3 Kasım 2011 Perşembe

iç(i)m - se


duy(gu)sal toplu iğne...

biliyorum sağırlaştım...
ötekine bende duygusuz kaldım.


 erosu bulsam eşcinsel tüm duygularla onunla yatacam. nedir lan benim günahım diye. ona acımı çektirecem. oklarıyla ona fetiş işkenceler yapacağım. çünkü onun yüzünden duygu' ya tecavüz etmiş insanlar. 51 kişinin kondomsuz birlikte olduğu bir derda nasıl felçli oluyorsa, bizlerde 2. sinde çöküyoruz. inancımız fahişeleşiyor...



insanlık acıyla olgunlaşıyor. kalbim ekoseli oldu yaşadıklarından. bir düzene dahil edilmek istendikçe, tırnaklıyor sınırlarını. isyankarlaşıp ve vahşileşerek, etrafından çekiliyor kabuğuna. her gelen rüzgarın üzerinde oluşturduğu delikler, nar gibi taneleri boş midelere indikçe parmaklarda iz bırakıyor. 



göz yaşları indikçe yanaklara, tende yol yapıyor. tuz karıştıkça tene, yürek inceldikçe kopuyor yaşam damarlardan. söyle her acının ardından, dirseklerin dik durmayı başarabiliyor mu derviş. ses müziğe acısını, nota acıya dilini, ezgi ise beyne yaşamın dinamikliğini veriyor/du...-bilirse-

 

gecenin kenarında yakalayıp yaşamı, bir çarşaf gibi sıkıştırsam altıma. yaksam ucundan hayatımı, kenarına geçsemde ağlasam pia gibi. göz yaşlarımı mazgallarından sallasamda yağmurlarla, yakalasa rüyalarında. bir garip şizofrengi hayal. inanmak ile hayal etmek arasındaki ince acıdır duygu. duyduğunuz değil, duymak istediğinizdir yaşam. -anlayabilirse-


şimdi...

kharon'un kayığında ateşe daldırdım ayaklarımı yeniden. cehennem bu dünya. simurg'u at, hayatımı ise yük eylemişim. annemin o çilesini sırtlayarak yaşama dalmışlığıma geri dönmüşlüğü yeniden ve daimi yaşayacağız. kerberos' un dişlerini kırıp, katılaştırdığım hayallerimle... letheden su içip, cehennem ormanının karanlık gölgelerini terimle aydınlatacağım. maddiyatın durgun donu... küfürlerimi beynime emanet ettim ve sustum. bir kinyas olup yaşama başlıyorum bugün... ama geride bıraktıklarımdan koparttığım zincir halkaları her ağladığımda, daha bir ağırlasştırıyor yaşamımı. nasıl kurtulacağım söyle!

 gürgen yapraklarından gerdiğim yaşamım artık acının kalesi içerisinde.



biterken....

giderken....

biten bir ilişkiyi kabul edememek...

alışkanlık veya yaşamak istediğin dinginliğin umuda belbağlamışlığından olsa gerek.

kelimelerce, cümlelerce, çeşitli sembollerce ifade edebilirim duygularımı. ama ifşa ettiğimiz kendi bakış açımız. objektif olamıyoruz. mutlaka bir taraf oluyoruz bu gerzek yaşamda. düzenin içerisinde olmak böyle bir olgu. değerlendirilmek sevgiliniz tarafından yapıldığını zannediyorsanız bu yanlış. çünkü o yaşam standartları içerisinde sizi yeriyor. yaşamın kokuşmuşluğu bu.

sözün kısası: her acı, biraz daha büyütüyor. aşk bir adrenalin sevgi ise başarılamadığı takdirde bahanelerle kaçmak kisvesi olmuş gündelik aşklarda.

gittiğinde yerde boğulma gündelikçilerle...

elveda.


29 Ekim 2011 Cumartesi

heyelan...

bir kelime
bekliyor
tepede....

bir çığlığınla düşecek
ve...

diğerlerinin önünü açacak
o gizli heyelana
yol olacak.

söyle

ne!

7 Ekim 2011 Cuma

adult kevaşe

biz geceleri perde ettiğimizi sanıyoruz hayallerimize...

konuşmalar pamuk ipliklerine bağlı bir samimiyet örgüsüyle devam ediyor... çiğ akşamları doğruyoruz tahta beyinlerimizin üzerinde. zaman kaybetmeyi ve sonrasında yakınmayı seviyoruz. dünyayı zifiri karanlığa gömen zebani kevaşeler gibi... 

