Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2008 Salı

Sağır Yarasa

Kalemi kırılmış umutlarım bugün öldü..

söz yitimsiz, kelime yetersiz...ne söylenir.

Konuşma ki duysun, gözlerinin bağırmak istediğini...

Yoksulluk ardılı, varlık görüntüsündeki fakirliğim ben. Şimdi lambamda gizliyorum umutlarımı.

Acaba ovalarsam çıkarsam içerisinden olmasını istediklerim, bilmiyorum? Ürkek ve çifterli bir ruh yapısı haline sahibim...

Rüzgarın yüreğime jiletlediği o eski serin, titrek sevgimi özlüyorum. En azından varlığımı onuyordum onunla. Yalansız bir kaç kelime bile yetiyordu anlaşmaya. Anlaşılmama güdüsünü taşımadan yoksulluğum zenginleşiyordu. Karşılıklı diyaloglarımızdan. Ama ya şimdi.

Suçlama ve gerisinde saklı tutma, umarsızlık:

Tamamiyle Yalan Olmuş Herşey!


Yalan bir ironi.

Sözlere işlese de, içerisinde barındırdığı terslikler bize gerçekleri üfürüyor.

Ama

gör
-e bil
e
n
e
....

Herkes sağır bir yarasa bugününde...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

O/labilme Aşkı

İnsan inandıklarıdır.

Neyin sevdasına düşmüşseniz, tutulduğunuzsunuzdur. Yeri geldiğinde olmak istediğinizi inkar etmeye kalksanızda. Siz kimi zaman;

bir zengin

bir patron,

bir yönetici,

bir mesih,

bir peygamber,

bir tanrı görünümde sıradan kişilik)lersiniz.

Sorununuz sadece yönetebilme aşkı.

15 Ağustos 2008 Cuma

M.K.Atatürk - G.B.Shaw Ve Özgür(lükçü) Dil Üzerine

Kendi dilini bilmeyen başka bir dil öğrenemez.

Bu tümceyi George Bernard Shaw' dan okumuştum önce. Geçenlerde gerçekten bunun böyle olduğunu anladım.

Başka bir dili araştırırken ya da öğrenmeye çalışırken kendi dilimize hakim olmalıyız. Ve bunun üzerine birşeyler karıştırırken aklıma şu geldi:

Ne kadar dilimize hakimiz.

Aslında bu sorun günümüzde, toplumumuz içerisinde etrafımıza baktığımızda bize gerekli ön çalışmalara yardımcı olabilecek argümanları veriyor. Fakat daha da derine inmek gerektiğinden. "Toplumun bölündüğü sınıfların arasındaki dil çatışmalarını göz önüne alarak" incelemeliyiz diye düşünüyorum.

Düşünün gündelik yaşamınızda üst düzey bir yetkilisniz bir şirkette. Ve bir konu hakkında gerekli anlatımları yaparken, üç beş kelime ile yaparsanız ne kadar inandırıcı ve kabul edilir bir yapınız olur? İnsanlar sizin anlatımınızdan etkilenmeli ve onları yönetebilmelisinizdir. Kafalarında imgeleriniz ve betimlemeleriniz ile çizmelisinizdir anlatımlarınızı. Bu hem bulunduğunuz statüden de kaynaklanır, hem de yaşamınızı sürdürdüğünüz hiyerarşidende. Bu yüzden diliniz akıcı, üslubunuz çok perspektifli ve vurgularınızı mimikleriniz ile de ifade edebilmelisinizdir. Bunun sebebi dediğimiz gibi içerisinde yaşamınızı idame ettirdiğiniz, statünüzden kaynaklanmaktadır.

Bunun içinde dilinizi iyi kullanmanız, dilinizin bağımlısı olmalısınızdır.

Bunu yapmak için de gerekli yaptırımlar kitap okumak, çeşidi iyi kavramak, dilin labirentlerinde iyice kaybolup sonra çıkar yolu için savaşmak gereklidir. İşte bunları yaptığınız takdirde, sizde iyi bir yönetici, dilinizinde iyi bir savunucusu, hakimi olursunuz....

Bu yüzdendir ki inkar edilmez bir gerçek yönetim birimi içerisindeki birçok birey kendini iyi betimleyen bireylerdir. Fakat bu demek değildir "toplumda yönetilenler kendini anlatamaz, betimleyemez". Aksine daha iyi yapar, ama bunu öncelikle yaparken aydınlanma sürecini tamamlayarak gerçekleştirebilirler.

Buraya kadar anlattığımız imgelerin çokluğu, kendini ifade edebilme durumunun nasıl sağlandığı ve toplumsal düzeyinizin gerektirdiği yapısal durumunuzdu. Şimdi bu toplumsal düzeyi, toplumun geneline yayarsak ve sıradan bir dil yapısını inceleyecek olursak. Aydınlanma süreci içerisinde kendimizi nasıl ilerletebiliriz konusunu irdelersek, ve bunu nasıl yaparıza gelirsek?

Bunun örneğinide Türkiye Cumhuriyet' inin kurulduğu yıllardaki dil politikası oluşumuna bakarak ele alalım.

Osmanlı güdümünde çok uluslu bir yapı mevcuttu biliyorsunuz ki.

Bunun için saraya yakın kesimler Fransızca, Arapça, Farsça ve Türkçe konuşurken. Halk genelikle Türkçe konuşuyordu. Gelişimini ise hormonlu bir şekilde lehçelerden alan halk dili, yeri geldiğinde bugün ingilizceden dilimize empoze edilen kelimeleri o zamanlarda lehçelerden alıyordu. Bu şekilde düzensiz ilerliyordu türkçe. Ve yapısal çokluğu içerisinde barındırıyordu. Ama düzensizce.

Bunu gören Ulu önder M. K. Atatürk Eğitim devrimlerini ve dil devrimlerini bu yönde ilerletti.

Bunu yaparken öncelikle milletin genelinin konuştuğu dile bağlı olarak, bu dile uymayan arap dilinin alfabesi yerine latin alfabesinin getirildi harf devrimini getirdi. İmla ve harf devriminin sağlıklı bir şekilde yürümesi için, dilin düzensiz gelişmemesi için bir dil komisyonunu da oluşturmayı ihmal etmemiştir bu koşullar altında. Harf devrimini gerçekleştirirken Atatürk şu sözler ile duygularını ifade etmiştir.

Sevgili Kardeşlerim,

Huzurunuzla ne kadar bahtiyar olduğumu izah edemem. Duyduklarımı tek kelimelerle ifade edeceğim: Memnunum, mütehassisim, mesudum. Bu vaziyetin bana ilham ettiği hissiyatı huzurunuzda ufak notlar halinde tesbit ettim. Bunları içinizden bir vatandaşa okutacağım.


Atatürk ellerindeki küçük notları orada bulunan bir gence verdikten sonra, tekrar alarak şu sözleri söylemişti:

Yurttaşlarım, bu notlarım Türk harfleri ile yazılmıştır. Kardeşimiz bunu derhal okumaya teşebbüs etti ve okuyabilir de. Ancak henüz tamamen istinas etmemiş olduğu görülüyor. İsterim ki, bunu hepimiz beş, on gün içinde öğrenesiniz.

Arkadaşlar, bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harflerile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığımızın âsarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna kat'iyetle eminim.

Yeni Türk harflerile yazdığım bu notları bir arkadaşa okutacağım, dinleyiniz..
Atatürk notlarını Bolu Mebusu Falih Rıfkı' ya vererek okutur ardından.

İşte burada Atanın yapmak istediği geneli muassırlaştırmak ve dilin gelişimini düzgün bir eksen içerisinde yürütmesini sağlamaktı. Herkesin yöneticiler gibi konuşmasını istemesindendi. Bunu yaparken dilin o özgür ve özgün yapısını: Sanat ile, bilim ile ilerlemesini istediğinden eğitim politikalarınıda ulusal bir eksende izleterek, toplumun geneline ulaşmak adına, kendisi bizzat yürütmüştür. Bunu yaparak ilk öğretmen ünvanını eline almıştır!

Buradan yola çıkarak iyi bir dile sahip olmak istiyor ve başka dillerede hakim olmak istiyorsanız öncelikle kendi dilinizin yapısını iyi kavramalısınız. Yıllardır bize öğretilen ve bizim göz ardı ettiğimiz edatlar, tümleçler, yüklemler, büyük ünlü, küçük ünlü uyumu bu yüzdendir.

İdeolojik kisvemizden sıyrılarak dilimizin boyundurğu altına girmeliyiz. İyi kavramalı ve içerisine iyi nüfuz etmeliyiz. Başka dillere ancak bu şekilde açılabilir ve hüküm edebiliriz. Yoksa aksi takdirde sömürü milleti olur çıkarız!

Toplumun her kesiminde diline hakim bireyler oluşturduğumuz takdirde, başka dilleride öğrenebilir, ve onların boyunduruğu altına girmek yerine, biz onları boyunduruğumuz altına alırız.

