzına bağlı olarak, karşılıklı ilişkiler içinde olabilirler de, olmayabilirler de.

Aristoteles, kendisinden sonra gelen kuşaklar boyunca, her iki alanda da bir yetke olacaktı; adı ve saygınlığı, iki konuyu bir arada götürmekte rol oynayacaktı. Bunun bir nedeni, şiirin, Retorik' te tanımlayıcı, betimleyici bir gereç kaynağı olarak Aristoteles’ in işine yarıyor olmasıdır – onun, tragedya konuşmalarından bu kadar çok sayıda eşsiz kanıt çıkarmış olması dikkat çekicidir. Yine de, başlangıçta, hitabet ile şiir arasındaki koşutluklara değil, retorik ve diyalektik kanıtlama arasındaki koşutluklara ilgi duyuyordu.

Poetika’ yı oluştururken amacı üstün yazınsal örnekler için standartlar oluşturmaktı; Retorik’ te ise böyle bir iddiası yoktur. Doğru, Lysias’ ın, Demosthenes’ in söylevleri, Homeros, Sophokles ve Platon ile aynı düzeyde sayılmasa bile, Yunan yazınının herkesçe kabul edilen başyapıtları arasında yer alır; Aristoteles’in zamanında bile bunlar “okunur”du. Burke’ ün ve Fransız ihtilalinin hatiplerinin konuşmalarının, Cobden ve Bright, Webster ve Lincoln, Gladstone ve Churchill’ in belagatlerinin kendi ülkelerinin yazınında bir yerleri olduğu savı da doğrudur. Ama, bunun öyle saygın bir sav olup olmadığı sorunu bir yana, konuşmacının kendisinin her şeyden önce kendisini dinleyen çağdaşlarıyla ilgilendiğini rahatça anlayan kimselerin hayranlığını kazanmak için yazılmış değil de, özgül ve pratik bir amaç için tasarlanmış, bir dinleyici kitlesi önünde yapılmış, bir şeyi tanıtlayacağı, bir şeye inandıracağı düşünülmüş bir konuşmayı canlandırıyor gözünde. Eşyanın tabiatı içinde bundan başka türlüsü de olamazdı. Ama konuşmanın ve şiirin birtakım ortak özellikler taşıması da eşyanın tabiatındandır. Aristoteles’in er ya da geç bunların farkına varacağı kesindi. Poetika’ da, tamamlanmış yapıtın bazı yönlerini diğerlerinden ayırırken, bunların, ancak küçük bir yoruma gereksinimi olduğunun farkına varır, çünkü bunların bütünüyle tartışılması Retorik’ in bazı bölümlerinin tekrarlanması anlamına gelecekti bu bölümlerim önce yazılmış olup olmadıkları o kadar önemli değil: aslında Poetika’nın mı yoksa Retorik’in mi ilk yapıt olduğu sorunu neredeyse anlamsız bir şeydir, çünkü her ikisi de yıllar içinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Düşünce, tragedyanın “niteleyici parçaları”ndan biridir ve “retoriksel” poetik düşüncenin, Euripides’ in zamanından beri nasıl oluştuğunu anımsamak önemlidir. Güneşin altında tartışılmayan bir şey yoktur; öyle çok sayıda kanıtlar ve karşı - kanıtlar vardır ki, dikkatle hazırlanmış konuşmalara dağılmış büyük ve küçük ağırlıkta düşüncelerin, çoğu kez ilgiyi, oyunun merkezindeki düşünceden saptırması kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada Aristoteles, önceliği retoriğe tanımakla, şiirin kendisinin ardından gitmiş oluyor. Hem konuşmalarda coşkuları uyandırmak, hem de olay dizisinde bunları betimlemek için kendi Retorik’ ine başvurmakla bir adım ileri atmış oluyor. Ama aynı zamanda, tarih de onu onaylamaktadır; çünkü hatipler, şairler, filozoflar, politik düşünürler ve “insanın doğası” üzerine çalışanlar Retorik’ in ikinci kitabındaki tutkular üzerine olan bölümlere, yüzlerce yıl hep aynı şekilde, konunun klasik ele alınışı olarak bakmıştır.

Bir başka ilgi çakışması alanı, biçemdir;

Aristoteles’ in, ilk hatiplerin, şairlerin başarılarının, kullandıkları dilin güzelliğine ve inceliğine ne derece bağlı olduğunu fark ettikleri için şiirsel ifadeyi etkilediklerine değin kurnaz gözleminde bir hakikat zerreciğinden daha fazla bir şey vardır. Aristoteles, Poetika’ da biraz taslak halindeki biçem tartışmasında bırakılan boşlukların, Retorik’ te sunulan daha ayrıntılı çözümlemeye başvurularak doldurulması gerektiğini açıkça söylemiyor. Ne de, Poetika’ da karakter üzerinde dururken, yaşlıların ve gençlerin, zenginlerin ve yoksulların ayırıcı karakter çizgileriyle ilgili -aynı zamanda sevgi dolu ve tarafsız, etkileyici olduğu kadar eksiksiz- kısa tanımlamalar veren öteki yapıtı anımsatıyor bize. Bununla birlikte, kendinden sonra gelen kuşaklar bir anımsatıcıya gereksinme duymadı: yüzlerce yıl, şiirsel ifade tartışmalarına, Aristoteles’ in Retorik’ te kurmuş olduğu iyi ve kötü biçem ölçütleri egemen olmuştur; karakter taslaklarına gelince, bunları Horatius’ ta bile, Retorik’ ten Poetika’ ya, tümüyle aktarılmış olarak buluyoruz. Ayrıca bu örneklerde olanlar başkalarında da olmuştur; daha sonra şiir üzerine yazan yazarlar, Retorik’ i, Aristoteles’ in Poetika’ sının temelleri üzerinde sapasağlam durmakla birlikte, diğer kısımlarında birçok dolguya gereksinim olan kendi yapıları için taş sağlayan bir ocak olarak kullanmışlardır. Yine de, Aristoteles ile Aristotelesçi gelenek arasında bir ayrım yapmamız, zaten kendisinin de iki konuyu birbirinden tamamen farklı çizgiler üzerinde kurduğunu görmemiz gerekmektedir. Retorik ve şiir Aristoteles’ in kafasında ilişkili idiyse, bu, bizim şiirin eski saygınlığına kavuşturulmasından söz ederken dokunduğumuz nedenden dolayı olabilirdi. İnsan etkinliğinin, amaçları yükseğe -felsefeyle yarışacak kadar yükseğe- çıkarılmış iki biçimden söz ediyoruz burada.

Retoriğin, mümkünse, eski saygınlığına kavuşturulması gereksinimi şiirinkinden daha da büyüktü; Aristoteles de bu incelemesinde bu konuyu gerçekten yeniden biçimlendiriyor ve felsefi olarak saygın bir konuma kavuşturuyor. Ve Aristoteles Poetika’ da, şiirin, şeylerin düzeninde insanın yeri ve durumu hakkındaki hakikati açıklama savını nasıl önemli bulmuyorsa, onun Retorik’ i de, retorik hocalarının, çok yönlü bir eğitim sağlama ve en yüksek tipten insan biçimlendirme gibi aldatmacalarını önemsemiyor. Ne retorik ne de şiir, felsefeye bir seçenek olarak kabul edilemezdi artık; ama biri olduğu kadar diğer ide, felsefi kuralları ve koyutları kabul ettiği ya da onlara uyduğu ölçüde, alçakgönüllü bir yer tutabilir ve değerli bir şeyler başarabilirdi.

Felsefe, bir süre, retorikle herhangi bir alışverişi kabul etmemişti. Platon, retoriği -"bu inandırma ustası”nı-, onu uygulayanlar, hakikat bilgisine ya da saygısına sahip olmaksızın inandırma yollarını aradıkları için, reddetmişti. Kendi üstünlüğünü kurmaya çalışırken kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan hatip, iktidar arzusunun kölesidir ve tamamen sahte değerler düzeni içinde iş görür. Eğer şiir ideal devletten kovulmuşsa, retorik de bu sürgünden payını almalıdır; aslında onun durumu daha da kötüdür. Bununla birlikte, ta başlangıçtan beri -retorikte bu daha az açıklıkta kavranabilir gibiyse de- her ikisinin de iyi davranış göstermeleri halinde eski durumlarını kazanabileceklerinin belirtileri de vardır. Reformu gerektirir bu ve felsefenin kendisi bu konuda yolu açacak demektir. Bir kinik, felsefenin bunu yapabilmesi için, kendisinin reforma gereksinimi olduğu yorumunu yapabilir; ne olursa olsun, temelini değilse bile alanını mutlaka genişletmesi gerekecekti; hoşgörüyü tanımayan katılığını gevşetmesi ve biçimler ülkesinden dünyanın gerçeklerine inme yolunu bulması gerekecekti. Böyle bir gelişme, Platon’un daha sonraki felsefesinde gerçekten görülür; retoriği ve onun temsil ettiği şeyi toptan suçlayan Gorgias’ tan -çok daha genç bir diyalog olan- Phaidros’ a gelen okuyucu, sıradan retorik uygulamalarının bir başka suçlamasıyla, gerçek felsefi retorik için ayrıntılı bir tasarıyı yan yana görünce şaşıracaktır. Bunun nedenini açıklayan yeni düşünce, Platon’un “ruhların biçimleri”ni tanımasıdır. Daha az felsefi bir dille bunlara kişilik tipleri diyebiliriz. Her ruh “şekli”nde ruhun farklı bir parçası egemendir, bu da bazı kişilerin bir coşkunun, diğerlerininse başka bir coşkunun etkisi altında olması demektir. Platon’ un felsefesi ve diyalektiği bu coşkusal arzularla ilgilenme tenezzülünü göstermezdi; bunlar, insana akıllı bir varlık olarak yönelir. İşte retoriğin, felsefenin işini tamamlayarak ona değerli bir yardımda bulunacağı yer burasıdır. Eğer ruhun farklı “biçimleri”ni inceliyorsa ve bunları bireylerde tanıma noktasına geliyorsa, felsefi kanıtın farklı türden insanlara nasıl uydurulacağını bilmesi de gerekecektir. Çünkü gerçekten de bu haliyle kanıt, işlem yöntemi ve hakikate doğru gidiş yolu -dinleyiciye bakmaksızın- ancak bir tek şey olabilir. Bu temel noktada retoriğin felsefeden sapmasına izin verilmez.

