11 Haziran 2011 Cumartesi

köle

biz yaşamın kölesi olmayı arzuluyoruz. birilerine olan bağımlılıklarımız bizi köleleştiriyor. isteyerek ya da istemeyerek...

9 Haziran 2011 Perşembe

algıda açlık!

açlık bizimkisi...

ruhumuzun fahişe hallerini seviyoruz. pazarlanmak ve satılmanın hazzına ulaşmak için kendimizi tüketiyoruz. tükettikçe çürüyen hayallerimizin peşinden şizofrenleşiyoruz. çürüyoruz. susuyoruz. ve sürekli doğanın ardıllarını yok ediyoruz. doğanın katliamını izliyoruz. nehirlerin bacak arasına yerleşerek, üzerlerine kendi tahakkümümüzü kuruyoruz. sömürüyoruz gücünü. alıyoruz içersindeki ruhu olan canlılığını...bilmem kaç kw' lık enerji için... 



ne için?

...kendimizin şah damarını boynumuza urgan yapıp intihar ediyoruz. gün be gün maskelerimiz, kılıflarımız oluyor. üstümüze örttüğümüz ölü tabakamız kalınlaşıyor. ters bir evrim sürecini yaşıyoruz. teknoloji gelişiyor, insan modernizimin doruklarında yaşıyor. ama istekleri her daim daha da ilkelleşiyor. yaşıyoruz. patronların kevaşesi olup, onların libidolarının temizlenmesi için yeri geliyor sadık bir fahişe,  yeri geliyor tertemiz bir peçete olarak  hayata doluyoruz. 

neye?

...derimiz üzerindeki bu ağır his, çürümüş ve kokuşmuşluktan başka birşey değil. yatak odasında, sokakta, işte her yerde pis bir koku yayıyor. dayanılmıyor... git gide duygularımızın zihnimizden kopmasıyla, pavlov' un köpeği gibi sistemin, sadık ibneleri veya lezbiyenleri oluyoruz...

hepimiz kendi yarattığımız homofobi ve milliyetçilik gerektirmeyen yerlerde voltalar atarak, onları ilaheleştiriyoruz. üzerimize çullanıyor bu aptal dava... bu  toplumsal diş olan halkı, bir arada tutmuyor. kış estikçe biz değişiyoruz. 

acı.

sur' u çaldı israfil. 



peşinde cellatlar, gökyüzünü baltalıyor ve melekler yeryüzüne dökülüyor. -bu bir alemettir-. insan... korkularının sadık köpeği oldukça, birilerinin boyunduruğu altında ezilmeye daimi olarak muhtaç olmaya devam edecektir... üzerine düşütüğümüz korkularımızın, karınlarını parçaladıkça hayallerimize gebe olan korkularımızın karnından mutluluklarımızı sezeryanla alabiliriz. 

yeter ki farkında olabilelim.

C. Pavase'nin dumanını soluyalım son kertede. haydi söyle: "..hepimiz iğrenciz bu dünyada, ama bir gülümseyen, gülümseten, içten bir iğrençlik var, bir de çevresinde bokluk yaratan, başka, yalnız bir iğrençlik. Gel ki sonuç olarak, en aptalcası da değil." 

umarsız piçlerin saçmalama sanrılarıyla... biz algıladıklarımızla yaşatıyoruz bu dünyayı. hadi eyvallah.


27 Mayıs 2011 Cuma

to be slave our lies

...her bir düşünceyi dilde giyindirip, toplumsal alanda dini sembolik hale getirmek yalandır.

konuşmanın yalan olduğunu söyleyen burrows bu yüzden yasaklanmıştır. tıpkı nietzsche gibi:

bizi hala nice tehlikeli serüvene kışkırtan hakikat istemi, filozofların şimdiye dek saygıyla söz ettiği şu ünlü hakikat perestlik... karşımıza şimdiden ne sorunlar çıkardı. bu hakikati isteme!ne tuhaf, ne belalı, sorgulanası sorular! uzunca bir tarihi olmuş. yeni de, henüz başlamış gibi görünmüyor mu? sonunda inancımız sarsıldı, sabrımızı yitirdik, dönüverdik sırtımızı; ne harika değil mi?