İşte bu yüzdendirki özgürlük dile hakimiyetle başlar. Aslında Shaw' da, M.K. Atatürk'te dilin iyi öğrenilmesi konusunda bunu savunuyor. Bu yüzden bizimde dediğimiz

Başka dilin dilencisi olacağına, kendi dilinin öğrencisi ol.
.. buna bağlı olarak anlatımımızın temelinde olan, dilin iyi bilinmesi gerektiğini, ve özünün iyi öğrenilmesini gerektiğini savunuyoruz. Çünkü özgürlük fikirde başlar, dilde şahlanır, bilim ile, sanat ile yol alır.


LiberterKedi

12 Ağustos 2008 Salı

Sonu Bestelenmemiş Senfoni...

Ekmek kırıntıları gibi hayallerime dağılmış, ufak ve sertleşmiş umut kırıntıları, yarınlarda ki sanrılarıma işlemiş.

Belkilere dayalı bir belirsizlik.

Sürekli yanlış yaşama boyun eğmek oluyor cezalarım.

Fısıltılar kulağıma seni üflüyor ve ben ürküyorum.

Yastığıma sarılıyor ve kendimi gömüyorum ona. Hıçkırarak ağlıyor ve yarınıma sesizce haykırıyorum seni. Ama sesler duyuyorum, ruhumu ele geçirmek isteyen ve bunun için beynimde uğuldayan sesler. Ve sonra...

( - )

...sözler parçalanmış,
üzerleri aşınmış
ve klişeler içerisine
sığdırılmış hayat.

Benim düşlerim,
benim hayallerim,
benim umutlarım
nasılda param
parça,
ben(ci)lce..

...kim düşünebilirdi ki,
rüzgarın peşine
takılan tozun,
bedenimde
seni çizeceğini.
Ardıma seni
yükleyeceğini,
tıpkı geleceğimde
olduğu gibi..



Hiç şüphe etmedim,
kübünde bekllettiğim
şarabım olan sana
bestelediğim o
mistik ezgi ile,
aşkımızın senfonisini
birlikte besteledik
sevdiğim
unutma...

( - )

Ruhumuzun sürgüne gittiği yerde olan sensizlik, ve çarpık gelişen yaşamımız ardından buluştuğumuz o kasvetli karanlık mekan. Y(üre)ğ-imiz deki -iz- artarak devam ediyor sevdiğim.

Ben dilediğinin yerin ötesindeyim, benliğimin ilerisinde, gözlerinin berisindeyim. Unutma rüyalarında kulaklarına işleyen senfoninin içerisinde biryerdeyim. Notaların öbeğinde, hayallerinin göbeğindeyim..

Sonu gelmemiş senfoni...

LiberterKedi

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Artık Gel!

Konuşurken sanki ruhumun notalara dökülmesine yol verirdin sen. Sensizliklerimin katiliyim bugün hayallerimle yaptığım iş birliği ile.

Konuşmak istesem de, bu büyüyü bozacağım korkusuyla. Perdenin ardında gizlerdim kendimi. Ardından sen, ürkek bir buse bırakırdın bana bakışın ile. Ve utanarak içimden sana "Seni Seviyorum"derdim kelimelerimin karnına gömdüğüm yasak çocuğumuz ile.

(...)

Dudaklarında kalan hayırlar, birer şüphe tohumu gibi, zihnine yerleşsede. Sen benim baharımın başlangıcıydın her daim. Dudaklarında canlandırdığın bana karşı söylemlerin ise, hayatıma kattığın oksijenimdi sen farkında olmasanda!

Sözlerin bu sıcak yaz akşamlarında, içimi ürperterek uçtu ve gitti uzaklara. Yokluğunun yüreğimi bitkisel hayata sokması ile, yoksul kaldım kendimde. Her buluşmamızın bitişi ile. Otobüsün camına yasladığım umutlarım ile, görüntünün uzaklaşması beni mezarlarıma gömdü diri diri...

Son baharımız olan bu günlerimde herşey kuru bir sarılıktan ibaret bilmesende...

...basamak basamak olmuş. Hayatımın daha başında olmama rağmen, ortasına gelmeden yaşlandım sensizlikle. Yüreğim kurumuş sonbahar yaprakları gibi kırılgan, yerlere serpilmiş sarımsı yapraklar gibi ölü halde. Etrafımda sıcaklığından yoksun oluşum ile üşüyorum bugünlerimde. Acaba sen notalarla çizdiğin ruhumu betimleyebilirmisin bu şekilde benim kadar...

"İnsan, insanın aynasıdır" derler ya.

Bu tam bize göre değil. Şaşırdın değil mi?

Yansıma yapamayan birbirimizin ruh sökümüyüz biz. Bedenlerimiz farklı, ruhlarımız aynı. Paramparça ruhların farklı şehirlerdeki acı, özlem, sevgisizlik, şüphe, kin, nefret, aşk ve dahası bunun gibi insani hisler bu ruh eşitliğindendir.

(...)


Kulaklarımda yaktığım sesinin küllerini. Daha sonra onları hafif bir şekilde topladım avuçlarıma.

Dört bir yanıma nüfuz ettirdim seni görmediğim zamanlarda. Söndürdüğümü düşünsende sen sevgimizin ateşini.

Ellerimi yakıyorum şimdi yüreğimde, sana kavuşmak adına....

Gözlerinin ince dokusunu imgelemek istiyorum şimdi. Yeterli kelimeleri gök yüzünden çekip koymak istiyorum. Elime aldığım ipimle kement yaparak, doluyorum urganımı bulutlara. Ve ardından ucunda idam sepham olan dünyadan ayaklarımı alıyorum sana kavuşmak, seni betimleyebilmek adına, göz kırpıyorum ölüme neşe ile...

(....)

Bakışlarının yüreğimde bıraktığı o narin mutluluk...

Umarsızca beklememi fısıldıyor, yüreğimdeki kulağıma. Oysa her şeyi unuttum ben şimdi. Hatırlamak adına kurduğum hayallerimi çaldıkları bugünümde bilmiyorum senin ne halde olduğunu. Korku-yorum-suz sızlıyorum hayallerimle baş başa...

Ya sen...

Ya sen, sevgili...

Sesini kimselerin bilmediği diyarlarda beni düşünüyormusun bu şekilde!

Gidişin ile yalnız bıraktığın bu denizcinin, yüreğinden kopan dalgaları kokluyormusun, mahkum düştüğün sahillerde.

Gözlerimden kopan tayfunları saçlarına doluyormusun sahte kavurucu mutluluklardan kurtulmak için...

Bilmiyorum, bilemiyor ve ürkmüyorum. Çünkü ben sana güveniyorum ölümüne...

Dilime doladığım türkümüzle, gelevera deresinde balıklara anlatıyorum seni şuan bilmesende...

Ve şüphelensende tek diyeceğimdir sana sevgili...

Bir deli gömleğini arzuluyor.

Artık gel!

LiberterKedi

10 Ağustos 2008 Pazar

Ürkünç Bir Körebe Oyunu

Günün öğleden sonrası
hep bitecek,

bir daha eskiyi değiştiremeyeceğiz
korkusuyla.

Tek bir düşünce hakimdi
beynimizde

Ne yazsak,
ne yazmasak...


Hayatımız içerisinde başarılı bir şekilde kurgulanıp, yazıya dökülecek onca olay varki. Bunları yazmaya kalksak özgün imgeleri bulmakta zorlanırız, yaşamımızın bütününde. Bu parçalanmışlıklar bilmem kaç parçalık puzzle gibidir.

Zihin tasarımlarımızdaki hayallerimizin bu kadar kolay parçalanması, umutlarımızın ufalanması, direnişimizin kırılması da işte bu özgün imgeleri bulamayışımızdan dolayıdır. Bunun sesli ispatı ise; bizi bu şekilde bir hayatı sürümeye iten çevresel olgulardır.
Kolayı vardır herşeyin.

Ya da alternatifi mevcutken bir çok yaşanımın, bizi bu yolda sekteye uğratan içinde bulunduğumuz ortamımızdır aslında. Değişime, devinime karşı olan zıtlığı ile tabucu savaşçılığı ile. Çünkü yeniliğe kapalı bir toplumun, göreceği yeniliklere alışabilmesi tabularından ötürüdür ki çok zor oluyor.

Bu olgunun yüzyıllar boyu böyle olduğunu, geçmişimizde defalarca gördük. Hep aynı tabuta gömülmeyi yeğledik. Yerildiğimizde vazgeçip o tabuların içlerimize nüfuz etmesine izin verdik. Kaba tabirle; günümüzde yaşadıklarımızda, fifti fifti bizlerde suçluyuz. Farkında olamadık: Dünyanın yeni olguları doğuranların, tartışanların, geliştirenlerin ve mücadele edenlerin etrafında döndüğünün. Ama biz hep onların dediklerini ya görmezden geldik, ya da anlamadan yerdik, sindirdik,. Bilmediğimiz ve üretemediğimiz halde asimile etme yolunda tabuların kontrgerillası olduk.

(...)

Biz bir sirkte yaşıyoruz şu an sadece.