Platon’ un burada zihninde canlandırdığı türden retorik, ancak kendi okulunun bir üyesi tarafından ortaya çıkarılabilirdi. Bu görevi yüklenen, Aristoteles oldu. Elimizdeki eskil tanıklığın gösterdiğine göre, onun retorik üzerine ilk dersleri Platon’ un yaşadığı sırada verilmişti. Yani Aristoteles kendini hala Akademinin bir üyesi saydığı sırada. Bu kurs profesyonel konuşma hocalarına bir meydan okumaydı; daha özel olarak da, retorik sanatını hem daha esnek hem de ayrıntılı hale getirmiş olan ve retorik eğitimine liberal eğitimin eşanlamlısı olarak, aynı zamanda görkemli politik kariyere bir giriş belgesi olarak bakan, Atina okulunun ünlü lideri İsokrates’ in yüzüne çarpılmış bir eldivendi. Aristoteles’ in Retorik’ inin açılış bölümü bu ilk kurslara kadar gidiyor olmalı: orada hemen, günün geçerli sistemlerine karşı bir saldırıya girişir, onların bir tartışma öğretisi yaratmamış olmalarını ve bütün dikkatlerini coşkusal çekicilik üzerine toplamalarını kınar: Modaya uygun -belki de çoğu kez başarılı oyunlara, hilelere karşı, Platon’un bir methiye sanatı ya da ne pahasına olursa olsun “inandırma ustası” olarak retoriğe karşı polemiğinden aynı aşağılamayı hoşgörüyü gösterir.

O zaman Aristoteles’in felsefi retoriğinin, profesyonel okullarda öğretilen inandırma ve başarı sanatına üstünlüğü nerededir?

Onun sistemini daha felsefi, daha bilimsel ve daha eksiksiz yapan şey nedir?

Coşkularla ilgili bölümlere dönüp bakarsak, Aristoteles’ in, uygulamadaki önemli serbestliğine karşın, Platon’un isteğini yerine getirdiğini görebiliriz. Ruhların Biçimlerini ayırt etmez kendi tasarımında pek anlamı olmayacaktı bunun; bunun yerine, her coşkuyu incelerken, her şeyden önce, bu coşkunun hangi koşullar altında uyanabileceğini, ne tür kişilerin buna uygun olduğunu gösteren, kesin ve dikkatle seçilmiş sözcüklerle dile getirilen bir tanımla başlar. Bu coşkuların oluşmasıyla ilgili daha özgül ifadeler, bir tür ilk ilke ya da temel öncül olarak iş gören başlangıçtaki bu tanımdan çıkarılır. İyi bir bilimsel yöntemdir bu; böyle bir bilgiyle donanan konuşmacı, belli bir durumu değerlendirebilecek ve hangi tutkunun uyandırılabileceğine karar verebilecektir. Daha önceki retorik hocaları ise öğrencilerine şöyle diyordu:

Eğer sizi dinleyenlerde acıma uyandırmak istiyorsanız, bu amaçla benim hazırlamış olduğum ve burada ezberlemeniz için size aktaracağım hazır cümlelerden seçebilir ya da bazılarını birleştirebilirsiniz.

Bundan daha felsefi olanı, yeni retoriksel kanıt öğretisidir. Aristoteles’ten önce hiç kimse, bu öğretiyi tasımlara dayandırmayı aklından geçirmemiştir, çok basit bir nedenden dolayı: tasım henüz bulunmamıştı çünkü. Aristoteles’in bile onu bulabilmesi, bu demek Platoncu Formlar arasında bulduğu ilişkilerden geliştirebilmesi için zaman geçmesi gerekti. Önceleri Yunanca “tasım” sözcüğü kabaca, hiç de teknik olmayan bir anlamda kullanılıyordu: “olguları kanıtla bir araya getirme” anlamında. Aristoteles’le birlikte sözcük yavaş yavaş çok teknik bir anlam kazanır; yine de Retorik’te, günün birinde açıklayacağı tasımsal usavurmanın geçerli üç formundan habersiz olarak, retoriksel kanıt ile tasım arasındaki koşutluğun üzerinde durur sık sık. Örnekse, İkinci Kitabın sonunda o kadar önem kazanan “sıradan sözler”den çıkarılan kanıtlar, tasım şekillerine ve onların geçerliliğini sağlayan mantıksal anlayışlara değgin bir bilgiyi hiç de gerektirmemektedir. Sıradan kanıtlardan herhangi birini, örneğin, “eğer tanrılar bile her şeyi bilmiyorsa, insanlar haydi haydi bilemez”i alalım. Burada ne büyük ne küçük bir önerme, ne de bu terimler arasındaki alışılmış ilişkiye benzer bir yapı vardır. Emin olmak için, “babasını döven, komşusunu da döver” büyük önermesi verilip, buna “X komşusunu döver” sonucunda bir araya getirilerek, Aristoteles’in aynı sıradan söz için verdiği bir başka betimleme, kolaylıkla bir alışılmış tasım şekline getirilebilirdi -ama bu noktada Aristoteles’in aklında olan şey bu değildir. Aristoteles tasım şekilleri konusunda o büyük buluşunu yaptıktan sonra, öğrencilerinden bazıları, sıradan kanıtları bu şekillere “ayrıştırmak”la uğraşmaya başladı. Bunların girişimleri ustanın onayını da almış olabilir; ama o, Retorik’in sıradan kanıtlarını teknik bakımdan doğru tasımlara yeniden şekillendirme gereksinimini hiçbir zaman duymadı. Bu “sıradan sözlerin” yardımıyla inanılır, akla uygun kanıtlar oluşturulması ve retorisyenin usavuruşunun bunlara uydurularak yöntem ve yapı kazanması yeterlidir. Aristoteles ara sıra eski bir hocanın “tüm sistemi”nin kendi sıradan sözlerinin birine denk düştüğüne işaret ediyorsa da, altta yatan düşünceyi -biçimsel ilke ya da buna verilebilecek başka bir ad- soyutlanıp ortaya çıkarmış olma onuruna sahip çıkabilir. Ondan öncekilerin yaptığı, öğrencilerine, en azından Aristoteles’in önerdiği gibi –hepsi de aynı tipten- çok sayıda kanıt vermekti, ama bunları soyutlama ya da bu tipi formüle etme gücünü göstermiyorlardı. Pratik ayrıntılar üzerine çıkmayı beceremeyen kaba retorisyenle, birçok kişisel örneğe biçim ve ilke aramayı Platon’un okulundan öğrenmiş, felsefi eğitimi olan bir insan arasındaki fark burada yatmaktadır.

Aristoteles’in bazı geleneksel “delil” türlerini incelediği ve her birini kendi tasımlarıyla karşılaştırarak geçerliliğini araştırdığı öteki bölümlerde durum bundan farklıdır. Burada, tam olgunlaşmış tasım şekilleri kuramı gereklidir. “Bir insanın ateşi olması onun hasta olduğunun belirtisidir” geçerli bir kanıttır, çünkü ilk şekilde “ateşi olan biri hastadır” büyük önermesi, “X’in ateşi var” küçük önermesi ve “X hastadır” sonucu ile doğru bir tasım şekline sokulabilir. Öte yandan, “Sokrates dürüsttür” ve “Sokrates akıllıdır” gibi iki öncülden, akıllı insanlar dürüsttür sonucuna varmak, inandırıcı olmayacaktır, çünkü bir tasım kuramı, özne olarak aynı terime -bu örnekte Sokrates- sahip iki olumlu öncülün, doğru bir sonuç içinde birleştirilemeyeceğini gösteriyor.

Yine öteki bölümlerde de, her biri bir tür konuşmada egemen olan üç temel değer: amaca uygunluk yararlılık, iyilik, soyluluk ya da güzellik ve adalet üzerine ilk öncüller sıralanıyor, çünkü politik söylevci öğütlediği eylem gidişinin amaca uygun olduğunu kanıtlamak, methiyeci övmek istediği herhangi bir şeyin soyluluğunu, adli konuşmacıysa belli bir eylemin gidişinin haklılığını ya da haksızlığını kabul ettirmek zorundadır. Örneğin, politik söylevci, barış yandaşı ve savaş düşmanı olarak konuşuyorsa, “iyi, sırf kendisi adına seçilen şeydir” öncülü ile başlayıp, barışıp sırf kendi adına seçildiğini oysa savaşın, olsa olsa, onun sonucu ortaya çıkacak iktidar ya da gelir gibi şeyler yüzünden seçildiğini göstererek devam edebilir. Bu şekilde, barışın iyi olduğunu kabul ettirebilir. Ya da, daha gerçekçi bir kanıt kullanmayı yeğlerse, “iyi, zıttı düşmana uygun düşen şeydir” gibi bir öncül seçebilir, daha önceki durumda savaşın karşı taraf için bir nimet, bir iyilik olacağı düşüncesini açıklayabilir. Aristoteles bu öncülleri, kanıtlama biliminin “ilk ilkeleri”yle karşılaştırır. Kastettiği şey, bir matematikçinin, diyelim bir eşkenar üçgenin açıları üzerine bir önerme ile başlayıp, söz konusu olduğunu göstermekle devam etmesidir. Aristoteles’e göre, barış lehine ortaya kanıtlar koyan konuşmacı, temelde matematikçiyle aynı yolu izler.

Ama bir mecliste ya da bir jüri önünde, bir konuşmacının böyle kesin ve mantıklı bir biçimde ilerlemesi gerçekten zorunlu mudur? Aristoteles bunu ileri sürmez. Kanıtların mantıksal yapısına derinden ilgi duymasına karşın, Retorik’inde yine de, biçimsel mantık üzerine incelemesinde yanlış ve etkisiz diye nitelediği usavurma tarzlarına izin verir. Hatibin, bilgiç bir tavırla kurama uyarak yani önce bir öncülü, daha sonra ötekini bildirip bundan sonra da ciddi ciddi sonuca doğru ilerleyerek dinleyicisini sıkmasını da istemez. Bir kanıtın sunuluşu onun mantıksal formunun göz önüne serilmesini gerektirmez. Aristoteles’in, öncülleri o kadar özen ve dikkatle topladığı bölümler bile sonunda yalnızca, hatibin olgularını şekillendirmesine ve düzenlemesine şu ya da bu şekilde yardım edebilecek genel olarak faydalı düşüncelerin bir bir sayımı gibi bir iş görebilir. Bu da, bir tasımın bir parçası olarak öncülün ilk anlamının gözden kaybolması demektir.

Aristoteles bu türlü kullanışlı öncülleri aramaktan usanmayan biri olmalıydı. Ana değerlerle -iyi, güzel ve haklı- ilgili olanların yanında başka öncül takımları da sağlar: bunlarla, bir şeyin olanaklı olduğu, olmuş olduğu ya da olabileceği, iyi ve uygun iki eylem seyrinden birinin daha iyi olduğu, iki suçtan birinin ötekinden daha kötü olduğu kanıtlanabilir. Aynı zamanda, her biri uygun biçimde tanımlanmış, iyi ya da uygun olan bir özel şeyler listesi çıkarır; bir politik hatibin iyi bilmesi gereken ana konuları sıralar; suçların türlerine, nedenlerine, koşullarına girer. Gerçekten de, adli hitabet alanında, eksik bir şey bırakmama arzusu sınır tanımaz. Adaletsizlik yapabilecek ya da adaletsizlikten etkilenebilecek kimselerin tam bir listesini yapmakla kalmaz: aynı zamanda yasa ve hakkaniyet üzerine konuşur; suça dürtü sorununa geldiğindeyse, insani eylemlerin nedenlerinin tam bir araştırmasında herhangi bir noksanlığın olmasına dayanamaz.