çürümüş bedenlerimizle, gün gün toprağın parıltısını matlaştırıp derin bir karanlığa sürüklüyoruz... bir garip rüya olmalı bu. uyanmak gerek.... 

zamanın ilerisinde ilerlediğimizin sanrısıyla, kelimelerin üzerinde oynuyoruz hayatla. onun bızırına parmak atarak sulandırıyoruz. üzerindeki çimleri her bir tarafa serpilmiş bir başka vadiye köle olurcasına bağlanmışız. içerisindeki aldığımız hazlarla...

korkunç...

basit bir drama aslında bu. psikolojik ve fizyolojik bozuklukların ezikliğini hissedenlerin bağımlılığı... yönetimlere dahi yön veren aciz duyguların, titrek halleri. piç bırakılmış düşler ise hep hakim oluyor dünyaya... kurtarılan tek olgu ise insanın hayvani güdüleri... absürt bir gerinme hareketi ile titreyen bacakların korkudan erken boşalması ile, hayatlar bir çok zaman böyle piç hikayelere sahip oluyor...

sonrasında ise bir yıkım....

لحن جميل أن يموت مع

28 Eylül 2011 Çarşamba

çöl

gökyüzünden bir umut dolmuyor günün cebine...
göğün tepesinden düşen güneş dalgaları,
vücutları kavuruyor bu iğrenç yerde... 
çevremizde ne kırlar,
ne bozkırlar mevcut, 
alabildiğince kurak bir çöl
ve monotonlaşmış insanlar
sıçrayıp duruyor... 

kıyasıya / kırasıya. 

gürültü patırtı karşısında susuyor her şey. 
karşıda arafın korkusu... 
arafat dağı ağıtını dinlediğim zamanlar. 
soluk almadan dinlediğim bir donmuş sessizlik...
yılkı bir at sırtı yaşam.
öl
çöl.

20 Eylül 2011 Salı

nok

medeniyet dediğin herkesin yalaştığı ve seviştiği bir garip transkilizan, toplumsallık genelevi...

herkes birbiriyle sevişme derdinde. kızın göğüslerine bakıp, onun hakkında fanteziler kurma. erkeğin kıza verdiği seratoninle, kızı etkileyip sonra onun üzerinde bütün fetiş duygularını şahlandırmasına köleleşen kadın psikolojisi... bir garip yatak öykünmesi.

hadi arala bacaklarını dünya, girip çıkıyoruz birçoklarının hayatlarına ve ölüm kokusu çağıldıyor hayatlarımızda. her bir boku yiyipte 40 tas su ile arınanların üzerine işemek gerekli...

her yokluk, yokoluşluk değildir...


19 Eylül 2011 Pazartesi

haz/dır

birer birer eksilen parçalarımı birleştirince oldukça katılaşıyorum. 

zaman denilen ödlek, yavaş ve sinsice insana sırnaşıyor. önce yıpratıyor ve sonra en beklenmedik anda çalımını açarak insanı katılaştırıyor. çok yavşak ve karaktersizce bir davranış...gibi düşünsenizde bizlerde öyle değilmiyiz bizlerde. birilerinin yaşamına girer ve onu yavaş yavaş tüketiriz...bu hayatın teması haline geldi. tüketilmeye alışkınız. çünkü insanlar birbirlerini kullanmaktan ve sömürmekten oldukça zevk alırlar..bu hedonistlikten başka nedir.

30 Ağustos 2011 Salı

asosyal sosyalleşme [giriş]

sanki zaman üstüme düşüyor abi...

sırtımda yer yer kireçlemeler mevcut abi. her sabah kalktığımda üzerime giyindiğim kürküm ile dışarı maskeli çıkıyorum. bu benim için monotonluktu geçmişte. şimdilerde ise toplumsallaşma olarak kanıksadım bu durumu.

zarar asosyal sosyalleşmede...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

bitli pirenin direnişi...

bir kelebek etkisi bu....

başkalaşım geçirdikten sonra bir gün yaşayacağını bilerek yaşamak. insan uçarak kendini güvenli hisseder. bunun için çeşitli devinimlerden sıyrılarak, farklı yapılara bürünür. tüm canlılar aslında böyledir. en güzeli mutsuz olmaktır. 