İnsan kendi içerisinde, kendini eğlendiriyor. Benciliz ve bunu kabullenmiyoruz. Savaşların devamlılığı, vurdum duymazlığımız, yitirilen insanlar ve kaybolan geleceğimizi hızlıca tüketiliyoruz. Ruh abazaları tarafından bizlerin ceplerine yerleştirdiği, tecavüz paralarının gözlerimizi kör etmesi ile. Garip bir körebe oyunu oynuyoruz. Bu bir körebe oyunu... maddiyatın verdiği haz boşluklarımızı, anlık tatmin etmesi ile köreldiğimiz bir oyunun ta kendisi.

Ama bizi sömürüsü bittiğinde buruşturup çöpe atacak.

Bizler bu gerçeğin farkında değiliz.

Bizler ne yapıyoruz?

Sadece lavuklar gibi peçete tutuyoruz onlara. Önlerinde el pençe divan durararak, yaptıklarına boyun eğiyoruz / eğdiriliyoruz.

Yeri geliyor kardan adamlara sakso çeker gibi, dudaklarımızın uyuşması ile. Onların eriyeceklerini, isyanımızın şiddetli ateşi ile çok kısa bir süre içerisinde yok olacağının gerçeğini göz ardı ediyoruz. Ve bu gerçeğide yalanla değiştiriyoruz. Ama şunu unutmamalıyız ki;

yarın üzerinde yaşayabileceğimiz bir dünya kalmayacak. Eğer bu şekilde kardan adamların topluma tecavüz etmesini engelleyemezsek.

Dünya' yı bu ruh abazalıklarına tatmin için, libido noktasına erişmeleri adına kullananların, orospu etmelerine göz yumacağız, farkında olmadan.(Para karşılığında). Yaptıklarını görüpte tepki vermekten aciz duruma düşürülmüş, uyuşturulmuş bizleri ise, üzerini temizlememiz için arada bir parçaladıkları zenginliklerinin, varlık olgularını bulmamız için. Ruh kapılarının arkalarına asıyorlar.

Cebimize sıkıştırdıkları üç beş kuruş ile bizide infaale gömüyorlar(...)karmaşanın, kaosun ortasında bizi piçleştirip yalnız bırakıyorlar.

Sebebi nedir dediğimizde, bir tokat şahlanıyor yüzümüzün ortasında...ve ardılları gün yüzüne yansıyor...Maddeleştirdiğimiz tabuların kaynaklanma olgularını şunlara bağlayabiliriz:

* Ruh abazalarının arkalarında, sürüngen bir hayatı yaşamayı kabullenişimiz yüzünden...

*Yarasalaşıp gözlerimizden oluşumuza bağlı olarak, kulaklarımıza fısıldadıkları ile hayatımızın onların tasarımları etrafında dönen bir yörünge izlemesine, yol verişimizden...

* Bilgilerimiz ile şişinerek gelişmeye kapalı, eleştiri kabul etmeyen, parçalanmış tabuların biraraya getirilmesi için, ruh abazalarının savunucusu oluşumuzdan(...)

Bu saydılarımızın ardını arkasını sınırlamadan çoğaltabiliriz.

Genelinde ise bunun sorumluları, bu körebe oyununda maşa olupta, bizi tutan elleri gerçekler ile yakmayan bizleriz.

Bu iğrençlerin düşüncelerini bu kadar yaşanabilir olmasını olanaklı kılan. Fakat hala devam etmemiz ile oynadığımız bu körebe oyunu destekleyenlerin sürdürdüğü bu kontrgerilla savaşı beni ürkütüyor.

LiberterKedi

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Deli Gömleği

Vişne çürüğü tenini andıran ürkekliğinle, nereye kaçabileceğini sanıryorsun sen!

Delinin birisinin kelimelerine böyle takılmışken, neden üzerinde inatla, inançla, kararlılıkla kalarak savaşmıyorsun. Bu beni meraklandırıyor.

Baranın içindeki o pisliği dünyaya tokat atar gibi vurduğu zamanlarda vaftiz edenler, kendilerini kandırıyorlar... Unutma ki cünüp olmayan tek birşey varsa hümanite adına o da kaymemek adına içimizde üzerine çullandığımız hayallerimizdir. Nefessiz bıraksanda onlar asla sana ters gelmez, bırak kendini mavi bulutların yorganı altınada, sevişelim imgelerimizde sabahalara kadar.

Ben sen yokken vişne çürüğüyüm unutma.
Hayallerimde sensiz iken,
sessizlik içerisinde,
ürkek bir sokak kedisiyim.

Sen ne kadar beni
bu halde bırakmaya zorlasanda.
Samimiyetinin gösterdikleri ile
benden kaçamayacaksın
benim deli gömleğim.

LiberterKedi

Duydun mu lan Kafka'nın pornosu varmış!

Hayat'ta insanlar dedikoduya ne kadar meraklı değil mi.

Geçenlerde sanal ortamda dolaşırken bunun öyle bir noktaya geldiğini gördüm ki, dehşete kapıldım. Okuduğum haber Franz KAfka üzerineydi. Evet buraya kadar gayet normal görünen bu durumun beni dehşete düşürmesindeki asıl sebep bu mütevazi ama derin bir dünyaya sahip olan yazarın özel yaşamı ile ilgiliydi. Haber şöyleydi:

Kafka'nın da pornosu varmış!


Ünlü yazar Franz Kafka' ya ait olduğu iddia edilen pornografik içerikli resimler tartışma yarattı. Resimler, Londra' daki British Library Oxford' da saklanan Kafka' ya ait günlüklerin içerisinden çıktı.

Resimleri, gelecek ay piyasaya çıkaracağı kitabında yayınlayacağını söyleyen Kafka uzmanı James Hawes, "Bunlar Kafka’nın insani yönünü ortaya koyuyor" diye konuştu.

Acaba merak ediyorum?

Kafka' yı normal yazılarından bile anlamayan kişiler, onun özel yaşamından, yani uzuvlarından mı bişeyler alıp hayatlarına dair yargılar getircek merak ediyorum. Magazin denilen ve hala ne olduğunu bir türlü anlayamadığım bu tür neden bu kadar insanların ilgisini çekiyor?

Bu sanırım sosyologların çok kolay bulacağı bir olgu.

LiberterKedi

Mutluluk Dişili

Gözyaşlarımı enjekte ettim gecenin damarlarına.

Saçlarına dolandım yağmur damlaları gibi senin. Umutlarımı yüreğine sardım kasnağın gibi. Ve yalnız değildim yine bu hain gecenin içinde.

Karanlığın ortasında duran deniz feneri gibi yalnız olsamda gerçekte. Yüreğimde taşıdığım hayalinin imleri gözlerimin ardında parıldıyordu. Yoksul yalnızlıkların en kabul edilebilinir olanıydı senin beynimdeki imgelerin.

Gecenin derininde bir rüzgar eser, sokağın başından, yüreğimdeki senin hayalinin çıkması doğurur o rüzgarı. Acı ile bir kaç kasılmanın ardından gözlerin gözlerime sahip olur bu vakitlerde...

Mistik bir hikayenin ardılları...

Kamelyamda otururken, hayallerimi serdiğim çimenlik üzerine düşen imgelerin mutlu ediyor beni. Umutlarımın dizildiği çardaklar papatya kokulu, çilek tazeliği dudaklarını anımsatıyor. Nehirlerin yardığı yatakların beni götürdüğü derinlik ise, gözlerine doğru yol alıyor usulca. Kokunda saklı arzularımız Nietzsche' nin migren ağrılarına benzer gibi görünse de. Bizi biz yapan zorluklarımızdır ontolojik dengemizi sağlayan bu haz duyguları ile...

Şarap şişelerinin diplerinden kalma içtiğimiz mevsimsiz aşk.

Ölümün önünde yayılan; devrik sevişmeler gibi olan sevgimiz. Cümle düşüklüğünden kaynaklanan yürek savunması ömrüm. Yaşlı bir adam gibi kırş kırış bir yüzeye sahip.

Kuşlar, düşler, çiçekler, kamelyalar üzerine kazındığım yağmur damlaları anlatacak beni sana. Kapılma saatleri olmayan, basamaklarında ateş püfürdeyen merdiveninin dikilmiş penisine aldırmadan. Çekip giden bir ben, aynı göletlere, denizlere, nehirlere coşarken, irkilen hayalerin ürkmesin. Fısılda kulaklarına onların. Zorlukların ardından göz kırpan mutluluk dişili üremeye hazır bekliyor bizi.

Gelip seni kurtaracağım.

Özgür olunca.

İnan.

LiberterKedi

8 Ağustos 2008 Cuma

Öykü...

Fark Eder Mi ?

O kadar çok düşünüyorum ki bu aralar...

Kafamın patlamasından ve o saçma, kendini bilmez fikirlerimin etrafa dağılmasından korkuyorum…

Dağılırsa dağılsın mı?

Yok yok dağılmasın…

Anlamasınlar ne kadar “güçsüz” olduğumu…

Ne kadar “sağlam” durabilmek istediğimi hayata karşı…

Ama hep yenildiğimi, her engele takılıp düştüğümü, anlamasınlar işte…

Diyecekler ki : “ Her engel insanı büyütür kızım… “. Olmuyor işte, o engeller beni daha çok boşluğa çekiyor, daha çok bilinmeze sürükleniyorum. Ve evet sonunda daha çok uzaklaşıyorum kendimden…

Kendimden uzaklaştıkça da şu sorular beliriyor küçük aklımda :

… “Ne yaptım bu dünya için, kendim için?