Toplam yedi neden vardır, ve liste dış zorunluluk, rastlantı, karakter, alışkanlık, tahmin ve tepi gibi birbirinden farklı maddeleri içerir. Ama bu liste yine de tüm ilgili nedenler konusunu kapsamaya yetmeyebilir; ek etmenlerin dikkate alınması gerekebilir. Aristoteles, insani eylemler kalıbına nasıl yansıdıklarını anlamak için, gençlikle yaşlılık arasındaki farklılıkları, ekonomik durum farklılıklarını incelemenin yardımcı olup olamayacağını düşünür. Fakat neyse ki bu konular incelemenin bir başka kısmında “konuşmacının karakteri” başlığı altında ele alınır; nedenler üzerine olan bölümün bunlarla karıştırılmasına gerek yoktur. Ama böyle olsa bile, insani eylemlerin daha başka bir nedeni ele alınıp en ayrıntılı bir biçimde gözden geçirilmeden bir sona ulaşamaz. Bu güdülenim zevktir. Aristoteles’in zevkin nedenlerini ve amaçlarını açıklamasıysa, nerdeyse kendi başına bir tezdir; en geniş imgelemin mahkemelerdeki davalarla ilgili olarak düşünebileceği şeyin bile çok ötesine uzanır.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor; Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor.

Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’ daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur.

Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor?

Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi?


Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor;

Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor. Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor; bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur. Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor? Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi? Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Hiç kuşkusuz, Retorik’te felsefenin izinin hafif olduğu yerler var – gerçekten o kadar hafif ki, insan hiç hissetmiyor. Aristoteles’in zamanına kadar, çok az deneyimli bir hatip bile bilirdi ki, işkence altında alınan ifadeler davasını destekliyorsa, hakikati ortaya çıkarmanın bundan daha güvenli bir yolu olmadığına direterek sonuna kadar üzerinde durması gerekirdi bunun; oysa buna karşıt bir davada, talihsiz kimselerin, acılarına bir son vermek için her şeyi söyleyebileceğini ileri sürerek, böyle ifadelerin adı kötüye çıkmış güvensizliği üzerinde durması gerekecekti ama daha başka durumlarda bazılarının işkence altında bile hayatlarını devam ettikleri de vurgulanabilir). Aristoteles’ ten önceki son üç kuşaktan uygulamacıların, onun “teknik olmayan tanıtlar” adını verdiği şeyle -bu demek yasalar, tanıklar, anlaşmalar, işkenceler ve yeminler- ilgili geliştirmiş olduğu yöntemler bunlardır. Bu “tanıtlar” hâlâ önemli iseler de, kanıt ve akla uygun tanıt bunların yerini almada önce olduğu gibi, bir yasal davada, daha çok kendiliğinden bir tarzda karar vermede etkili olamıyorlar artık. Aristoteles’in dediği gibi, bu tanıtlar “bulunmak” değil, “kullanılmak” zorundadır. Filozof ise, kendi fikirlerini, hatta biraz daha geniş perspektifleri ileri sürmekten bütünüyle vazgeçmiyorsa da, genelde, uzmanların kendi çıkarları için “kullandıkları” eskiden beri kullanılan düzenleri -ticaret oyunları dememek için- onaylamaktan biraz daha az şey yapıyor.

Filozofun hemen hemen gölgede bıraktığı, pratikle ilişkinin bir kez daha çok yakın olduğu bir başka bölüm, Üçüncü Kitabın ikinci bölümüdür. Retorik hocaları öğrencilerine, bir süre, “konuşmanın çeşitli bölümleri”nde ne söyleyeceğini öğretirlerdi: (giriş, anlatı, tanıtlar vb.); onlara, konuşmalarının başında dinleyicilerinin iltifatını kazanma, davaya ait olguları inandırıcı bir biçimde ileri sürme, rakibin kanıtlarını karşılama, onun iltifatlarını boşa çıkarma… vb. yollarını ve yöntemlerini öğretirlerdi. Aristoteles, vicdan azabı duymaksızın, düzeylerinin üzerine çıkma çabası gösteriyorsa da, yine de izlerinden gidiyor onların. Alışılmış kurnazlığı, insan doğası üzerine bilgisi ve ironisiyle -genellikle kısaca, bir iki sözcükle- dikkate alınması gereken psikolojik etmenleri tanıyor; seyrek olmayarak, şairleri, buna benzer durumları görkemli ele alış tarzlarıyla hatibe örnek olarak gösteriyor. Yine de, kendisinden öncekilerin açmış olduğu yolu açıkça izliyor; bazı pasajların, aşağı yukarı sözcüğü sözcüğüne, İsokrates okulundan bir retorisyenin olasılıkla, bu kitapta Aristoteles’in bir kez adını andığı Theodektes’in sisteminden alındığı sonucuna karşı çıkmak zordur. Herhangi bir okuyucu, Retorik’in bu kısmında Aristoteles’in, yapıtın birinci bölümünde: tanıtın -yalnızca tanıtın- gerçek bir retorik hocasının ilgi alanı olduğunu söylediği yerdeki soylu ve sade ilkelerden ne kadar uzaklaştığına kendisi karar verebilir.

Friedrich Solmsen Retorik [ARİSTOTELES]
Çevirmen, Mehmet H. DOĞAN - YKY, 1998, Sf. 7 - 16

5 Ağustos 2008 Salı

Seteb

tanrım!

aylarca kendime direndim. dayanabilecek canlı hücre birikintileri aradım, dokuları vardı ama çıkarlardan ötesi değillerdi.

zamanla çok şey değişebilecek diye inandım, inançlarım dilimin ucunda çürüdü.
istanbul"un hangi sokağına sapsam, ayağım hep bir yalnızlık tümseğine takıldı. günlerce banklarda uyudum, sırf yollardan geçmeyeyim diye.
ama güneş açtı, kendime soyundum ve anladım ki
"ben bundan asla kaçamayacağım."

ben kafamda kurduğun seni unutamıyorum. ne yaparsam yapayım, seni tahtından indiremiyorum.
güçlüsün..
sen benim yalnızlığımın bir eserisin. bir notada, bir resimde, bir çizikte sana rastlamak, her şeyi yeniden başlatıyor.
kulağıma fısıldadığın ilk günü anımsatıyor. ben daha küçüktüm, sana baktıkça hala küçülüyorum..
ama eskisi gibi değiliz, bana şarkılar söylemiyorsun artık,
gerçi sen kimseye şarkı söylemezsin..
varlığını hissetmek..
sen benim gözlerimi açıyordun, oysa ben iyiliğe inanmak istedim.
biliyorum, bana kızgınsın. ama birbirimize daha fazla zarar veremeyiz ki artık.
dön bana istiyorum..
sensizken düşünemiyorum bile, hayallerimi silahlar zorluyor.
notalarımda savaş var, sesim türlü işkencelerden sonra yırtılmış bir kaç ses telinden ibaretmişimcesine çıkıyor.
benliğim dalgalı sulara karşı koyamıyor, kendimi bağlamak istediğim herkes elbet hiç gezinmek istemediğim sokaklardan geçiyor.
parmaklarım kırık, bileklerim burkuk, ellerim kan içinde.

yokluğunda, kendimi aşkın varlığına inandırdım. şimdi ondan, senin ettiğinden bile daha fazla nefret ediyorum.
çünkü seni hiç çağırıştırmıyor. seni doyuramadığı gibi, beni de tatmin etmiyor.
şimdi, sana yıllar önce olduğundan daha muhtacım,
elini uzat bana, kimse bizi bulamaz..
hiçbir şeyin yokluğu senden öte değil..
götür beni ülkemize..


Yazar: lúthien

Duvar

bir kadın..

zihnini çözemeyen
kalbine hükmedemeyen
elinde sigarası,
kalbinde dumanı
yapışkan çürük benliği
sevişmiş mor bedeni

bir adam..

zayıf gövdesi duvarda,
gözünde derinlik
gözünde şevhet
zihninde erkekler nasıl hisseder sorusu
yumruk elleri

bir kadın..

bedeni yatakta
umutsuzca pişman
ilk defa görüyormuş gibi
gözleri duvara kenetli
içinde zamanı geri alabilme arzusu

bir adam..

gözlerini yataktan kaçıran,
şimdiden başka bir sevişmenin hayalini kuran
ve bir adam kalbi asla sevemeyen
bedeni bağımlılık yapan,
bağlanamayan

bir kadın..

içinde intiharlar yaşayan,
içinde kendini yiyen
içinde acı olan
ve bir kadın ki..
asla tutkularından vazgeçemeyen
sanma ki bu,
teslim olduğun tek savaş olacaktır
ey şanlı fahişe

bir adam..

kadının hayallerini yıkan,
yaslandığı duvarın ardında
bu akşam seviştiği
adamın karısının olduğunu bilen
bir adam ki
ruhu satılık,
bedeni kiralık.

Yazar: lúthien

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Prometheus Hırsız Değildi…

İleri görüşlü” anlamına gelir Prometheus, Helen mitolojisinin Titan adlı soyundan gelen ve İapethos’un oğludur Prometheus.Prometheus tüm titanların aksine çok akıllı ve,duygulu ve özverili bir Helen mitolojisi tarısıdır.Fakat eline yıldırım ve şimşeğin gücünü geçiren Zeus, evrenin başına tam bir despot kesilmiştir.Olimpos’ta bulunan tanrılar çıkarları için Zeus’un tüm despotluklarına,bencilliklerine ses çıkarmayıp ona göz yummaktadırlar. Prometheus tüm bu olanlara karşı sinirlenir ve Zeus’ un bu yaptıklarına karşı ona gözyuman Olimpos’ taki tüm tanrılara kızgınlık duyar. Ona göre bir gün Olimpos’taki tanrıların egemenliği sona erecek ve yerine insan oğlunun egemenliği gelecektir.

İnsanlar için bunları düşünen ve onlar için yeni bir düzenin hazırlayıcısı olan Prometheus,Olimpos tanrılarına karşı direniş başlatır ve Zeus’u insanlar önünde mahkum eder.Düşündüğü düzen tanrıları küçük düşürücüdür.ProMETheuS’a kızan Zeus,insanları cezalandırmak için onların en önemli gereksinimleri olan ateşi vermemektedir.

Prometheus bir fırsatını bulur ve tanrıların evi Olimpos’tan ateşi alıp yeryüzüne indirir;ateş ile birlikte insanlara aklı ve bilimle birlikte yaratıcılığıda verir.Akıl verdiği insanoğlu,artık gerçeği sorgulamaya başlıyacak ve gerçek yaratıcının kendisi olduğunu görerek düzeni değiştirmeye çalişacaktır. Fakat buna kızan despot Zeus çok sinirlenerek Prometheus’ u Kafkas Dağlarında bir kayaya zincirler ve bunun ilede yetinmeyerek bide görevlendirdiği bir kartal ile, hergün Prometheus’ un ciğerlerini yemesini sağlar. Zeus geceleri ciğerlerin yerine yenilerini koyarak bu işkencenin sürmesini yıllarca sağlar.Akıldan yana üstün olan Prometheus' un çektiği işkencenin sonu birgün gelir ve enzor koşullarda bile despot tanrılara karşı çıkan Prometheus kurtulur.