...tezatlık başlar.

ölüm insanın kendisinden kaçması sorgugusuyla, her daim zihnimize nüfuz eden bir sinerjidir. kimileri inanır veya inanmaz. ama bizlerin en iyi yaptığı olgu yaşamdan kaçmaktır. terimlerin, ideolojilerin arasındaki ermiş kaşar gibi süzülürüz. olaylar bizi evriltir. düşünceler ise bir örümcek ağı gibi şuursuzlaştırır bizi. kötü.

tut dedim ucundan....

ama hep göbeğine yasladım kulağımı. yüzüm hayatın atlası olmuştu. suratıma hep değişik olduğunu sanan rüzgarlar çarpsa da hepsi birbirinin şekil olarak farklı, öz olarak aynı imitasyonuydu. bir bok kuyusu yaşamı bu.



ses çıkartanların sesi, bağırsakların gevşemesi sonucu ortaya çıkardığımız, osuruk sesine benziyordu. ölmüşüz, öldürüyoruz boya kalemlerini. artık hiçbir çocuk pastel dünya renklerini bilmiyor. boyaları birbirlerine karıştırarak hayal kurmuyor. ps3, internet, feyzbuk....



temalarda günlük.

neyse: son demde bir kaç kelimeyi seviştirelim. en güzel türkü ise bu .

ben hiçbir şeye inanmamaya başladım. günü kurtarmaların bu kadar popüler olduğu boktan bir dünyada, osurmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle uçan bu kadar penguenle yaşamak bana intiharı düşündürtüyor.

...ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. ama diğerlerinin umrunda değil.

git.


31 Temmuz 2011 Pazar

nem


sıcaklığın yüzümü öperken,
nemlenir gözlerim...
hava da karanfil kokulu çayların,
mutlak mutluluğu varsa,
hafif araladığım pencerem gibi olsan da hayatımda...
hayalin her daim dolar düşlerime...
niyetsiz gecelerin düş pişiminde,
harıl harıl yanan odun parçaları gibi
şeviştiğimiz zamanlarda,
belki daha neşeli
görünebilirim...

elimde kara kalemim.
düşlerime kelimeleri giyindirirken,
seren bir yağmur dolar yanaklarıma
gözlerimden...
sus ve dinle...
seni seviyorum ölüm.

22 Temmuz 2011 Cuma

Sil/dim

caddelerle ve lağımlarla, azizelerle ve orospularla, kahramanlarla ve ketum insanlarla, dilencilerle ve götü boklu üstü takım elbiselerle kuşanmış yavşak insanlarla ve bütün bunlara inat her şeyin farkında olan delilerle dolu foseptik hayata işemek...

hepimiz bu şizofreniyle dünyayı beceriyoruz....
aslında bu bir sanrı. imgelerimizin içerisinde bile ona karşı işlediğimiz bu kendi, kendimize gerçekleştirdiğimiz tecavüzün suçundan kaçıyoruz. nereye... bir boşluğun kenarına.... insanın tepenin kenarından, boşluktan gelen o çekici nefesi koklaması... zamanın üç-beş köpeğin uluması olduğunun dayatması beistir. bir çokları bütün kuralların insan yaşamını düzenlediğine inanırken, birçokları da bu kuralların insanlara yöneticilerin dayatması olduğunu söylüyor... ama hepsinin unuttuğu insanın kendi yarattıklarına köle olma sorunsalı...bu sorun insanın aklına; insanın kendi kendine tecavüz etmesi için mutlaka birşeyler geliştirdiği manyaklığıyla yaşadığını düşündürtmekten başka birşey  getirmiyor.


piçler bırakıyoruz...

düşüncesizliğimizden ötürü, fakirleştirip, dünyayı körleştiriyoruz...toplumların konuk olduğu topraklar, çölleşiyor. geçmişin bizim olduğunu unuttuğumuz kadar, geleceğin çocuklardan aldığımız bir miras olduğunun farkında değiliz. umarsız ve duyarsızca parçalıyoruz. acıma duygusundan öteleşerek boktan bir hayat felsefesi oluşturuyoruz gelecek için. bu yaşam bizim elimizle öizdiğimiz bir sembolist yaşam...ne kadar kalem varsa, onun kadar silgi ya da temizleme malzemesi var...yeterli olan istemek. hadi başla.
Sil