Ya da olmalı mıyım bu dünyada?

Olsam, olmasam fark eder mi?

İhtiyacın var mı bana dünya?

“…Daha kendini bulamamış bir insan, daha kendi "özgürlüğünü" betimleyememiş bir insan…ha dünya sorarım sana fark eder mi senin için varmışım yokmuşum?


Ah şimdi fark ettim aslında kafam patlamış…

Baksanıza dökülmüş, her yere saçılmış fikirlerim…

O zaman söyleyeyim artık kafamdakileri.Ben sadece şu hayata karşı "sağlam" durabilmek istiyorum… Ve artık benim de bir öyküm olsun istiyorum, kendi "özgürlüğümü" betimleyebileceğim bir öykü….

Ezoo

...martılar eşliğinde....

Martılar sana getirecekler mektuplarımı, gökyüzündeki bulutlar üzerine tünetecek ve seni bana kanatlandıracaklar.

Acılarımızın birleşiminin çıktığı noktada, gözlerindeki o usul sevgi kıpırtılarının yansımasıydı ve ardıl yürek titreşimleriydi seni bana kazıyan. Mıh gibi beynime çakan...

Kanatlanacağiz güzel günlere birlikte beraberce ve martılar eşliğinde...

Ezoo

Ne Kadar?...

Beklemek çok acı veriyor.
Dahası her bekleyişin
sonu gelişlerin,
kısa süreli benim
oluşların,
ve arkanı dönüp
gidişlerin...

...her defasında bilmek,
gene gideceğini
ve bile bile seni seninle
yaşamak doyasıya...
ve bir o kadar da
aç kalırcasına…
daha ne kadar
dayanılır ki…

Ezoo

Oyun...

Bir oyunsa
yaşadıklarımız.
Oyunumuzda özgür
olmalıyız çocuklar gibi,
Sadece şarlatanlıksa
tattıklarımız
Hapsolalım kurallara,
mühim değil...

Ezoo

Sen...


Sen gidince , ağzımda bir tat kaldı acımsı
..kulaklarımda bir tını kaldı cılız...
ellerim sahipsiz kaldı kurumuş yaprak gibi...
gözlerim görmeye devam etti evet...ama sadece siyah rengi...
Sadece burnumda kokun kaldı, o kendine has bebeksi kokun...
Sen gittin ama kokun hala yanımda…


Ezoo

Hayatımıza Dair Yazı Tasarımları...

Hayatımın tasarımını yapmam gereken yılların, hüküm sürdüğü bir dönemde bulunmaktayım şuan.

Herşeyi objektif bir biçimde değerlendirip, bütün olabilecek hatalara karşı, toleranslar bırakmak zorundayızdır bu dönemlerde. Bırakılan toleranslara bağlı olarak gerçekleştireceğimiz tasarımların sonuçlarını düşünürken. Kendimizi bencilce bir yapıdan uzak tutmalıyız ki; hayatımızda olabilecek değişikliklere anında ayak uydurabilelim. Bunun da temelinde, bireysel özgürlüklerin sağlanmasının alt yapısını olumlu kılmakla mümkündür.

Mezuniyet...

Yaşamımız içerisinde ardıllı bir şekilde, hayatımıza yön verme eksenimizin belirlenmesinde, önemli rol oynayan tekrarlı zamanlardır bu dönemler...

Tasarımlarımızın hep bu anlarda bitmesi gerekirken, her zaman bir yerde eksikliklerimizin baş göstermesine engel olamıyoruz.

Aslında bu anlık tekrarlı yaşamsal zamanların, nasıl geçirileceği iyiden iyiye belirlenmiş bir halde olsa da. Sahip olduğumuz ön yargılar neticesinde gözümüz kör bir eşşeğinki gibi sadece açık bir halde, hiç birşey görmeden ilerler gibi duruyor.

Yaşamımızda ki bize dair tasarımlarda, herşey bu kadar açıkken neden mi başarısız oluyoruz?

İşte bunun çok açık olarak kaynağı bellidir ki; ekolojimize bağlı olarak yön verdiğimiz bireysel özgürlüklerimizdir.

Bireysel özgürlüğünüzü nasıl başkalarına bağlı olarak karara bağlayabilirsiniz ki. Burası münazara edilir bir haldedir. Eğer buna reddiniz yokta, bu durumun mümkünlü bir halde olduğunu düşünüyorsanız. Size tek söyleyeceğim, sizler yaşamınızın: Olumlayıcı kesimini bitirmiş, işlerinizde bağımlı hale gelmişsinizdir.

Sözle eylemin imkansızlığı, bireysel yaşamlarda ki aynı eksenin gidilememesinden kaynaklanır. Eylemle hayırı elde edenlerin asıl başarısızlığının temelinde, düşünememek yatar...Bunlar da şimdiye değin sürüp gelen değerlerin yenilenmemesi, büyük savaşlara gireme korkusu ile kazanılamamış kaybedilmişliklerdir.

Son karar gününün belirlenmesi.

Bu arada, yavaş yavaş etkilendiğiniz çevrenize göre belirlediğiniz tasarımlarınızın profilleri, artık gün ışığına kavuşmuş ve gözle görülebilinir halde sizin yaşamınızı idame ettirmenize yardım etmek üzere çalışmaya başlar. Bir sistemin yaşamınıza sizin isteyerek ya da çevresel etmenler ile hayatınıza empoze ettiğiniz hale gelmesi işte bu noktada belirginleşir. Kendime yakın gördüklerimi, güçlerine dayanarak bu yok etme işinde bana yardımı dokunabilecekleri arayıp başarılı olmak istiyorsanız. Çevresel faktörlerin oluşturduğu ön yargı kalıplarını, genelleme kabuklarını parçalamanızın zamanıdır bugün.

İşte o günden beri, yazılarımın balıkçısı oldum, hayatımdaki bireysel özgürlüklerin savaşçısı olarakta sözcüklerimin her biri bir oltadır: Kim bilir belki de olta atmakta herkesten ustayımdır?

Çoğu zaman olatamın ucuna yem bulamasamda, denize her zaman salladığımda, denz içinden oltama bir damla su takıldı. Oltama hiç bir şey takılmamış gibi görünsede bu benim şansızlığım değil. Evet evet suç benim değil artık. Çünkü hayatında bir çok kişi bireysel özgürlüğünden feragat etmeyi kabullenmiş.

Denizde tek özgür kalan ise, hırçın dalgaların ardından sıkıca dalga kıranlara çarparn damlalar olmuş. bunun sebebi ise...

Denizde balık yokmuş...

LiberterKedi

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Sev(iş)Mek Reaksiyolojisi Üzerine

Fantezi: Hayallerinde onu hissetmek, yüreğinin tam ortasında, bacaklarının arasında sıkışıp kalmak, onun teninde, derisinde, bedeninde yok olmak- ölmek gibi- fantezidir.

Arzunu o olarak yaşamak, kanında vaftiz olur gibi, onunla karşılıklı irkilmelerle biz olabilme; vahşi bir his değil, tuhaf bir hazdır sevişmek, onun ruhunun tıkanması gereken boşluklarında yok olmaktır. Bu hem acı verir, hemde sevindirir.

İki yol arasında ki en kısa mesafedir anlattıklarım... Anlayabilmek, anlam yükleyebilmek, belki de zor olanı seçmek hayallerinde onunla bir olmak, olabilmek işte bu böyle bişeydir.

Herzaman bu kadar toz-pembe değil.

Göze kaçıp ovuşturmamıza sebep olur, ardından kan çöreklendirir üzerine. Bu bir zehirlenmedir. Yaşamımız boyunca karşılıklı bir çok sefer olduğumuz bir durumun aynada ki görüntüsüdür. Yerilmek insan doğasında ki karşılaşabileceği en doğal olgudur.

Bireyin ekolojisinden ötürü...

Fakat bu sukunetli küfürlere aldırış etmemek gerekir çoğu zaman sıradanlaşmama adına.

İnsanın ruh ekolojisini, mezar ürkekliği ile sınırlandırılıyor kendince. Ahir korkusu, hesap güdüsü ürkekleştiriyor onu. Ama o bunun farkında değil. Düşüncede yapılan onca günah ve fantezi ahlakın, düşüncenin ve erdemin genelleştirilmesiyle sığlaşıyor. Budala bir hal alıyor, mavi sulara atlar gibi karısının üzerinde yolculuk edenler mi erdemli, sevdiğinin ruhunda gezinen, tenininde ölenler mi ahlaklı.

Düşündürücü- Aslında tek gerçek sev-iş/mek!-

Tıpkı bir devrim gibidir sevişmeler, kanla başlar, bir damla göz yaşı ile sulanır, bir hayat ile yep yeni bir form alır. Böyle bir sarmalın elementleriyiz biz. Makinalaşmaya alışık olduğumuzdan, tahrik edilmedikçe susma hakkımızı kullanıyoruz.

Tepkisiz ve hareketsizce.