İşte Prometheus, insanoğluna aklın gücünün herzaman kaba gücü yeneceğini gösteren mitolojik bir simgede olsa bu olay bize yeryüzü tanrılarına karşı çıkabileceğimizi ve onlara boyun eğmemizi göstermektedir.

Son Perdenin Tozu

İnsan ne ise o olmayı reddeden tek cahil peridir.

Bu yüzdendir ki daha icat etmesi gereken çok şey vardır. Başarısızlığının tek muhtaçlığı -Samimiyetsizliktir-

İç sürtüşmelerin ardında ki yoksunlukları ile anlamadıklarını jiletler. Ve ne yaptığını bilmeden giyotinden geçirir kelleleri. İşte bu anda insan büyük fırtınların ardında karakterlerini ortaya sunar. Kaybı ise

İncittiği

İn..-



......................................................................................san...


.................................................................................................................................................lığı....


....................................................................................................................dır....

bu kötü birşey.

Son perdenin tozu.


LiberterKedi

Albert Camus - Sacma Ve İntihar

1 Ağustos 2008 Cuma

--Bi/itti--

Yitik bir his,
duygu gitti.
Ardına
bakmadan,
gözlerini
büktü
gitti..
Olmayanın
dayanması,
güne
g
ö
r
e
bir
hiçti.
İ
ç
t
i
ve bitti.

LiberterKedi

Neden/Nasıl Sorunsalına Dair İnsan ...

Aradığınızı bulamamanın sıkıntısı ile sürekli belirlemeye çalıştığınız nedenlere dair...

Ünlü düşünürün dediği gibi "Nedeni olan nasıla katlanır."

İnsanoğlu bunalıma girmek için hep bir neden bulmuştur. Yaşamı boyunca, sürekli sıkılmış, sürekli kendini soyutlaştırmış, devamlı bir şekilde hep kendince nedenler oluşturmuştur. Bu belki de insanın tasarımcı boyutunu yansıtıyor aslında. Psikolojik ve sosyolojik dengelerin incelenmesiyle, toplum içerisinde oluşan buhranlar ile bireyin kendisinde sahip olmadığı halde, mevcut hale gelen kişilik bozuklukları bunu örneklendirebilir.

Bu insanlık tarihinin en ciddi hastalığına sahip bireyler, yalnız kaldığı zamanlarda aklının raflarını hızlıca karıştırırlar. Nedenler yaratır, yalnızlığa sahip beyin kabuğundan hızlıca, hipotalamusuna kadar iner ve düşünür - Acaba bugün nasıl canımı sıkmalıyım- Asıl çözümsüzlük işte buradan doğmaktadır.

Sığ bir yapının sarmallaştırılıp, ardından kör düğümler ile karmaşıklaştırılması. İşte bu insanoğlunun umutsuz vakasıdır. Çünkü bir uyku sürecidir, birey uykusundan uyansa görecektir, ne hale getiridiği ekolojisini.
Tek suçlu insanın yaptığı bu eylmeler midir?

Tabi ki bunlar değil. Bu bir şizofreni durumudur. Sadece bireyin yalnızlaşıp, virtüel olan tasarımlarını reelmiş gibi sanmasıdır.

Obsesif kompulsif bir örnektir: Yapmamaya çalışırken, yapıyor olması gibi...

Saptığınız tan sökümü zamanlarda, dingin ruh halleri rüyalarda gezinir. Bu anların kimi zamanlarında birey, tanrı ile ruhunu bütünleme isteği içine girer. Takriben buda bir yalnızlık paranoyasıdır. Aslında anlaşılamamak ve istememek en güzeli. Sonuçta somut gerçekleri zaten biz yaşamımız bütünlüğünde görüyoruz. Fakat şu da unutulmamalıdır ki oluşturulan nedenler anlaşılamamaktan kaynaklanır. Çözümleri nedir diye sorgularsanız gidin intihar edin -çünkü yukarıda açıkça ifade edilmiş-.


Nedeni olan nasıla katlanır çünkü. Bu ifade kendi içerisinde derin, yüzeyinden bakan birisi için dipte yeralaln, anlamayan birisi içinse saçmadır. Ama alın tarihi karşınıza ve bir söyleşi yapın geçmişinizle "ruh kapılarınız ne kadar açıktı çözümlere"...

...hiç bir zaman bunun cevabını bulamadı insan, aslında tezzatlık bulduğunda ise engizisyon mahkemelerinde;

-inançsız pislik geber.

...diye ihtamlarla karşılaştı işte bu kötüydü. Gelişimin, doğrunun, açıklığın önünü tıkıyor ve insanın bunalıp ruhsal enfeksiyonlar geçirmesine sebep oluyordu. Beyininde oluşan ardıllı depremlerde işte bu cevaplatılamamış soruların altında gizli.

Zamanın ruhu bunu çıkartacaktır.

Fakat o zaman insanın cevabı aradığı yeryüzü, acaba olabilecek mi.

Burası sorgulanır...

Velev ki nasılların türeticisi insan düştüğü bu kaotik ortamın sığlığını gördüğünde. Tasarımlarının boş inanlı olduğunun farkına varınca ruhunun varolma çığlıklarına kulak asmayacaktır. İşte o zaman: "Ne neden kalacaktır, ne de nasıl."



...LiberterKedi...

31 Temmuz 2008 Perşembe

Gec/e yok-tun yine, geç gel(me diye-mezdim sana

Bu gece yine oturdum yatağımın kenarına ve sana baktım. Uzunca saçlarının, yastığının üzerine dökülmüş bir biçimde öyle güzel uyuyordun ki, sesizce tenini içime çektim nefesinle birlikte.

Ardı arkası
kesilmeyecek
şekilde,

imge/lerim/de
ruhum
sev-işti
bedeninle.
Gözlerim
boğuldu
nefesinle.
Sesim kısılıp,
tiz bir sesle

kalbim kıpranışları
ile sana
-Seni
Sevi(yor)um-

demeye
çalışıyordu.

Sen bunu
bilmesende...


Sensizliğin hayallerimde olmayışı ile dayanabildim, bu zamana kadar. Hayallerime nüfuz edişinle ansızın, kalbimi mahkum ettin gülüşlerine. Şuan gözlerimin üzerine yaşlar ile seni çizdiğim günler aklıma geliyor(....)

Yoksunluğun o kadar dayanılmaz ve acı vericiydi ki, damarlarım sertleşip vücudum kaskatı kesiliyordu.

Yaşamak ile yaşamamak arasında pedal çeviriyordum o zamanlar...

Büyülendim senden, etklendim ama gelemedim, gitmek istedim ama yapamadım. Hep engellerim tuttu yüreğimi sana karşı. Sonunda bu yasak büyüden dolayı, yakıldım diri diri.

Afrodit ve İnanna' dan beri yasak aşkın hep bende gizliydi bu yüzden.

Huyu belli olmayan bir kuyuyum ben.

Ruh sökümü anlarda hep sen olmadığında da otururdum yatağımın kenarına. Elime aldığım kalem ve defterime, imgelerle çizerdim seni nefes almayarak.

Yağmur tırmalarken camı, ruhum bir gece daha geçirirdi sensizce. O gecelerde, ruhum sensiz, ruhum duru değildi. İşte sis düşmüş ışıksız aydınlıklarda, tıpkı azgın dalgalar gibi kalbimi zorlardı sana kavuşmam için.

Ve sen geldin bu gece.

Hayal...

....imde,

sessizce...

.... geç gel(me diye-mezdim sana.

LiberterKedi

Rengahenk / Can Yücel

Çanlar Kimin İçin Çalıyor[E.Hemingway]

Kullanma Prospektüsü

Bir mektup yazdım
sana bugün.
Hayallerimiz
kalemimiz,
sevgimiz
kalem traşımız,
umutlarımız ise
parşömenlerimizdi,
aşkımızı anlatabilmek
için sevgilim.


Bende ki gizli
sensizliklerin
hüznü bu.
Yoksunluklarının
acısı,
korkusu bu
absürdleşmelerimin
sebebi.

Anlatamadıklarımı
kelimelerle
çiziyorum sana,
derinlerine
yapışıtırıyor,
duygularıma
kazıyorum.
İçerisinden
çekip
kurtarasın diye
ben hep
bekliyorum seni
imgelerimde,
kelimelerin
gizinde.

Mektup denmezdi ki buna,
bir hıçkırık,
bir içe
kapanış bu.
Erkeğin
göz yaşlarını
yüreğine
hançer gibi,
saplamasıydı.
"Çocuğu olur da
sevinçle bağırır" ya,
bu da özlemini
yenmek için.
İç
i
s
y
a
n
ı
m
d
ı
sana
aslında...

Mektubum sana
olan
özlemim.
Yoksunluğunda ki
harabelerim.
Olmadığın
günlerimde,
restore ediyorum
beynimde
seni/beni
tekrar
tekrar.

Kalanlarımızı
düzenliyor
yeniden
tasarlıyorum.
Üzerlerini
göz yaşlarım
ile örtüyorum.
Su altında
parlaklığını,
canlılığını
yitirmesin
diye.
Sana anlatmak istiyorum
ama
uygun
kelimelerin
dizaynını nasıl yapacağım
bilemiyorum.

Bana yardım et...

...yok
bunun
ilacı,
ilacım
olan
senin
nerede
"Kullanma
P
r
o
s
pek
t
ü
s
ü
n"

LiberterKedi

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Orhan Veli'den Dök-üntüler/i

"sekiz parçadan müteşekkildir"

Yol

Düzdür.
Üzerinden tramvay geçer.
Adamlar geçer
Kadınlar geçer.

Kadınlar

Kadınlar...
Akşam, sabah
Tramvayı beklerler
Rejinin önünde...

Yeşil

Sevdikleri renk
Yeşildir
Ellerinde
Yemek çıkınları.

Vatman

Hep karşıya bakar
Cigara içmez
Vatman
Ömür adamdır

Peyzaj

Evler, dükkanlar, duvarlar,
Kömür depoları,
Deniz,
çantalar, mavnalar, kayıklar.

Deniz

Denizi kim sevmez
Üstünde ve kenarlarında
Balık
Tutulduktan sonra

Balıkçılar

Bizim Balıkçılar
Kitaplardaki balıkçılar gibi
şarkıyı
Bir ağızdan söylemezler

Senin Evin

Bütün bu yollardan
Tramvayla geçilir
Halbuki senin evin
Daha ötededir.

İçkiye benzer birşey var bu havalarda

İçkiye benzer bir şey
var bu havalarda.
Kötü ediyor insanı,
kötü...
Hele bir hasretlik oldu mu serde;
Sevdiğin başka yerde,
Sen başka yerde.
Dertli ediyor insanı,
dertli.

İçkiye benzer bir şey
var bu havalarda,
Sarhoş ediyor insanı,
sarhoş.

Orhan Veli Kanık

Biz ve totalitarizm...

Biz ve totalitarizm...