7 Temmuz 2011 Perşembe

biz kaybetmeyeceğiz!

ben ölümün kokusunu soluyan damarlarımdaki kana isyan ettikçe, bir şeyler engelliyor. 

bilmiyorum.

bir şiltedir bizi çürüten. bazı bağımlılıklarımız yüzünden askı misali değişiyoruz. değişip, devşiremiyoruz hayatta. git gide çürüyen et parçaları haline geliyoruz. herkesin herkesleştiği bu dönemde, kullanılan en büyük silah ise aile. isyana karşı, değişime karşı, mücadeleye karşı yapılacak en basit saldırı yöntemiyle bizleri bu savaşta güçsüz düşürmeye çalışıyorlar. piç mi olmamız lazım bilinmiyor...

saçma ise her şeyleşmek...

bu aileyi ve bireyi ortadan kaldıran bir unsur gibi görünsede bizi mahşer inancına çeken iktidari bir hayalin gerçekleşmesinden başka bir şey değil. istesek de, istemesek de geçmiş zaman geleceğin üzerinde bir tahakküme sahip... çünkü tahakküm yalanlarına geleceğe yön vermek için yaptıklarına bugünde yalandan elbiseler giydirip, makyaj yaptırarak zihinlerimizin sokaklarına salıveriyor. bizde onlara ödünlerimizi vererek, hayallerimizi boşaltıyoruz zihinlerimizden...

tehlike içsellikten uzaklaşıp, başka bir ram olmak...

ya da:

koyun olmak, toplumsal bir fert olmaktan değil, hayatına dair düşüncelerini kaybetmekle başlıyor! 
 
bu yüzden galeano'yu dinlemek gerek: " bilmesek de, istemesek de geçmiş zaman şimdiki zamanın içinde bütün canlılığıyla tik - taklarına devam eder... ama bugün, hatırlama hakkını canlandırmak ve hayata geçirmek hiç bir zaman olmadığı kadar gerekli: geçmişi tekrarlamak değil, tekrarlanmasını önlemek için, aptallığın ya da talihsizliğin sürekli yankısına mahkûm olmayan seslerle konuşabilmek için..."

...savaşmamız lazım. herşeyi kaybetmeyi göze alarak, yarına dair, pastel renkler bırakabilmek adına savaşmak lazım. bir çocuk ninnisi gibi ezgisel bir isyankarlıkla savaşmak lazım. korkmadan üzerilerine gidip, geçmişte yaşattıkları ve bugünde üzerlerine bizlerin hayalleriyle kıyafetlendirdikleri boktanlıklarını sıvamamamız lazım.

uyanın!

kaybetmek yitirmek değildir!


4 Temmuz 2011 Pazartesi

balığımın düşlerine




ben bir uyku değilim
uyandır. 
gözlerimi arala da uyandır
gözlerinle beni
o kadife dudaklarınla 
serinlet ruhumu
ilk sabah beyazlığı gibi 
yanına al! 
tut ve hapset düşlerine...
önce 
büyük bir korku olan sensizliği öldür...
uyandır ve nefes ver...
balığım....
umudum yanında
düşlerinde...
yokluğun alın yazım olmak istese de 
bilirim kokuşmuşluğu...
müfredatım dolu hayalsizliklerine,
korkma...
nefesin ruhumda...
bazen bir kopmuş yaprak gibi düşlerine düşse de ömrüm 
sana uzanmak ister elim...
yüreğim tutmak isteyince seni....
elim senden başka hiç bir şey sevdirmez gönlüme...
ey bütün çiçeklerimi doğuran dal
susma ve konuş...
hayallerimizi taşıyan en güzel balık'a....
yak beni hayallerinle.
çök içime, ısıt ruhumu

1 Temmuz 2011 Cuma

adil birey


adil birey kimdir, nasıldır, nasıl olmalıdır soruları artık anlamsız.
düşünemeyen ve iktidarın ağzından konuşan her bir fert sınırları çizilmiş bir biçimde yaşarken...diğerleri ise çeşitli baskı süzgeçlerinden geçirilerek asimile ediliyor. 

bu katliama sessiz kalan her birey düşünmeden yoksun, birer maymundur....başkasına dokunun yılanın kafasını ezmeyen maymundur!