Issız bir sis içerisinde yitirdiklerimizi görüyormusun?

Yok!

Toplumsal yargılanma korkusu, eşitsizlik, bir çember. Sonu olmayan, korkusuz yatak gıcırtıları her evde var. Yataklar da patlamaya hazır onca mayın gibi olan insan, gerçekte bu kadar ahlak polisliğine düştüğünde hiç samimi gelmiyor...

Cinselleşmiş dünya yitikleşiyor ahlak dürtüsüyle.

Kimse duymuyor ve sorgulamıyor.

Sevişme ve fantezi; acaba bedenlerde mi sadece hissiedildiğinde gerçektir.

Ruh sökümleri, tan ağırmalarında ki o mutluluk nasıl. Bilir mi hümanite?

Sanmaların ardından gelen sınırlandırmalar ile en güzeli habersizce rüyalarında ona sahip olmadır.

Sevgi/Seks reaksiyolojisi böyledir.

Haksızmıyım?

LiberterKedi

En İyi Türk Romancısı Anketi

Blogumuz üzerinde düzenlemiş olduğumuz anket sonucunua göre en iyi türk romancısı sn Yaşar Kemal seçilmiştir. Sıralama şu şekildedir.
1 - Yaşar Kemal




2 - Oğuz Atay



3 - Sabahattin Ali



Kemal Tahir



olmuştur.

Retorik - Aristoteles

Retorik ve Poetika' nın, birbirine koşut çizgilerde ilerleyen ya da birbirini tamamlayan yapıtlar olduğu pek düşünülemez. Ele alındıkları düşünce tarzına bağlı olarak, karşılıklı ilişkiler içinde olabilirler de, olmayabilirler de.

Aristoteles, kendisinden sonra gelen kuşaklar boyunca, her iki alanda da bir yetke olacaktı; adı ve saygınlığı, iki konuyu bir arada götürmekte rol oynayacaktı. Bunun bir nedeni, şiirin, Retorik' te tanımlayıcı, betimleyici bir gereç kaynağı olarak Aristoteles’ in işine yarıyor olmasıdır – onun, tragedya konuşmalarından bu kadar çok sayıda eşsiz kanıt çıkarmış olması dikkat çekicidir. Yine de, başlangıçta, hitabet ile şiir arasındaki koşutluklara değil, retorik ve diyalektik kanıtlama arasındaki koşutluklara ilgi duyuyordu.

Poetika’ yı oluştururken amacı üstün yazınsal örnekler için standartlar oluşturmaktı; Retorik’ te ise böyle bir iddiası yoktur. Doğru, Lysias’ ın, Demosthenes’ in söylevleri, Homeros, Sophokles ve Platon ile aynı düzeyde sayılmasa bile, Yunan yazınının herkesçe kabul edilen başyapıtları arasında yer alır; Aristoteles’in zamanında bile bunlar “okunur”du. Burke’ ün ve Fransız ihtilalinin hatiplerinin konuşmalarının, Cobden ve Bright, Webster ve Lincoln, Gladstone ve Churchill’ in belagatlerinin kendi ülkelerinin yazınında bir yerleri olduğu savı da doğrudur. Ama, bunun öyle saygın bir sav olup olmadığı sorunu bir yana, konuşmacının kendisinin her şeyden önce kendisini dinleyen çağdaşlarıyla ilgilendiğini rahatça anlayan kimselerin hayranlığını kazanmak için yazılmış değil de, özgül ve pratik bir amaç için tasarlanmış, bir dinleyici kitlesi önünde yapılmış, bir şeyi tanıtlayacağı, bir şeye inandıracağı düşünülmüş bir konuşmayı canlandırıyor gözünde. Eşyanın tabiatı içinde bundan başka türlüsü de olamazdı. Ama konuşmanın ve şiirin birtakım ortak özellikler taşıması da eşyanın tabiatındandır. Aristoteles’in er ya da geç bunların farkına varacağı kesindi. Poetika’ da, tamamlanmış yapıtın bazı yönlerini diğerlerinden ayırırken, bunların, ancak küçük bir yoruma gereksinimi olduğunun farkına varır, çünkü bunların bütünüyle tartışılması Retorik’ in bazı bölümlerinin tekrarlanması anlamına gelecekti bu bölümlerim önce yazılmış olup olmadıkları o kadar önemli değil: aslında Poetika’nın mı yoksa Retorik’in mi ilk yapıt olduğu sorunu neredeyse anlamsız bir şeydir, çünkü her ikisi de yıllar içinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Düşünce, tragedyanın “niteleyici parçaları”ndan biridir ve “retoriksel” poetik düşüncenin, Euripides’ in zamanından beri nasıl oluştuğunu anımsamak önemlidir. Güneşin altında tartışılmayan bir şey yoktur; öyle çok sayıda kanıtlar ve karşı - kanıtlar vardır ki, dikkatle hazırlanmış konuşmalara dağılmış büyük ve küçük ağırlıkta düşüncelerin, çoğu kez ilgiyi, oyunun merkezindeki düşünceden saptırması kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada Aristoteles, önceliği retoriğe tanımakla, şiirin kendisinin ardından gitmiş oluyor. Hem konuşmalarda coşkuları uyandırmak, hem de olay dizisinde bunları betimlemek için kendi Retorik’ ine başvurmakla bir adım ileri atmış oluyor. Ama aynı zamanda, tarih de onu onaylamaktadır; çünkü hatipler, şairler, filozoflar, politik düşünürler ve “insanın doğası” üzerine çalışanlar Retorik’ in ikinci kitabındaki tutkular üzerine olan bölümlere, yüzlerce yıl hep aynı şekilde, konunun klasik ele alınışı olarak bakmıştır.

Bir başka ilgi çakışması alanı, biçemdir;

Aristoteles’ in, ilk hatiplerin, şairlerin başarılarının, kullandıkları dilin güzelliğine ve inceliğine ne derece bağlı olduğunu fark ettikleri için şiirsel ifadeyi etkilediklerine değin kurnaz gözleminde bir hakikat zerreciğinden daha fazla bir şey vardır. Aristoteles, Poetika’ da biraz taslak halindeki biçem tartışmasında bırakılan boşlukların, Retorik’ te sunulan daha ayrıntılı çözümlemeye başvurularak doldurulması gerektiğini açıkça söylemiyor. Ne de, Poetika’ da karakter üzerinde dururken, yaşlıların ve gençlerin, zenginlerin ve yoksulların ayırıcı karakter çizgileriyle ilgili -aynı zamanda sevgi dolu ve tarafsız, etkileyici olduğu kadar eksiksiz- kısa tanımlamalar veren öteki yapıtı anımsatıyor bize. Bununla birlikte, kendinden sonra gelen kuşaklar bir anımsatıcıya gereksinme duymadı: yüzlerce yıl, şiirsel ifade tartışmalarına, Aristoteles’ in Retorik’ te kurmuş olduğu iyi ve kötü biçem ölçütleri egemen olmuştur; karakter taslaklarına gelince, bunları Horatius’ ta bile, Retorik’ ten Poetika’ ya, tümüyle aktarılmış olarak buluyoruz. Ayrıca bu örneklerde olanlar başkalarında da olmuştur; daha sonra şiir üzerine yazan yazarlar, Retorik’ i, Aristoteles’ in Poetika’ sının temelleri üzerinde sapasağlam durmakla birlikte, diğer kısımlarında birçok dolguya gereksinim olan kendi yapıları için taş sağlayan bir ocak olarak kullanmışlardır. Yine de, Aristoteles ile Aristotelesçi gelenek arasında bir ayrım yapmamız, zaten kendisinin de iki konuyu birbirinden tamamen farklı çizgiler üzerinde kurduğunu görmemiz gerekmektedir. Retorik ve şiir Aristoteles’ in kafasında ilişkili idiyse, bu, bizim şiirin eski saygınlığına kavuşturulmasından söz ederken dokunduğumuz nedenden dolayı olabilirdi. İnsan etkinliğinin, amaçları yükseğe -felsefeyle yarışacak kadar yükseğe- çıkarılmış iki biçimden söz ediyoruz burada.

Retoriğin, mümkünse, eski saygınlığına kavuşturulması gereksinimi şiirinkinden daha da büyüktü; Aristoteles de bu incelemesinde bu konuyu gerçekten yeniden biçimlendiriyor ve felsefi olarak saygın bir konuma kavuşturuyor. Ve Aristoteles Poetika’ da, şiirin, şeylerin düzeninde insanın yeri ve durumu hakkındaki hakikati açıklama savını nasıl önemli bulmuyorsa, onun Retorik’ i de, retorik hocalarının, çok yönlü bir eğitim sağlama ve en yüksek tipten insan biçimlendirme gibi aldatmacalarını önemsemiyor. Ne retorik ne de şiir, felsefeye bir seçenek olarak kabul edilemezdi artık; ama biri olduğu kadar diğer ide, felsefi kuralları ve koyutları kabul ettiği ya da onlara uyduğu ölçüde, alçakgönüllü bir yer tutabilir ve değerli bir şeyler başarabilirdi.