Tam bir tehlike. İnsanlık bu tehlikeyi görmemektedir. Bu yüzdendir ki sürekli olarak kendilerine yönetim sistemleri kurmakta ve bunların boyunduruğu altında, tepkisiz olarak hayatlarını idame ettirmektedirler. Kendi tasarımları kardan adamlara karşı.

Daha önceleri buna dair, bir çok karşıt manifesto yayınlansada, bunu göremeyenler her zaman kendilerini yönetemeyecekleri ürkünçlüğünü, dip diri tutmayı başarmışlardır.



İşte bu sanrı totalitarizmi dinç tutmuştur yıllardır....

(...) Bu tehlikenin çıkardığı acı verici sonuç ise bütünlüğünü yitirmiş bir toplumdur. Anti - Ütopik radikal tabulara sahip, bölünmüş toplumun bireyleri, bu tehlikenin hiçbir zaman olmadığını savunacak kadar da cesaretlidider. Ki bunlar bazı zamanlarda şu provakatif eylemlerini kabul edilirmişçesine toplum içerisinde gerçekleştirmişlerdir. Çünkü toplumun zamanla şuursuzlaşmasından yararlanmaktadırlar.

Bu eylemler şunlardır:

Eleştiriyi silah olarak kullanıp, kökenlerini yitirmiş düşünceleri ile sürekli anti - totalitaristleri asimile etme yolunda maşa olmuşlardır.

Bu tehlike ardından doğan gerçeklik ise; böyle bir düşünce sistemine dahil olmuş toplumların, tehlikenin mikropları haline gelme yolunda, başkalaşım geçirdiği gerçeğidir.

Öyle bir mikroptur ki insanı doğadan koparmış, onu yok etme yolunda hızlıca adımlar attırmaktadır bireye- Çarpık kentleşmeler, yakılan ormanlar, çevre kirlilikleri, yüksek tahribat gücü olan kimyasal ve biyolojik silahların, doğada denenerek doğaya tecavüz edilmesi bunlardan bir kaçıdır-

Doğanın insana hesap sorma gününde, insanlığın önüne sunacağı fizibilitenin ufak bir kısmıdır bu eylemler. İnsanın ona yaptıklarına bağlı olarak...

Kendi benliği olan doğaya, bu tecavüzü yapan bireyler hümanizmadan nasıl bahseder bilinmez. Ya da bu söylemlerin absürd olduğunu, gerçeği yansıtmadığını nasıl dillendirdiklerinde şakşakcıları tarafından poh pohlanmaları beni hep dehşete düşürüyor bugün. Benliğini yitirmiş bireyler bunlar.

Anlayamadıklarını yeren bu kişiler, nasıl samimi olduklarını savunurlar, bu da ürkütücü.(...)

(...) Benliğini yitimiş insanlık acınacak haldedir günümüzde.

Biz diyip, bireysel özgürlükleri dahil, kendi adlarına bişeyler yapamayanlar, nasıl da ellerine tıkılan düşünce paketlerini sorgusuz-sualsiz beyinlerine yüklenmişlerdir. Korkutucu. Bu enjeksizyon ile, bu mekanizmanın birer değişilmez parçası haline geldiklerini görmezden geliyor, ve farkındalıksız hazır hayatları idame ettiriyorlar.

Bu kişilerin özgürce düşünemeyişleri ile, nasıl da acınacak halde bile olmadıklarını göstermektedirler. Çünkü onlar bu bilinsizleştirme eylemlerinin mücahitleri olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki yitirilmişlerdir bugün bu kişiler(...)

(...)böyle toplumlarda; kişisel düşünceler yokulmuş, özgün fikirler üretilmez ve insanların adları zamanla kaybolmaya mahkum hale gelmiştir.

Bu aşırı sınıflanma dürtüsü ile, kalçalarına yiyecekleri barkodlar ile yönlendirilmiş kuvvetlerdir bu bireyler. Zamanla toplumda kendiliğinden oluşan uyanma anlarına bağlı olarak. Bunlar dengeyi kurmaları için sürekli toplumun bağrına sokulan düşünce paketleridir: Bu düşünce paketleri yöneticilerin, güç odaklarının ve metalaştırdıkları tarafından üretilmiş, empoze edilmiş hazır temalı promosyon ürünleridir sadece. Günü geldiğinde yokolmaya mahkumlardır.(...)

(...) topumun bu yıkımı yaşaması sonrasında doğan yaşam akışı ise; saydam, cam duvarların arkasında yaşayan insanların, her dakikası yönetilmekte ve nasıl davranılması gerektiği, yüklenildikleri bilgi paketleri tarafından kendilerine aşılanmıştır zaten.

Erkek ve dişi ayırdımı yoktur. Git gide herşey reçel gibi karmaşık bir hal alamaya başlamıştır. Cinselliklerini bile öz(gür)ce yaşayamamaktadırlar artık. Kutu kolaya tecavüz misali, kapağın şiddetle açılması ile gelen o anlık serinlik geçidir unutmayın. Gerçekler acıtıcı ve yakıcıdır.

Edebiyatın radikal söylemlerini bu kişiler anlamazlar. Edebi radikalleri ise toplumdan uzak tutarak, topluma anlık endorfin salgılayıcı aşk-sevgi-hümanizma söylemleri altında safsataları gerçek gibi kabullendirtirler.

Ama bu değişmeye mahkumdur.

Bugün imkansız gibi görünse de. Toplumun devinimle birlikte, sistemin yıkımı ile değişeceği gerçeğini görmektedirler isyancılar. Bu hale gelmiş bir toplumun düşünce yenilikleri olan - başı-sonu belli algoritmalar-yıkılacak ve yerlerlerini eleştiriye açık, gelişime aç, karşılıklı anlaşmaya dayalı kanunlara yerini bırakacaktır.

Bu gelen karşılıklı toplumsal sözleşmeler gibi anlaşamaya dayalı kanunlar, halkın iradesini içerisinde barındıran ve toplumsal mzgürlüğü savunarak bireysel özgürlükleri temellendiren kanunlar bütünüdür.

Bu antlaşmaların, kanunların , sözleşmelerin bizi bizden uzaklaştırdığını, totaliter bir yapının kabul edilebilinir birşey olduğunu hala savunabilirmisiniz?

Savunursanız neye bağlı olarak...

LiberterKedi

29 Temmuz 2008 Salı

Albert Camus Kitapları

Amerika Günlükleri


"İki kere intihar fikri. İkincisinde, hala denize bakarken, şakaklarında ürkütücü bir yanık hissi. İnsanın kendini nasıl öldürdüğünü şimdi anlıyorum. Yine sohbet, laf çok ama söylenen az. Karanlıkta yukarı güverteye tırmanıyor, çalışmamla ilgili bazı kararlar verdikten sonra günü deniz, ay ve yıldızların karşısında bitiriyorum. Su yüzeyi hafiften ışıltılı ama derindeki karanlığı hissediyorsunuz. İşte deniz bu ve ben denizi bunun için seviyorum! Yaşama çağrı, ölüme davetiye."

- Arka kapak -



Çeviri
: Osman Akınhay / Öteki Yayınevi


Başkaldıran İnsan



1957 yılında kırk dört yaşında Nobel Ödülünü alan "Albert Camus" (1913-1960), yaşamı boyunca şu sorunun yanıtını aradı: "İnsan toprakla nasıl bağdaşabilir, yoksulluğu yüzünden acı çekerek, ama güzelliğini koruyarak saçma ve yücelik için nasıl yaşayabilir?" Camus' ye göre sanat "yalancı bir lüks" ve bencil bir edebiyatçının yapıtı değildir. Sanat yaşayabilir, kullanılabilir bir durumdadır; gerçeğe sadık ve onun üzerinde olduğu için, hiç uysallaşmayan saçmalığı ve hiç yok olmayan umudu ile insanın durumunu tepeden tırnağa kapsar. "Başkaldıran İnsan", başkaldırının kendisidir, ama ılımlı ve insanın boyutlarında. "Başkaldıran İnsan", adalete ve özellikle doğruluğa vurgundur, mutlak olanın iğvasından, mitoslardan, gurur, horlanma ve kanın romantik baş dönmelerinden uzak durur. Ama insan, ne ise, o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yâdsıma onu İntihara mı, yoksa bir başkasını öldürmeye mi götürür? "Hayır!" demeyi bilen insandır "Başkaldıran İnsan", ama kime, neye, nerede, nasıl? Başkaldıran insanı kuşatan 'hayır'ın içeriği nedir? Bunun yanıtı "Başkaldıran İnsan"da.



Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları


Büyüyen Taş



Camus' nün "Sürgün ve Krallık"ı dilimize çevrilmişti; ama iki güzel, uzun öyküsü dışarıda bırakılmıştı. Türk yazın ve ekinine bir sürü seçkin güzellik katan Mehmet Fuat' ın ince beğenisiyle daha önce De Yayınevi' nde basılmış bu ustalıklı öyküleri yeniden okuyabilme fırsatı…




Çeviri : Bertan Onaran / Ara Yayıncılık


Caligula



Albert Camus'nün yapıtları çevrildiği ülkelerde büyük yankılar uyandırdı. Bunların başında "Yabancı" ve 1938'de yazdığı "Caligula" gelir. Caligula açıkça belirtir: Kişiler ölür ve onlar mutlu değildir. Roma' nın tek egemeni, sona değin us yolunu dener. Görülmemiş zırvalıklarla çevresine korku salar ve dalkavuklarının hançeri altında ölünceye değin olanaksızı yakalamaya çalışır.




Çeviri : Abdullah Rıza Ergüven / Berfin Yayınları


Defterler 1


Değerli olmak ya da olmamak. Yaratmak ya da yaratamamak. Birinci durumda, her şey kanıtlanmıştır. İstisnasız, her şey. İkinci durum, tam bir anlamsızlıktır. Geriye en güzel intiharı seçmek kalır: Evlilik + 40 iş saati ya da tabanca. " Kendimiz olacak zamanımız yok. Yalnızca mutlu olmaya zamanımız var. " Devrimci düşünce, tam anlamıyla insanın, insanlık durumuna karşı çıkışıdır.Bu anlamda, çeşitli görünümler altında, sanatın ve dinin süre giden tek temasıdır. Bir devrim her zaman Tanrılara karşı gerçekleştirilir - Prometheus'tan başlayarak. Bu, insanın yazgısının üstünde hak iddia etmesidir, zorbalar ve soytarı burjuvalar bunun bahanesinden başka bir şey değildir. Kuşku yok ki bu düşünce, tarihsel eylemi içinde kavranabilir. Bunu kanıtlama iradesini göstermek, boyun eğmemek için Malraux' nun coşkusu gerekir. O coşkuyu kendi özünde ve kendi yazgısında bulmak çok basittir. Bu anlamda, mutluluğun fethini dile getiren bir sanat yapıtı devrimci bir yapıt olabilir.