21 Haziran 2011 Salı

mekanik hayat...

  Kelimeler kifayetsizdir. Açlık orduları büyürken, robotlaşanlara.....
Hunger: No Needs Comments

19 Haziran 2011 Pazar

özel mülkiyet yıkılacaktır!

özel mülkiyet yıkılmaz diyen, toplumsal koyunların savunduğu iktidar onları uyuşturmuştur. işçi sınıfı bunu yıkacak güçtedir. en temeliyle...




17 Haziran 2011 Cuma

göz bebeklerine....

yapabileceğimi biliyordum... 
ama onlara 
hiç söylemedim. 
korktum. 
birileri bir kez öğrenince... 
seni düşürebilmek için 
herşeyi yapıyor. 

bir ormandan yükselen ağıtın içindeki umut sesleriyle dinle...


sana şimdi itiraf ediyorum.

 dinle: 

sardunyalarla dolu toprak bir yolda, üzerime ahmak ıslatan cinsinden bir yağmur yağıyor bugün. nemlenen toprakta ayaklarım yavaş yavaş batıyor bileklerime kadar. nefesime dolanan o toprak kokusuna uzanıyor ruhum. saçlarıma yapışıyor çiğ taneleri... söyleyemiyorum bir türlü ruhumun bu öksüz hallerini sana.


 
- hisset. -

belki de bir garip hayal bu. ruhumun bölünmüşlüğüne dolanan umutlarımın sararıp bedenime düşmesiyle çoğalan kırılgınlıklarım...

delice!

hepsi ölmüş bir ruhun gölgesinde ketumlaşan düşüncelerin sesleri. bunları konuşarak çoğalttım. aramızdaki ayrılığı sayarak çoğalttığım günleri tamamladım bugün. ve sana söylediğim bu satırların içerisinde, manik depresif bir ruh bozumunu çürütüyorum. korkunun kokusu değil bu. bu olsa olsa yükselen göz yaşları...



olsa olsa kirpiklerimin arasına çektiğim tüle sinen sigara dumanıyla nemlenen dimağımın tedirgin serçe telaşıdır.  yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor, çünkü sen benim olmanın eşiğindesin. meğersem ben bir garip düş pişiminin taşma noktasındaymışım.

oysa gerçekti benim için bu.

şimdiyse durdum.

bak: kimse yokmuş dışarda. içim dışıma vuruyor sardunyalı yolda. su vermekle unutamadığımız çiçekli rüyanın adıymış karşılıklı aşk: ve alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah, sağ yanımda unuttuğun kedermiş beni sana kenetleyen sevgili.



bu bir olmanın arefesi...

bu:

benim için herşeyi barındıran eşsiz bir mitos.
anım, amacım, yaşamım... bu kaygılarım...
geçer...

dinle yalan söyledim,
geçmez değişir.
artar ve tükenmez.

gelde öp söz öbeklerimden...

sevdim.

12 Haziran 2011 Pazar

all street have to live with childs

hepimizde piç bırakılmış bir çocuk hikayesi var...

neresinden tutarsan tut, bu boktan hayatın bir noktası eline yapışıp pişmanlığı doğuruyor. bir sokak hikayesi: 

bu hikaye acı bir ağıt içermektedir. insanlığın ağıtını içermektedir. bu ağıt çürümeyle gelen deformasyonun nasıl bir etkiye sahip olduğunu bize buram buram dayatmaktadır. kısaca bu hikaye sokakta başlar, evlerimizin içerisinde devam eder... evveliyeti olan düşüncesizliklerin önüne geçilmediği zaman hayat zararlarını toplumdan çıkarır. zaman geçmişten günümüze gelmektedir. gök yüzü giderek ağır bir sanayi kokusuyla sevişmektedir. bu kokuyla sevişmekten öte, kapitalin tecavüzüne uğramaktadır hayatlarımız. ve bizler suskun saksağanlara dönerek şakıyamıyoruz doğruluklarımızı. nasıl başladı derseniz çok basittir; 

sokaktan... 