Felsefe, bir süre, retorikle herhangi bir alışverişi kabul etmemişti. Platon, retoriği -"bu inandırma ustası”nı-, onu uygulayanlar, hakikat bilgisine ya da saygısına sahip olmaksızın inandırma yollarını aradıkları için, reddetmişti. Kendi üstünlüğünü kurmaya çalışırken kalabalığın hoşuna gitmeyi amaçlayan hatip, iktidar arzusunun kölesidir ve tamamen sahte değerler düzeni içinde iş görür. Eğer şiir ideal devletten kovulmuşsa, retorik de bu sürgünden payını almalıdır; aslında onun durumu daha da kötüdür. Bununla birlikte, ta başlangıçtan beri -retorikte bu daha az açıklıkta kavranabilir gibiyse de- her ikisinin de iyi davranış göstermeleri halinde eski durumlarını kazanabileceklerinin belirtileri de vardır. Reformu gerektirir bu ve felsefenin kendisi bu konuda yolu açacak demektir. Bir kinik, felsefenin bunu yapabilmesi için, kendisinin reforma gereksinimi olduğu yorumunu yapabilir; ne olursa olsun, temelini değilse bile alanını mutlaka genişletmesi gerekecekti; hoşgörüyü tanımayan katılığını gevşetmesi ve biçimler ülkesinden dünyanın gerçeklerine inme yolunu bulması gerekecekti. Böyle bir gelişme, Platon’un daha sonraki felsefesinde gerçekten görülür; retoriği ve onun temsil ettiği şeyi toptan suçlayan Gorgias’ tan -çok daha genç bir diyalog olan- Phaidros’ a gelen okuyucu, sıradan retorik uygulamalarının bir başka suçlamasıyla, gerçek felsefi retorik için ayrıntılı bir tasarıyı yan yana görünce şaşıracaktır. Bunun nedenini açıklayan yeni düşünce, Platon’un “ruhların biçimleri”ni tanımasıdır. Daha az felsefi bir dille bunlara kişilik tipleri diyebiliriz. Her ruh “şekli”nde ruhun farklı bir parçası egemendir, bu da bazı kişilerin bir coşkunun, diğerlerininse başka bir coşkunun etkisi altında olması demektir. Platon’ un felsefesi ve diyalektiği bu coşkusal arzularla ilgilenme tenezzülünü göstermezdi; bunlar, insana akıllı bir varlık olarak yönelir. İşte retoriğin, felsefenin işini tamamlayarak ona değerli bir yardımda bulunacağı yer burasıdır. Eğer ruhun farklı “biçimleri”ni inceliyorsa ve bunları bireylerde tanıma noktasına geliyorsa, felsefi kanıtın farklı türden insanlara nasıl uydurulacağını bilmesi de gerekecektir. Çünkü gerçekten de bu haliyle kanıt, işlem yöntemi ve hakikate doğru gidiş yolu -dinleyiciye bakmaksızın- ancak bir tek şey olabilir. Bu temel noktada retoriğin felsefeden sapmasına izin verilmez.

Platon’ un burada zihninde canlandırdığı türden retorik, ancak kendi okulunun bir üyesi tarafından ortaya çıkarılabilirdi. Bu görevi yüklenen, Aristoteles oldu. Elimizdeki eskil tanıklığın gösterdiğine göre, onun retorik üzerine ilk dersleri Platon’ un yaşadığı sırada verilmişti. Yani Aristoteles kendini hala Akademinin bir üyesi saydığı sırada. Bu kurs profesyonel konuşma hocalarına bir meydan okumaydı; daha özel olarak da, retorik sanatını hem daha esnek hem de ayrıntılı hale getirmiş olan ve retorik eğitimine liberal eğitimin eşanlamlısı olarak, aynı zamanda görkemli politik kariyere bir giriş belgesi olarak bakan, Atina okulunun ünlü lideri İsokrates’ in yüzüne çarpılmış bir eldivendi. Aristoteles’ in Retorik’ inin açılış bölümü bu ilk kurslara kadar gidiyor olmalı: orada hemen, günün geçerli sistemlerine karşı bir saldırıya girişir, onların bir tartışma öğretisi yaratmamış olmalarını ve bütün dikkatlerini coşkusal çekicilik üzerine toplamalarını kınar: Modaya uygun -belki de çoğu kez başarılı oyunlara, hilelere karşı, Platon’un bir methiye sanatı ya da ne pahasına olursa olsun “inandırma ustası” olarak retoriğe karşı polemiğinden aynı aşağılamayı hoşgörüyü gösterir.

O zaman Aristoteles’in felsefi retoriğinin, profesyonel okullarda öğretilen inandırma ve başarı sanatına üstünlüğü nerededir?

Onun sistemini daha felsefi, daha bilimsel ve daha eksiksiz yapan şey nedir?

Coşkularla ilgili bölümlere dönüp bakarsak, Aristoteles’ in, uygulamadaki önemli serbestliğine karşın, Platon’un isteğini yerine getirdiğini görebiliriz. Ruhların Biçimlerini ayırt etmez kendi tasarımında pek anlamı olmayacaktı bunun; bunun yerine, her coşkuyu incelerken, her şeyden önce, bu coşkunun hangi koşullar altında uyanabileceğini, ne tür kişilerin buna uygun olduğunu gösteren, kesin ve dikkatle seçilmiş sözcüklerle dile getirilen bir tanımla başlar. Bu coşkuların oluşmasıyla ilgili daha özgül ifadeler, bir tür ilk ilke ya da temel öncül olarak iş gören başlangıçtaki bu tanımdan çıkarılır. İyi bir bilimsel yöntemdir bu; böyle bir bilgiyle donanan konuşmacı, belli bir durumu değerlendirebilecek ve hangi tutkunun uyandırılabileceğine karar verebilecektir. Daha önceki retorik hocaları ise öğrencilerine şöyle diyordu:

Eğer sizi dinleyenlerde acıma uyandırmak istiyorsanız, bu amaçla benim hazırlamış olduğum ve burada ezberlemeniz için size aktaracağım hazır cümlelerden seçebilir ya da bazılarını birleştirebilirsiniz.

Bundan daha felsefi olanı, yeni retoriksel kanıt öğretisidir. Aristoteles’ten önce hiç kimse, bu öğretiyi tasımlara dayandırmayı aklından geçirmemiştir, çok basit bir nedenden dolayı: tasım henüz bulunmamıştı çünkü. Aristoteles’in bile onu bulabilmesi, bu demek Platoncu Formlar arasında bulduğu ilişkilerden geliştirebilmesi için zaman geçmesi gerekti. Önceleri Yunanca “tasım” sözcüğü kabaca, hiç de teknik olmayan bir anlamda kullanılıyordu: “olguları kanıtla bir araya getirme” anlamında. Aristoteles’le birlikte sözcük yavaş yavaş çok teknik bir anlam kazanır; yine de Retorik’te, günün birinde açıklayacağı tasımsal usavurmanın geçerli üç formundan habersiz olarak, retoriksel kanıt ile tasım arasındaki koşutluğun üzerinde durur sık sık. Örnekse, İkinci Kitabın sonunda o kadar önem kazanan “sıradan sözler”den çıkarılan kanıtlar, tasım şekillerine ve onların geçerliliğini sağlayan mantıksal anlayışlara değgin bir bilgiyi hiç de gerektirmemektedir. Sıradan kanıtlardan herhangi birini, örneğin, “eğer tanrılar bile her şeyi bilmiyorsa, insanlar haydi haydi bilemez”i alalım. Burada ne büyük ne küçük bir önerme, ne de bu terimler arasındaki alışılmış ilişkiye benzer bir yapı vardır. Emin olmak için, “babasını döven, komşusunu da döver” büyük önermesi verilip, buna “X komşusunu döver” sonucunda bir araya getirilerek, Aristoteles’in aynı sıradan söz için verdiği bir başka betimleme, kolaylıkla bir alışılmış tasım şekline getirilebilirdi -ama bu noktada Aristoteles’in aklında olan şey bu değildir. Aristoteles tasım şekilleri konusunda o büyük buluşunu yaptıktan sonra, öğrencilerinden bazıları, sıradan kanıtları bu şekillere “ayrıştırmak”la uğraşmaya başladı. Bunların girişimleri ustanın onayını da almış olabilir; ama o, Retorik’in sıradan kanıtlarını teknik bakımdan doğru tasımlara yeniden şekillendirme gereksinimini hiçbir zaman duymadı. Bu “sıradan sözlerin” yardımıyla inanılır, akla uygun kanıtlar oluşturulması ve retorisyenin usavuruşunun bunlara uydurularak yöntem ve yapı kazanması yeterlidir. Aristoteles ara sıra eski bir hocanın “tüm sistemi”nin kendi sıradan sözlerinin birine denk düştüğüne işaret ediyorsa da, altta yatan düşünceyi -biçimsel ilke ya da buna verilebilecek başka bir ad- soyutlanıp ortaya çıkarmış olma onuruna sahip çıkabilir. Ondan öncekilerin yaptığı, öğrencilerine, en azından Aristoteles’in önerdiği gibi –hepsi de aynı tipten- çok sayıda kanıt vermekti, ama bunları soyutlama ya da bu tipi formüle etme gücünü göstermiyorlardı. Pratik ayrıntılar üzerine çıkmayı beceremeyen kaba retorisyenle, birçok kişisel örneğe biçim ve ilke aramayı Platon’un okulundan öğrenmiş, felsefi eğitimi olan bir insan arasındaki fark burada yatmaktadır.