Çeviri: Ümit Moran Altan / İthaki Yayınları


Defterler 2


Camus' nün Defterler' inin birinci cildi, bir alıntı ve temalar birikimi, taslak ve imge deposu, bir edebiyat laboratuarı görünümündeydi. İkinci ciltte ise tarih egemen: Satır aralarında, II. Dünya Savaşı' ndaki ırksal temizlik, soğuk savaş, siyasal davalar, karmakarışık bir dünyanın bütün sarsıntıları yer alıyor. İnsan saçma bir evrende nasıl bir tutum benimsemeli? Başkaldırı mı, devrim mi? Yazınsal angajman mı, tanıklık mı, oyalanma mı? Bu kitapta, yalnızca bir düşünürle karşılaşacağımızı sanıyorduk; oysa tüm kırılganlığıyla bir insanı keşfediyoruz.



Çeviri: Ümit Moran Altan / İthaki Yayınları


Defterler 3



Albert Camus' nün 1935 - 1951 tarihleri arasında tuttuğu defterler, yazarın ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanmıştı. Defterler' in bu üçüncü cildinde, öncekilerde olduğu gibi, Yaz, Düşün, Sürgün ve Krallık gibi yapıtların doğuşuna tanık oluruz. Başkaldıran İnsan'ın başlattığı tartışmalara yazarının gösterdiği tepkileri de görürüz. Tamamlanamamış birçok projenin notları yine bu ciltte bulunmaktadır. Yunanistan yolculukları, Cezayir savaşı trajedisi, Nobel ödülü... Camus'nün yaşamına damgasını vuran pek çok önemli olay, gene Defter'in bu üçüncü cildinde yer alıyor.



Çeviri: Ümit Moran Altan / İthaki Yayınları

Düğün Ve Bir Alman Dosta Mektuplar



Can Yayınları, bu kitapta Albert Camus' nün iki yapıtını bir arada sunuyor. Bunlardan biricisi, Düğün, tıpkı Tersi ve Yüzü gibi gerçek bir gençlik yapıtı, ama gene Tersi ve Yüzü gibi sanatçının "benliğini ve dilini yaşamı boyunca besleyen bir kaynak" aynı zamanda. Gerçekten de Düğün'deki denemeler Tersi ve Yüzü 'yle aynı dönemde yazılmış olmaları ve kaynak çevreyi, Cezayir'i, yansıtmaları yanında, aynı yalın, duru ve somut anlatımla, aynı keskin bakışı, aynı anlama tutkusunu, aynı yaşam ve yeryüzü aşkını ortaya koymakta. Bir Alman Dosta Mektuplar ise, İkinci Dünya Savaşı döneminin ürünü. Bir yandan temelsiz bir üstünlük deneyiminden yola çıkarak dünyayı egemenliği altına almaya kalkan bir ulusla bağımsızlığını onurla savunan bir başka ulusun tutumunu karşı karşıya getirirken, bir yandan da gerçek yurttaşlığın, gerçek toplumsal ahlakın niteliklerini sergiliyor Başkaldıran İnsan'ı muştulayan küçük boyutlu bir büyük yapıt.


Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları


Doğrular


Doğrular, Çarlık Rusya' sında geçmiş gerçek bir olaydan esinlenen bir oyundur. Eğer devrim için her şey mubahsa, devrim sonrası toplum, hangi insancıl temeller üzerinde yükselecektir? Sorunun yanıtı, bu oyunun yazılışından yarım yüzyıl sonra tüm anlamını yitirmiş gibidir. Son otuz yılda dünyayı saran terör eylemlerini gerçekleştirenler için, böylesi etik sorunlar yoktur. Ama bir zamanlar sorulmuş, tartışılmış, bugün kör inançlara yenik düşmüş, yok sayılmış sorunlar bundan böyle tartışılmayacak demek değildir. Bunun aksine inanmak teröre boyun eğmek demektir. Camus' nün tüm yapıtları gibi, Doğrular da, insanoğlunun onurlu yaşamı için bir başkaldırı niteliğinde.Özellikle, terörün binbir yüzünü tanıyan günümüz insanları için.


Çeviri
: Ferit Edgü / Yaba Yayınları

Düşüş


Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca "Sisifos Söyleni" ve "Başkaldıran İnsan" la da alırdı belki. Ama Camus'yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. "Yabancı" (1942), "Veba" (1947) ve "Düşüş"se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazın severler bu üç başyapıt arasında daha çok "Düşüş"ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence' ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. "Düşüş"ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus' nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek…


Çeviri
: Hüseyin Demirhan / Can Yayınları


Ecinniler



Gerek Albert Camus' yü, gerekse Dostoyevski' yi en iyi belirleyen yapıt, kuşkusuz "Ecinniler"dir. Dostoyevski'nin 1870/71' de yazdığı bu ünlü romanını (Cinler adıyla Can Yayınları' nda bu roman yayınlanmıştır) Albert Camus 1959' da oyunlaştırmış ve ilk kendisi sahneye koymuştur. Albert Camus, "varoluşçuluk hümanizmi"nin ilginç bir örneği olan "Ecinniler"de, kendi varoluşçuluk anlayışının siyasal, felsefi ve etik sınırlarını zorlamakta; "Sisypho Söylencesi" ve "Başkaldıran İnsan" gibi en etkili ve önemli yapıtlarında ele aldığı varoluş sorunsalını Dostoyevski' nin yaşadığı olaylar dünyası içinde vermektedir.




Çeviri
: Aziz Çalışlar / Can Yayınları


İlk Adım


Albert Camus' nün 1960 Ocağında korkunç bir araba kazasında yaşamını yitirmesi tüm dünyayı derinden derine sarsmış, zamansız ölümünün yankıları aylarca, hatta yıllarca sürmüştü. Otuz dört yıl sonra, 15 Nisan 1994' te, tam da o korkunç kaza sonunda büyük yazarın çantasında bulunmuş bir bitmemiş romanın: "İlk Adam"ın en sonunda okura ulaştırılması, tüm dünyada 1994 yılının en büyük yazın olayı oldu; kitap benzerine az rastlanır bir ilgi gördü. Bunu anlamak hiç de zor değil: "İIk Adam" bitmemiş bir roman, yazarının tasarladığı son biçimden de oldukça uzak belki; ama ne olursa olsun, XX. yüzyıl yazınına damgasını vurmuş bir büyük yazarın elinden çıktığını her satırında belli ediyor; üstelik, bu büyük yazarın kimi yapıtlarında şöyle bir sezinlediğimiz çocukluk ve gençlik dönemini aile ve okul çevresini, kısacası yetişim sürecini benzersiz bir içtenlik, duyarlık ve dürüstlükle yansıtmakta Bu açıdan bakılınca, "İlk Adam"ın hem tamamlanmış hem de örnek bir yapıt olduğu söylenebilir. Büyük yapıtların oluşumu konusunda bulunmaz bir belge niteliği taşıması da cabası.


Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları

Mutlu Ölüm


"Mutlu Ölüm" 1930'ların sonuna doğru yazılan, ama ancak 1971 yılında yayımlanan bir roman. Albert Camus (1913-1960) için daha sevimli görünen "Yabancı" daha önce yazdığı "Mutlu Ölüm" ün yayımlanmasını erteletmiş olabilir. Çünkü roman sanatı, 40'lı, 50'li yıllarda daha çok romanın yapısal özelliklerine ağırlık veriyordu. Bir sanat yapıtının yaratıldığı dönemde kusur sayılabilecek kimi özellikleri, daha sonra erdeme dönüşebiliyor. Albert Camus' nün ölümünden on bir yıl sonra günışığına çıkan bu romanını günümüzde öne çıkaran en önemli özellik, onun "romansı" oluşudur. "Mutlu Ölüm" yaratıcısı Albert Camus'ye otuz yıl sonra başkaldırmış ve özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu roman, hem çağdaş bir yapıt, hem yazar-yapıt-okur ilişkisinin göz kamaştırıcı bir tanığıdır.


Çeviri
: Ramis Dara / Can Yayınları

Ruha Dokunan Düşünceler


Var oluşu sorgulayan, bireyi savunmak için çaba harcayan, çağdaş dünyaya önemli mesajlar veren bir edebiyatçı filozoftur, Camus. Felsefi düşüncelerini kolay anlaşılır bir dil kullanarak anlatabilen nadir düşünürlerden biridir. Bu kitap, Albert Camus'yü tek bir kitapta okumanız için hazırlandı. Bu kitap ruhunuza dokunsun diye yayınlandı...






Çeviri
: Ömer Sevinçgül / Carpe Diem Kitapları


Sisifos Söyleni


"Sisifos Söyleni", ünlü Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus' nün (1913-1960) savaş yıllarında yayımlanan (1942) bir deneme kitabıdır. Daha kitabın ilk satırında, bireyin bir yaşama nedeni bulunmadığını keşfedişiyle, her türlü günlük çalışma ve acının içinde kökleştirdiği uyumsuzluk duygusuyla, yaşamın gülünçlüğünün bilincine varmasıyla birlikte, gerçekten ciddi tek felsefi sorunun intihar olduğu vurgulanır. Ancak sorulacak en önemli soru, bu duyguların bireyi zorunlu olarak intihara götürüp götürmeyeceğidir. Yazar uyumsuzluk kavramını açık seçik bir biçimde inceler. Sonunda da gerçek bir çözüm önerir. İnsan aklını sürekli olarak uyumsuzluğun insanlık dışı yanıyla savaşmaya iten başkaldırıdır bu. Ancak başkaldırı insanlığa gerçek boyutlarını kazandırır, çünkü insanın durumunu durmaksızın yenilenen bir savaşıma bağlar...


Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları

Sürgün Ve Krallık

Jean-Paul Sartre, Albert Camus'nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: "Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı... Camus'nün insancılığında, ansızın bastıran ölüme karşı insanca bir davranış varsa; mutluluk yolunda giriştiği o gururlu, katıksız araştırma, insana bu denli aykırı gelen ölüme dayanıyor, ölümle besleniyorsa; Camus'nün yapıtını da, bu yapıttan ayrı düşünülemeyecek yaşamını da, varlığın her anını ölümün elinden kapan bir insanın katıksız, başarılı denemesi olarak görebiliriz. Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) "Sürgün ve Krallık"ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren "kurban" ve "cellat" ikilemini ele alıyor.


Çeviri
: Tahsin Yücel / Can Yayınları

Tersi ve Yüzü


"Brice Parain, sık sık, yazdıklarımın en iyisini bu küçük kitabın içerdiğini ileri sürer... Hayır, aldanıyor, çünkü deha bir yana bırakılırsa, insan yirmi iki yaşında yazı yazmasını pek bilemez. Ama Parain'in söylemek istediğini anlıyorum.Bu acemice sayfalarda, sonradan yazdıklarımdakilerden daha çok gerçek aşk bulunduğunu söylemek istiyor, haksız da değil. Bu sayfaların yazıldığı zamandan beri, yaşlandım, çok şeyler görüp geçirdim. Sınırlarımı, sonra hemen hemen bütün zayıflıklarımı tanıyarak kendi hakkımda bilgi edindim... Herkes gibi ben de düşlerim bazı bazı. Ama iki sakin melek onun eşiğinden hiçbir zaman geçirmediler beni; biri dostum yüzünü gösterir, öbürü düşmanın suratını. Evet, bütün bunları biliyorum, aşkın neye patladığını da öğrendim ya da aşağı yukarı. Ama yaşamın kendisi hakkında, "Tersi ve Yüzü"nde acemice söylenenden daha fazlasını bilmiyorum."