temeli sokaktan çocukların koparılmasıyla başladı. mekanik bir sistem. önce çocukları kopardı sokave ktan. sesi yok etti kaldırımlarda. toza bulanmış bir gençliği yok şimdilerde kimselerin. kaldırımlar piç bırakıldı. çöpleri değerlendiren bir guruh yok yollarda. sigara paketleriyle oyunlar düzen, kutu kola paketlerini toplayıp onlardan para kazananlar yok. uçurtmalar yapıp, gökyüzünü renklendiren bir coşku kalmadı hayatta. herşey giderek mekanikleşti ve modernize bir hal almaya başladı. bu beraberinde asosyalizmi, sanal deformizmi doğurdu. 

herşey gelişiyor, herşey modernleşiyor ama insanlar daha ilkel bir konuma evriliyor. ters bir gelişim sürecinden öte birşey değil bu...

unutmamak gerekir ki; her tohum kendi kökenine evrilir. 

sonuç: isyan çocukların sokaktan kopartılmasıyla ütopya haline getirilmiştir. 

hadi güle güle...


11 Haziran 2011 Cumartesi

köle

biz yaşamın kölesi olmayı arzuluyoruz. birilerine olan bağımlılıklarımız bizi köleleştiriyor. isteyerek ya da istemeyerek...

9 Haziran 2011 Perşembe

algıda açlık!

açlık bizimkisi...

ruhumuzun fahişe hallerini seviyoruz. pazarlanmak ve satılmanın hazzına ulaşmak için kendimizi tüketiyoruz. tükettikçe çürüyen hayallerimizin peşinden şizofrenleşiyoruz. çürüyoruz. susuyoruz. ve sürekli doğanın ardıllarını yok ediyoruz. doğanın katliamını izliyoruz. nehirlerin bacak arasına yerleşerek, üzerlerine kendi tahakkümümüzü kuruyoruz. sömürüyoruz gücünü. alıyoruz içersindeki ruhu olan canlılığını...bilmem kaç kw' lık enerji için... 



ne için?

...kendimizin şah damarını boynumuza urgan yapıp intihar ediyoruz. gün be gün maskelerimiz, kılıflarımız oluyor. üstümüze örttüğümüz ölü tabakamız kalınlaşıyor. ters bir evrim sürecini yaşıyoruz. teknoloji gelişiyor, insan modernizimin doruklarında yaşıyor. ama istekleri her daim daha da ilkelleşiyor. yaşıyoruz. patronların kevaşesi olup, onların libidolarının temizlenmesi için yeri geliyor sadık bir fahişe,  yeri geliyor tertemiz bir peçete olarak  hayata doluyoruz. 

neye?

...derimiz üzerindeki bu ağır his, çürümüş ve kokuşmuşluktan başka birşey değil. yatak odasında, sokakta, işte her yerde pis bir koku yayıyor. dayanılmıyor... git gide duygularımızın zihnimizden kopmasıyla, pavlov' un köpeği gibi sistemin, sadık ibneleri veya lezbiyenleri oluyoruz...

hepimiz kendi yarattığımız homofobi ve milliyetçilik gerektirmeyen yerlerde voltalar atarak, onları ilaheleştiriyoruz. üzerimize çullanıyor bu aptal dava... bu  toplumsal diş olan halkı, bir arada tutmuyor. kış estikçe biz değişiyoruz. 

acı.

sur' u çaldı israfil. 



peşinde cellatlar, gökyüzünü baltalıyor ve melekler yeryüzüne dökülüyor. -bu bir alemettir-. insan... korkularının sadık köpeği oldukça, birilerinin boyunduruğu altında ezilmeye daimi olarak muhtaç olmaya devam edecektir... üzerine düşütüğümüz korkularımızın, karınlarını parçaladıkça hayallerimize gebe olan korkularımızın karnından mutluluklarımızı sezeryanla alabiliriz. 

yeter ki farkında olabilelim.

C. Pavase'nin dumanını soluyalım son kertede. haydi söyle: "..hepimiz iğrenciz bu dünyada, ama bir gülümseyen, gülümseten, içten bir iğrençlik var, bir de çevresinde bokluk yaratan, başka, yalnız bir iğrençlik. Gel ki sonuç olarak, en aptalcası da değil." 

umarsız piçlerin saçmalama sanrılarıyla... biz algıladıklarımızla yaşatıyoruz bu dünyayı. hadi eyvallah.