Aristoteles’in bazı geleneksel “delil” türlerini incelediği ve her birini kendi tasımlarıyla karşılaştırarak geçerliliğini araştırdığı öteki bölümlerde durum bundan farklıdır. Burada, tam olgunlaşmış tasım şekilleri kuramı gereklidir. “Bir insanın ateşi olması onun hasta olduğunun belirtisidir” geçerli bir kanıttır, çünkü ilk şekilde “ateşi olan biri hastadır” büyük önermesi, “X’in ateşi var” küçük önermesi ve “X hastadır” sonucu ile doğru bir tasım şekline sokulabilir. Öte yandan, “Sokrates dürüsttür” ve “Sokrates akıllıdır” gibi iki öncülden, akıllı insanlar dürüsttür sonucuna varmak, inandırıcı olmayacaktır, çünkü bir tasım kuramı, özne olarak aynı terime -bu örnekte Sokrates- sahip iki olumlu öncülün, doğru bir sonuç içinde birleştirilemeyeceğini gösteriyor.

Yine öteki bölümlerde de, her biri bir tür konuşmada egemen olan üç temel değer: amaca uygunluk yararlılık, iyilik, soyluluk ya da güzellik ve adalet üzerine ilk öncüller sıralanıyor, çünkü politik söylevci öğütlediği eylem gidişinin amaca uygun olduğunu kanıtlamak, methiyeci övmek istediği herhangi bir şeyin soyluluğunu, adli konuşmacıysa belli bir eylemin gidişinin haklılığını ya da haksızlığını kabul ettirmek zorundadır. Örneğin, politik söylevci, barış yandaşı ve savaş düşmanı olarak konuşuyorsa, “iyi, sırf kendisi adına seçilen şeydir” öncülü ile başlayıp, barışıp sırf kendi adına seçildiğini oysa savaşın, olsa olsa, onun sonucu ortaya çıkacak iktidar ya da gelir gibi şeyler yüzünden seçildiğini göstererek devam edebilir. Bu şekilde, barışın iyi olduğunu kabul ettirebilir. Ya da, daha gerçekçi bir kanıt kullanmayı yeğlerse, “iyi, zıttı düşmana uygun düşen şeydir” gibi bir öncül seçebilir, daha önceki durumda savaşın karşı taraf için bir nimet, bir iyilik olacağı düşüncesini açıklayabilir. Aristoteles bu öncülleri, kanıtlama biliminin “ilk ilkeleri”yle karşılaştırır. Kastettiği şey, bir matematikçinin, diyelim bir eşkenar üçgenin açıları üzerine bir önerme ile başlayıp, söz konusu olduğunu göstermekle devam etmesidir. Aristoteles’e göre, barış lehine ortaya kanıtlar koyan konuşmacı, temelde matematikçiyle aynı yolu izler.

Ama bir mecliste ya da bir jüri önünde, bir konuşmacının böyle kesin ve mantıklı bir biçimde ilerlemesi gerçekten zorunlu mudur? Aristoteles bunu ileri sürmez. Kanıtların mantıksal yapısına derinden ilgi duymasına karşın, Retorik’inde yine de, biçimsel mantık üzerine incelemesinde yanlış ve etkisiz diye nitelediği usavurma tarzlarına izin verir. Hatibin, bilgiç bir tavırla kurama uyarak yani önce bir öncülü, daha sonra ötekini bildirip bundan sonra da ciddi ciddi sonuca doğru ilerleyerek dinleyicisini sıkmasını da istemez. Bir kanıtın sunuluşu onun mantıksal formunun göz önüne serilmesini gerektirmez. Aristoteles’in, öncülleri o kadar özen ve dikkatle topladığı bölümler bile sonunda yalnızca, hatibin olgularını şekillendirmesine ve düzenlemesine şu ya da bu şekilde yardım edebilecek genel olarak faydalı düşüncelerin bir bir sayımı gibi bir iş görebilir. Bu da, bir tasımın bir parçası olarak öncülün ilk anlamının gözden kaybolması demektir.

Aristoteles bu türlü kullanışlı öncülleri aramaktan usanmayan biri olmalıydı. Ana değerlerle -iyi, güzel ve haklı- ilgili olanların yanında başka öncül takımları da sağlar: bunlarla, bir şeyin olanaklı olduğu, olmuş olduğu ya da olabileceği, iyi ve uygun iki eylem seyrinden birinin daha iyi olduğu, iki suçtan birinin ötekinden daha kötü olduğu kanıtlanabilir. Aynı zamanda, her biri uygun biçimde tanımlanmış, iyi ya da uygun olan bir özel şeyler listesi çıkarır; bir politik hatibin iyi bilmesi gereken ana konuları sıralar; suçların türlerine, nedenlerine, koşullarına girer. Gerçekten de, adli hitabet alanında, eksik bir şey bırakmama arzusu sınır tanımaz. Adaletsizlik yapabilecek ya da adaletsizlikten etkilenebilecek kimselerin tam bir listesini yapmakla kalmaz: aynı zamanda yasa ve hakkaniyet üzerine konuşur; suça dürtü sorununa geldiğindeyse, insani eylemlerin nedenlerinin tam bir araştırmasında herhangi bir noksanlığın olmasına dayanamaz.

Toplam yedi neden vardır, ve liste dış zorunluluk, rastlantı, karakter, alışkanlık, tahmin ve tepi gibi birbirinden farklı maddeleri içerir. Ama bu liste yine de tüm ilgili nedenler konusunu kapsamaya yetmeyebilir; ek etmenlerin dikkate alınması gerekebilir. Aristoteles, insani eylemler kalıbına nasıl yansıdıklarını anlamak için, gençlikle yaşlılık arasındaki farklılıkları, ekonomik durum farklılıklarını incelemenin yardımcı olup olamayacağını düşünür. Fakat neyse ki bu konular incelemenin bir başka kısmında “konuşmacının karakteri” başlığı altında ele alınır; nedenler üzerine olan bölümün bunlarla karıştırılmasına gerek yoktur. Ama böyle olsa bile, insani eylemlerin daha başka bir nedeni ele alınıp en ayrıntılı bir biçimde gözden geçirilmeden bir sona ulaşamaz. Bu güdülenim zevktir. Aristoteles’in zevkin nedenlerini ve amaçlarını açıklamasıysa, nerdeyse kendi başına bir tezdir; en geniş imgelemin mahkemelerdeki davalarla ilgili olarak düşünebileceği şeyin bile çok ötesine uzanır.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor; Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor.

Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’ daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur.

Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor?

Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi?


Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Filozof, tanımlama, ayırt etme, kanıtlama, genelleştirme, tartışma ve sonuç çıkarma işini yaparak hemen hemen her yerde iş başındadır. Ama yine de filozofun insan doğası konusunda gözünden hiçbir şey kaçmaz; hayatı -genellikle hayatı ve özellikle Yunan hayatını- bilir. Gerçekten de, okuyucu çoğu kez, yöntemlerinden ayrı olarak bu bölümlerin içeriği konusunda, Aristoteles’in ne pahasına olursa olsun gerçek ahlaki değerleri yüceltmeye kararlı ve pratik gereklere karşı soylu bir kayıtsızlık gösteren bir filozof olarak mı konuşuyor, yoksa gözü pratik durumda, bazan küçük ama diğer zamanlarda oldukça büyük ödünlerde bulunan bir kişi midir, diye merak ediyor. Çünkü çeşitli bölümler bu yönden önemli farklılıklar gösteriyor;