-Albert Camus-


Çeviri
: Tahsin Yücel / Can Yayınları


Veba



Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında "Veba"dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus' nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır. "Veba", insanın ve ışığın şiiridir. Bu şiirde renkler alabildiğine koyu, ancak yazarın sesi o denli umut doludur. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını tüm Oranlıları ilkin umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand'ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese bir güç ve umut kaynağı olur...



Çeviri
: Nedret Tanyolaç / Can Yayınları

Yabancı


Albert Camus' nün en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan "Yabancı", aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir "varlık"ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi "Meursault", bir simge kahraman değildir, "adı" olmayan bir "Yabancı"dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma. Camus'yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir," der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.


Çeviri: Vedat Günyol / Can Yayınları

Yaz


"Yaz", yapıtları arasında organik bağlantı ve bütünsellik ilkesine büyük önem veren Albert Camus'nün "Tersi ve Yüzü", "Sürgün ve Krallık" ve "Düğün" adlı kitaplarıyla birlikte birbiriyle ilişkili ya da bağımsız bir metinler çevrimi oluşturur. Doğaya, dağa, denize ve güneşe derinlemesine bir sevgi duymuş, kendisine bir sığınak, düşüncelerine bir yanıt aramış ve Akdeniz ışığında bütün yaşam felsefesinin imgesini bulmuş olan Albert Camus, "Yaz"da Cezayir'in sıcak ve aydınlık doğasından Antik Yunan'ın ölçülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa'nın kapıldığı yıkıcı tutkuyu yalın olduğu kadar hayranlık uyandıran bir mantıkla yargılar ve ortaya çıkan Akdeniz bilinci "Albert Camus"nün mutluluk etikasını yaratır...


Çeviri
: Tahsin Yücel / Can Yayınları

Yolculuk Günlükleri


Yolculuk Günlükleri, Albert Camus' nün İkinci Dünya Savaşından hemen sonra, 1946 yılı mayıs ayında Amerika Birleşik Devletlerine, 1949 yılı Haziran - Ağustos ayları arasında Güney Amerika ülkelerine yaptığı gezilerde tuttuğu notları kapsıyor. Birincisinde otuz üç yaşında henüz yeterince tanınmamış; ikincisinde ise otuz altı yaşında ve ünlenmeye başlamış bir yazar. Öznel ve nesnel koşullar nedeniyle, iki günlüğün havası birbirine benzemiyor....




Çeviri: Ramis Dara / Can Yayınları

27 Temmuz 2008 Pazar

Asım Bezirci

Yazar, eleştirmen sanat adamı Asım Bezirci 1928 yılında Erzincan' da. Demiryolu işçisi bir babanın oğlu olarak Dünya' ya gelen asım bezirci, ilkokulu Erzincan' da bitirdi. 1939 depreminden dolayı ortaokulu orada okuyamadı, erzurum' da yatılı okula giderek öğrenimine orada devam etmek zorunda kaldı. Bezirci, edebiyat serüvenine lise yıllarında başladı. Her insanın ileride neye yöneleceğine ilişkin, ilk ipuçları genellikle lise yıllarında ortaya çıkmaya başlar. Bezirci' de de, her şeye eleştirel bakan ve eleştiren, ne olursa olsun onu olduğu gibi kabul etmeyen muhalif ve araştırmacı yanı, lise yıllarında öne çıkmaya başladı. Bu da onu edebiyat alanına daha da yakınlaştırdı ve okuma sevgisini büyüttü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi "Türk Dili ve Edebiyatı" Bölümü' ne girmesinin nedeni de buydu zaten.

Üniversite yıllarında, ülkemizin içinde bulunduğu siyasal durum, doğal olarak yazarıda etkilemişti. Dünya' da yaşanan devrimlerin etkisi hissediliyor, sosyalist düşünce tartışılıyordu. Asım Bezirci' de Türkiye Sosyalist Partisi'nin düşüncelerini benimsedi ve Gerçek Dergisi' nde o süreçte yazıları çıkmaya başladı. Bu yazıları nedeniyle de birçok soruşturmaya maruz kaldı ve daha sonra tutuklandı. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Bezirci' yi bu kez işsizlik tutsak almıştı. Zorla bir ilaç fabrikasında kendisine iş bulmuş ve orada çalışmaya başlamıştı. Yaşadığı ekonomik zorluklar, onun edebiyat tutkusunun önüne hiçbir zaman geçmedi. her fırsatta yazdı, araştırdı ve okudu. 6–7 eylül olayları nedeniyle hakkında bir soruşturma daha açıldı ve tekrar tutuklanıp beş ay daha hapishaneye atıldı. 1957 yıllarından sonra tamamen edebiyat alanına giren yazar, daha ciddi eleştiriler, denemeler yazmaya başladı.

1960' ta Dost; 1963'te Otağ; 1968'de Yeni Dergileri tarafından "En beğenilen eleştirmen" seçildi. Daha birçok yerde ödüller verildi Bezirci'ye. Zamanla kendisi de edebiyat alanında üretimler vermeye başladı. Eleştirmen kimliği bu yıllarda ağır ağır kendini gösteriyordu. Bunun yanı sıra araştırmalarına da ağırlık veriyordu tabi ki. Bu yazıları çeşitli sol dergilerde yayımlandı. Aydın biyografileri üzerinde çalıştı. Eski işyerinden ayrılıp edebiyata yoğunlaşan bezirci, tekrar ekonomik sıkıntılar çekmeye başlayınca Unilever' de muhasebeci olarak çalışmaya başlayarak, iki işi birlikte yürüttü. Emekli oluncaya kadar da burada çalıştı. 1961' de eserleri çeşitli yayınevlerince yayımlanmaya başladı. Sadece eleştirmenliğiyle değil, üretkenliğiyle de kendisinden söz ettirdi. Ve eleştirmen-yazar olarak anılmaya başladı.

Bu süreçte Fikret Arel, Halis Acarı imzalarıyla, sonraları da kendi adıyla

Yeni Ufuklar - Forum - Pazar Postası - Yelken - Dost - Ataç (kendi çıkardığı) - Yeni A - Gelecek - Dönem - Papirüs - May - Halkın Dostları - Soyut - Politika gibi gazete ve dergilerde yazılar yazıyordu.

1979' da Türkiye Yazarlar Sendikası' na üye oldu ve aynı yıl yönetime seçildi. Bir yıl sonra da tüm dehşetiyle 12 eylül geldi. Asım Bezirci, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Barış Derneği davalarında yargılanmaya başladı. Aynı zamanda çevirilerinden dolayı da başı dertteydi, A. Kadir' le birlikte çevirdiği "Sosyalist Gözle Ganat Ve Toplum" ile "On Şair, On Şiir" adlı kitapları toplatıldı.

Ülkemizde yazarların ve aydınların gördüğü şiddetli baskı ve sansür politikası ile ülkenin gelişmesi istenmese de. Süreğen bir şekilde Asım Bezirci de bu şiddetli, hiddetli ve baskı politikasına boyun eğmedi. Herzaman mücadelesini sürdürdü. Pir Sultan Abdal'ı araştırırken, onun dara çekildiği ilde kendisini de ateşin beklediğini bilmiyordu belki ama, ülkemizin nasıl ve kimler tarafında yönetildiğini çok iyi biliyordu. Kaderinin Pir Sultan' la Sivas' ta böylesine çakışacağı yazarın aklına gelmiş miydi bilinmez.

Bezirci, Pir Sultan' ın yaşamını, kişiliğini, sanatını tüm yönleriyle araştırıp, üzerine tüm şiirlerini de yerleştirerek güzel bir eser ortaya çıkarmıştı. Bu çok emek verdiği etkinliğe katılmak üzere 1993 Temmuz' unda Sivas' a geldiğinde Pir Sultan'ı daha iyi nasıl anlatacağını düşünüyordu belki. Ancak ölüm orada kol geziyordu, hem de kalleşçesine, sinsice. 2 Temmuz' un o kavurucu sıcağına otuz beş aydının, yazarın, sanatçının en önemlisi insanın madımakta diri diri yakıldığı tüm ülke izledi tepkisizce. Külleri bile katledilip, madımak onlara tabut edildi. Madımak' ın ateşi bir ülkenin yüreğini yaktı. Asım Bezirci ve onun kadar değerli aydınlarını yitirdi bu vatan. Ruhuna kara bir leke daha yapıştı. Geriye tarifi imkansız bir acı kalacaktı yüreklerde...


Son Bir Hediye/Ölüm/

Ölüm...

Gerçek bir oluşum üzerine...

Vurun sayfaların üzerine, sessizliklerini nasıl da size yansıtmıyorlar görün kendiniz. Bu kadar sahip olduğunuz andilleri tükettiğiniz de, kültürünüzden geriye ne kalacak.

Hiç bunun korkusunu yaşamıyor musunuz?

Atay olabilmek adına, kazanıldığını zannettiğimiz onca kazanımlarda, bize bunu sağlayanları unutup, merdiven gibi üzerlerine tırmanmak ne kadar trajik acı bir hal alasada. Bu davranışlar, kişi için gözardı edilen bir gereçeği vurguluyor. Birey herzaman bu çıktığı merdivenleri kullanarak inecektir, ama sadece farkında değil bunun. Tıpkı yıldızların gökyüzünde durdukları yerlerden ayrılmaları gibi. İnsanı insandan farklı kılan tekşey sınıfıdır, sınıfın kalkacağı gerçeğini görmezlikten gelsenizde bunlar şuan bile yaşanılmaktadır. Buna en bariz örnek ise William Shakespeare' in şu anekdotudur:


Kralda, soytarıda aynı iştah ile acıkır.

...belki o anda varlığınızı katletmeniz gerektiğinin farkına varmalısınız. Parçalanıp dağılan insanlığınızı boğazlayarak, dolayımlarınızı elde ettiğinizi hiç unutmayak, dünyaya gözünüzü açtığınız ilk anı hatırlayın. Hepimiz Ağladık!

İnsanlığınızdan utanmadığınız ya da bütünlüğünü korurduğunu görürseniz şunu unutmayın. Sizler ruhunuzu yitirmişsiniz. Bedenizden çok sakatlanmış duygularınız nasıl işleyecek, varlığı olanaksız hangi duygularınızla gözlemleyeceksiniz bu kaybolmayı.

Çok merak ediyorum?

Ruhunuz yok!

Ölümü, sel gibi giyin üzerlerinize, gün geçtikçe suyun üzerinizden aşındırdıkları ile yaptıklarınız, ruh temelinize inecek. Üzerinde yükseldiklerinizin, bilmediğiniz o eşsiz güçlerinin farkına varamayacaksınız. Apansız yayılan bir biyolojik silahın etkileri gibi, yitirdiğinizde şişkinliğinizi, tekrar onların gerçekleri boy gösterecek. Bulundukları yerlerinden kalkacaklar ve sizlerin pisliğinizi isyan olarak yüzlerinize sıvıyacaklar.


Tatlarla ve iç içe geçmiş, dolanbaçlı labirentlerle yüklü bu isyanı yaşayacaksınız. Ölümünüz yakındır, fentleriniz artık suyun üzerine çıktı. Kaybettiğiniz su perileri örtemeyecek artık sizlerin yoksunluklarınızı, size acıyacak tek olgu ölüm olacak gelen yıkım ile...

Yıkım geldiğinde, işkence çekeceksiniz, ölüm sizinle münazaraya girmeyecek, sürüm sürüm sürüneceksizniz ruhsuzluklarınız ile. İşte o zaman üçüncü melek çıkacak. Geçmişinizi sizin çizdiğiniz tablolarda gözleriniz önüne getirecek. Ve ne kadar yitik kişilikler olduğunuzu görecek, sizi yükseltenlerin, isyanının başarısı ile "Neresinde benim varlığımın düşüncesi?" diyeceksiniz. -Çünkü düşünecek bir bilgi birikiminiz yok, sahip olduğunuz düşünce paketleri sizi yolda dımdızlak bırakacaktır. Uyanın-

Ve gelen üçüncü meleğin size sağladığı ölüm ile kutsanacaksınız. Bir daha ebediyen dünyaya gelemiyerek.

Unutmayın sakın, size alt tabakanın sağladığıklarını. Hatırlamazsanız öleceksiniz.

Ölüm size son bir iyilik ise; bir kere öldüğünüzde, bir daha varolamayacaksınız. İşte bu size ölümden armağandır.

LiberterKedi

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Kork/u olsa-da, kaybet)mek d-aha- acı

Kork/u olsa-da, kaybet)mek d-aha- acı

Kelimelere dökemiyorum -korku çok ürkünç olsa da, kaybetmek daha acı- yaşadıklarım hep ayaklarımı gövdemden bir adım geride tutmamı fısıldıyor. Acı, korku, ihanet ve üzüntü yaşanmaması mı gerekiyor, yaşanması mı gerekiyor?

Sonu gelmeyen bulmaca kutuları gibi bu.

Kendimi çizdiğimi sanıyorum konuşurken. Sözlerimi kendi kendime dillendiriyorum sanki. Bir sanrı mı bu içerisinde kaybolduğum, kalvyede parmaklarım titrerken bilmiyorum, nasıl bişey bu garip bir mutluluk, derin bir acı içeriyor ruhum, nasıl birşey bu...

Tanımıyorum...

Tanımlanamayan morfemler var dilimde ama diyorum ya korkuyorum.

Yok acısı, yok salatası bunun karmaşıklığında belli ki dahinin akıl labirentindeyim. İçimde bir ayna, zamanın ruhu göz kapaklarımın arkasında kaçırıyorum onu. Ama dökemiyorum bunu. Anlatamadıklarım, söyleyemediklerim düşündükçe griftleşiyor ve ben gitgide içinden çıkılacak bir durumun ortasındayken kendimi boşluğa bırakıyorum. Bu hazzı yenmek tanımalaya bilmek adına.

-e bilmek,

-a bilmek

aslında tek gerçek hiçbirşeyi bilmemek...

İyi mi?

Kötü mü?

Sorunlarıma sorunluca, karmaşıklıklarıma dahinin akıl labirentinde yer alarak enjekte ediliyorum. Ve korkuyorum sanrılarımdan...

Ben bir deliyim bu dünyadan olmayan, anlatamadıklarını kelimelere dökemeyen bir deli.

"korku çok ürkünç olsa da, kaybetmek daha acı"

LiberterKedi

Saçmalama!

Sokak isimlerine
yazılar yolladım.
Kendimi gömdüm
sokak lambaları
ardına.

Sensizliklerimde
azrail yoklamaları
ile irkildim.

Bunun
farkında
mıydın!

Saçmlamak işte
böyle bişey.
İçinden geleni
anlatamama,
karşındakinin
aşağılamasıdır
kişiliğini...

LiberterKedi

Susku Ve Çığlık

Dedim başka dünyalıyım diye...

Birileri beni bu dünyaya çağırdı. Kurguladığım bir hayatın, ölüm öncesi sessiz haykırışları bu imgeler.

Sen bugünümde yokken ruhum tanımsızlaşıyor. Sızlaşıyor acı ile. Dengesizliklerin sizsizlikleri belki. Anlam yükledikçe manasızlaşmaları yüreğe dökülü veriyor ve yürek dökümü sessiz imlerim ayalarımın altına düşü veriyor. Acınmasız sokaklara atılıyorum. Atılıyor, yargılanmadan asılıyorum. Acaba neden bu dünya böyle merak etmiyorda değilim...

Plastik dünya bu dünya. Bir ateş attın mı ortasına hemen yanıyor, yeni bir form alıyor ve değişiyor. Sistemin bu kadar cıvıklaştığı dünyada. Tek yaşama sebebim ne diye sorarsan hayatımda hatasız tek vereceğim cevabı yüreğinin derinliklerinde bulacaksın...

Susku ve çığlık, sızlaşıyor...

LiberterKedi

25 Temmuz 2008 Cuma

Tüm Aşklarda Gizli Olan...

Fantezi: Hayallerinde onu hissetmek, yüreğinin tam ortasında, bacaklarının arasında sıkışıp kalmak, onun teninde, derisinde, bedeninde yok olmak- ölmek gibi- fantezidir.

Arzunu o olarak yaşamak, kanında vaftiz olur gibi, onunla karşılıklı irkilmelerle biz olabilme; vahşi bir his değil, tuhaf bir hazdır sevişmek, onun ruhunun tıkanması gerekn boşluklarında. Bu hem acı verir, hemde sevindirir. İki yol arasında ki en kısa mesafedir anlattıklarım... Anlayabilmek, anlam yükleyebilmek, belki de zor olanı seçmek hayallerinde onunla bir olmak, olabilmek işte bu böyle bişeydir.

Herzaman bu kadar toz- pembe değil. Göze kaçıp ovuşturmamıza sebep olur, ardından kan çöreklendirir üzerine. Bu bir zehirlenmedir. Yaşamımız boyunca karşılıklı bir çok sefer olduğumuz bir durumun aynadaki görüntüsüdür. Yerilmek insan doğasındaki karşılaşabileceği en doğal olgudur. Bireyin ekolojisinden ötürü...

İnsanın ruh ekolojisi, mezar ürkekliği ile sınırlandırılıyor kendince. Ahir korkusu, hesap güdüsü ürkekleştiriyor onu. Ama o bunun farkında değil. Düşüncede yapılan onca günah ve fantezi ahlakın, düşüncenin ve erdemin genelleştirilmesiyle sığlaşıyor. Budala bir hal alıyor, mavi sulara atlar gibi karısının üzerinde yolculuk edenler mi erdemli, sevdiğinin ruhunda gezinen, tenininde ölenler mi ahlaklı. Düşündürücü- Aslında tek gerçek sev-iş/mek!-

Tıpkı bir devrim gibidir sevişmeler, kanla başlar, bir damla göz yaşı ile sulanır, bir hayat ile yep yeni bir form alır. Böyle bir sarmalın elementleriyiz biz. Makinalaşmaya alışık olduğumuzda, tahrik edilmedikçe susma hakkımızı kullanıyoruz. Tepkisiz ve hareketsizce. Issız bir sis içerisinde yitirdiklerimizi görüyormusun?

Yok!

Toplumsal yargılanma korkusu, eşitsizlik, bir çember. Sonu olmayan, korkusuz yatak gıcırtıları her evde var. Yataklar da patlamaya hazır onca mayın gibi olan insan, gerçekte bu kadar ahlak polisliğine düştüğünde hiç samimi gelmiyor...

Cinselleşmiş dünya yitikleşiyor ahlak dürtüsüyle. Kimse duymuyor ve sorgulamıyor. Sevişme ve fantezi acaba bedenlerde mi sadece hissiedildiğinde gerçektir. Ruh sökümleri, tan ağırmalarındaki o mutluluk nasıl bilirmi hümanite?

Sanmaların ardından gelen sınırlandırmalar ile en güzeli habersizce rüyalarında ona sahip olmadır. Sevgi/Seks reaksiyolojisi böyledir.

Haksızmıyım?

Kor/k-sus)ma

Korkuuuu....

Büyük bir
yol ayırdımı,
gölgelerindeyim
umarsızca.
Hayatının kalemi,
kederinin pusulasıyım ben.
Tam içinde,
ruhunda bir
yerdeyim.
İşte sana
cevabım...

....susmaaa

... da, ruhumda
saklı isyanlar,
bende ki senin
izdüşümlerin,
çok acı...
dil eylemleri,
ruh protestoları içerisindeki,
dingin bir o kadar da asi
bekleyiş,
göz kapaklarının
ardında gizli...

Acıııı....

Aynayım ben,
kelimelerini sana
yansıtan,
ruhunum ben.
Hislerini tokatlayan.
Ben ruh dibine
serilmiş bir paspasım,
üzerime basıp geçsen de,
anlayamayacağın hislerin
karmaşasıyım.
Dünya'da varolmayan
deli bir uzaylı.

Nasıııı....

Bağır ruhunun tan sökümlerine.
Giremezsin; gölge
düşmez köşelerime,
bakirliğini muhafaza etmiş
beyin labirentlerime.
İstediğin kadar çek oltan ile
dilimden kelime,
neye yarayacak.
Beni ben yapan şeyler
tükenmeye yüz tuttuğunda,
gidecek yer kalmadığında.
Gölgeni nereye
sereceksin?

...ürkekleştiriyor...

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Mastürbasyon

Ellerinden kayar gider zaman.
Hislerin hayallerine çarpar,
bedeninde ki titreşimler ile,
birden rahatlayı verirsin.

Artık ne ileriyi,
ne geriyi,
ne zamanı,
ne ötekini,
ne sonu,
ne diğerlerini,
ne olabilecekleri
düşünürsün.

İşte böyle bir şey mastürbasyon.
Tek kişilik, tek perdeli bir oyun gibi
geride kalan ise nemli eller.

LiberterKedi

22 Temmuz 2008 Salı


Rüzgar hızlıca, iç/lice sana doğru
sürüklendiğinde,

saçlarını bırakta savursun.

Yağmur usulca tenini
okşadığında,kaçınma damlalardan.
Tenine dolasınlar beni.

Sende buharlaşayım.

Saman isyanları gibi bir sevgimi arzuluyorsun. İnanmıyor ve hissetmiyormusun bendeki senin izlerini. Günlüğüme karaladığım onca ...saklı isyanı dillendirdiğim imgelerimi tanı. Tedavim benim senin hayallerimdeki görüntülerin. İsyanım sana olan özlemimin bende oluşturduğu dayanılmaz acılar. Ümidim sana özgür değilken sağlayamadıklarımı sınırsızca yaşatmaktır, bunu bil yeter bana...

Vazgeçirtmeyecek benden seni bu keçilikler...

Unutma! Ben bir deliyim. Ben bu dünyadan değilim. Ve hücrem senin sevgin.

LiberterKedi