Retorik, tanımlanmak için yazılmış bir “kitap” değil de, daha çok Aristoteles’in bir iki kez değil birçok kez kullanmış olduğu ve devamlı gözden geçirip değiştirdiği, bir profesörün ders notları gibi bir şey olduğu için, tutumlardaki bu farlılıkların onun konuya yaklaşımındaki daha derin değişiklikleri yansıttığı akla daha yakın geliyor. Genel olarak düşünülürse, pratik düşüncelere -“şeyleri olduğu gibi” almaya- karşı yakınlığının, gençliğindeki spekülatif ve idealist eğilimini aştığı, geride bıraktığı ve Platon’la arasındaki mesafenin büyüdüğü ölçüde arttığı bir gerçektir; ama yine de bu yol gösterici düşünceyi yapıtın tek tek bölümlerine uygularken çok dikkatli bulunmak gerekir. İki gözlem, okuyucunun davranıştaki ve yönelimdeki bu farklılıklara karşı duygularını bileyebilir. Birinci Kitabın beşinci bölümünde ileri sürülen hayatın iyilikleri, felsefi etikle popüler değerler arasında ortada bir yer tutuyor; burada sokaktaki adama ağırlık verilirken bu bölümler, ortalama bir Yunanlının “hayat görüşü” hakkında, Ethika’daki buna eş düşen bölümlerden çok daha fazla şey öğretiyor; bunların, politik meclisteki bir konuşmacı için öğrenilmesi yararlı “iyilikler” olmadığı da aşikârdır. Açıkça görülüyor ki, burada konuşan, filozofun kendisidir: doğru, o yüce yerinden biraz aşağı inmiştir, ama yine de gerçek iyilikler hakkında bizi aydınlatmaya büyük önem vermektedir. Dikkat edilmesi gereken öteki nokta, yapıtın aynı bölümünde “iyi” ile “uygun” arasında garip bir kararsızlık olduğudur. Aristoteles, gerçekten, bunlardan hangisini, politik hatibin çabalarını yöneltmesi gereken hedef olarak ileri sürmek istiyor? Eğer Aristoteles bir filozof olarak yazıyor olsaydı, yanıt vermede bir kuşku duyulmazdı: kuramcı, etikçi, Platoncu için “iyi”, bütün insani eylemin normu ve amacıdır; politikacıların daha az yüce görüşlerini değişikliğe uğratmak için bundan daha güzel bir fırsat bulabilir miydi? Çünkü Aristoteles’in zamanındaki politikacıların ve karar organlarının “iyi”den çok uygun terimiyle düşünecek kadar gerçekçi olduklarından da kuşku duyulmaz. Aristoteles, bir yolunu bulup, durumu idare ediyor; burada “iyi” ile ilgileniyor, şurada “uygun”la, zaman zaman da, bu iki kavramı gerçekten birbirinin aynı olarak ele alıyor – şaşılacak, ama bu yapıtın birden fazla bölümü için de karakteristik bir davranış bu, öteki incelemeleri üzerinde çalışanlar için bütünüyle anlaşılamayan bir şey.

Hiç kuşkusuz, Retorik’te felsefenin izinin hafif olduğu yerler var – gerçekten o kadar hafif ki, insan hiç hissetmiyor. Aristoteles’in zamanına kadar, çok az deneyimli bir hatip bile bilirdi ki, işkence altında alınan ifadeler davasını destekliyorsa, hakikati ortaya çıkarmanın bundan daha güvenli bir yolu olmadığına direterek sonuna kadar üzerinde durması gerekirdi bunun; oysa buna karşıt bir davada, talihsiz kimselerin, acılarına bir son vermek için her şeyi söyleyebileceğini ileri sürerek, böyle ifadelerin adı kötüye çıkmış güvensizliği üzerinde durması gerekecekti ama daha başka durumlarda bazılarının işkence altında bile hayatlarını devam ettikleri de vurgulanabilir). Aristoteles’ ten önceki son üç kuşaktan uygulamacıların, onun “teknik olmayan tanıtlar” adını verdiği şeyle -bu demek yasalar, tanıklar, anlaşmalar, işkenceler ve yeminler- ilgili geliştirmiş olduğu yöntemler bunlardır. Bu “tanıtlar” hâlâ önemli iseler de, kanıt ve akla uygun tanıt bunların yerini almada önce olduğu gibi, bir yasal davada, daha çok kendiliğinden bir tarzda karar vermede etkili olamıyorlar artık. Aristoteles’in dediği gibi, bu tanıtlar “bulunmak” değil, “kullanılmak” zorundadır. Filozof ise, kendi fikirlerini, hatta biraz daha geniş perspektifleri ileri sürmekten bütünüyle vazgeçmiyorsa da, genelde, uzmanların kendi çıkarları için “kullandıkları” eskiden beri kullanılan düzenleri -ticaret oyunları dememek için- onaylamaktan biraz daha az şey yapıyor.

Filozofun hemen hemen gölgede bıraktığı, pratikle ilişkinin bir kez daha çok yakın olduğu bir başka bölüm, Üçüncü Kitabın ikinci bölümüdür. Retorik hocaları öğrencilerine, bir süre, “konuşmanın çeşitli bölümleri”nde ne söyleyeceğini öğretirlerdi: (giriş, anlatı, tanıtlar vb.); onlara, konuşmalarının başında dinleyicilerinin iltifatını kazanma, davaya ait olguları inandırıcı bir biçimde ileri sürme, rakibin kanıtlarını karşılama, onun iltifatlarını boşa çıkarma… vb. yollarını ve yöntemlerini öğretirlerdi. Aristoteles, vicdan azabı duymaksızın, düzeylerinin üzerine çıkma çabası gösteriyorsa da, yine de izlerinden gidiyor onların. Alışılmış kurnazlığı, insan doğası üzerine bilgisi ve ironisiyle -genellikle kısaca, bir iki sözcükle- dikkate alınması gereken psikolojik etmenleri tanıyor; seyrek olmayarak, şairleri, buna benzer durumları görkemli ele alış tarzlarıyla hatibe örnek olarak gösteriyor. Yine de, kendisinden öncekilerin açmış olduğu yolu açıkça izliyor; bazı pasajların, aşağı yukarı sözcüğü sözcüğüne, İsokrates okulundan bir retorisyenin olasılıkla, bu kitapta Aristoteles’in bir kez adını andığı Theodektes’in sisteminden alındığı sonucuna karşı çıkmak zordur. Herhangi bir okuyucu, Retorik’in bu kısmında Aristoteles’in, yapıtın birinci bölümünde: tanıtın -yalnızca tanıtın- gerçek bir retorik hocasının ilgi alanı olduğunu söylediği yerdeki soylu ve sade ilkelerden ne kadar uzaklaştığına kendisi karar verebilir.

Friedrich Solmsen Retorik [ARİSTOTELES]
Çevirmen, Mehmet H. DOĞAN - YKY, 1998, Sf. 7 - 16

5 Ağustos 2008 Salı

Seteb

tanrım!

aylarca kendime direndim. dayanabilecek canlı hücre birikintileri aradım, dokuları vardı ama çıkarlardan ötesi değillerdi.

zamanla çok şey değişebilecek diye inandım, inançlarım dilimin ucunda çürüdü.
istanbul"un hangi sokağına sapsam, ayağım hep bir yalnızlık tümseğine takıldı. günlerce banklarda uyudum, sırf yollardan geçmeyeyim diye.
ama güneş açtı, kendime soyundum ve anladım ki
"ben bundan asla kaçamayacağım."

ben kafamda kurduğun seni unutamıyorum. ne yaparsam yapayım, seni tahtından indiremiyorum.
güçlüsün..
sen benim yalnızlığımın bir eserisin. bir notada, bir resimde, bir çizikte sana rastlamak, her şeyi yeniden başlatıyor.
kulağıma fısıldadığın ilk günü anımsatıyor. ben daha küçüktüm, sana baktıkça hala küçülüyorum..
ama eskisi gibi değiliz, bana şarkılar söylemiyorsun artık,
gerçi sen kimseye şarkı söylemezsin..
varlığını hissetmek..
sen benim gözlerimi açıyordun, oysa ben iyiliğe inanmak istedim.
biliyorum, bana kızgınsın. ama birbirimize daha fazla zarar veremeyiz ki artık.
dön bana istiyorum..
sensizken düşünemiyorum bile, hayallerimi silahlar zorluyor.
notalarımda savaş var, sesim türlü işkencelerden sonra yırtılmış bir kaç ses telinden ibaretmişimcesine çıkıyor.
benliğim dalgalı sulara karşı koyamıyor, kendimi bağlamak istediğim herkes elbet hiç gezinmek istemediğim sokaklardan geçiyor.
parmaklarım kırık, bileklerim burkuk, ellerim kan içinde.

yokluğunda, kendimi aşkın varlığına inandırdım. şimdi ondan, senin ettiğinden bile daha fazla nefret ediyorum.
çünkü seni hiç çağırıştırmıyor. seni doyuramadığı gibi, beni de tatmin etmiyor.
şimdi, sana yıllar önce olduğundan daha muhtacım,
elini uzat bana, kimse bizi bulamaz..
hiçbir şeyin yokluğu senden öte değil..
götür beni ülkemize..


Yazar: lúthien

Duvar

bir kadın..

zihnini çözemeyen
kalbine hükmedemeyen
elinde sigarası,
kalbinde dumanı
yapışkan çürük benliği
sevişmiş mor bedeni

bir adam..

zayıf gövdesi duvarda,
gözünde derinlik
gözünde şevhet
zihninde erkekler nasıl hisseder sorusu
yumruk elleri

bir kadın..

bedeni yatakta
umutsuzca pişman
ilk defa görüyormuş gibi
gözleri duvara kenetli
içinde zamanı geri alabilme arzusu

bir adam..

gözlerini yataktan kaçıran,
şimdiden başka bir sevişmenin hayalini kuran
ve bir adam kalbi asla sevemeyen
bedeni bağımlılık yapan,
bağlanamayan

bir kadın..

içinde intiharlar yaşayan,
içinde kendini yiyen
içinde acı olan
ve bir kadın ki..
asla tutkularından vazgeçemeyen
sanma ki bu,
teslim olduğun tek savaş olacaktır
ey şanlı fahişe

bir adam..

kadının hayallerini yıkan,
yaslandığı duvarın ardında
bu akşam seviştiği
adamın karısının olduğunu bilen
bir adam ki
ruhu satılık,
bedeni kiralık.

Yazar: lúthien