GOD İS DEAD!
 

..because we were killed him.

dünyanın bir tarafına güneş doğarken, diğer tarafında güneş toprağa gömülür. ahlaksızlık ve gizemli olaylar işte bu zaman aralıklarında cereyan eder. bunların yönetilmesi insanın iyileştirilmesi yerine, çeşitli kuralların boyunduruğu altında, ormanında hapsedilmesiyle olanaklı hale gelmiştir. tehlike, umutla gerçeğin sıvanacağı sanrısından emin halde, hareket eden bireyin, monotonlaşmasıyla gerçekleşmiştir...
 
 
 
toplumların bir şekilde disiplin altında tutulması, belli zümrelerin işine gelmektedir. saltanat bunun neden gerek ve şart olduğunu geçmişte bize göstermiştir. günümüzde saltanat rejimi, modernize edilerek, imitasyon demokrasi kavramlarıyla yeniden şekillendirilerek, başımıza bir çuval geçirilip, içerisinde yaşamamız için zihnimize empoze ediliyor. toplumsal ayaklanmaların felç bırakıldığı bugün de umutla yaşamak, arşın arşın insanlara; çemberleri içerisinde yaşamaları için salık veriliyor. toplumsal metaforlar her daim geçmişteki gibi en iyi silah. 
 
televizyon, 
cep telefonları, 
bilgisayarlar... 
 
kitle parçalama bombalarıdır. 
 
hadi ölün!
 
 
 
khitruk ne kadar haklıydı adasında.

bu ironik bir süreçte doğmuştur. dünyanın oedipus karakterli olduğu zamanlarda zıtların çatışkısı ile doğan sistemler, bireyi köleleştirmiştir. sorgulayan birey çoğu zaman en iyisiyim ben diyerek, kendini köleleştirmiştir. süreçte devamlı aynı eksende, militanlığını harlandıran düşünceleriyle herşeyin üzerindeki sis tabakası sayesinde, sistematize edildiğinin  bilnçsizliği ile yarasalaşmıştır. gündüzleri uçup, geceleri yataklarında askı olmuştur. bedenlerin bu çürümüş ve kan dolu yapısı kitleselleşrek sokakta tahakküm etmiştir. insanların hayatlarının içerisinde kukla olması; geçmişe olan ilgisizlik, geleceğe karşı olan şuursuzluk ve bencillikten başka birşey değildir. 
 
sonuç olarak: insan sanrılarla hareket edip, kendi tecrübelerinden korktuğu zaman bir çok belayı yaşamaktan kaçınamayacaktır. buna en iyi örnek oedipusun yaşadıklarıdır:

olay insanın, korkularının kölesi olmasıyla başlar: thebai kralı laios ile iokaste' nin oğludur. delphoi kahininin laios' a oglunun onun katili, annesinin de sevgilisi olacagini söylemesi üzerine, kral tarafindan dağda ölüme bırakılmasıyla başlar. bu korkunun raslantılar ve hayatın olaslıklardan oluşması gerçeğini değiştirmemesi sonucuyla oldukça trajedik bir duruma bürünür. çobanlar tarafindan bulun oedipus korinthos kralı polybas tarafindan büyütülür. ergenlik çağına gelince, delphoiye gidip, kahinden doğumundaki gizi açıklamasını ister ve kendi babasını oldürüp, annesiyle evleneceğini öğrenir. bunun üstüne, yurdu sandığı korinthos' a dönmemeye karar verir. philais' te bulundugu sırada yaşlı bir yolcuyla (ki bu laios'tur) kavga ederek oldürür. thebai' nin kapılarına geldiginde, kente korku salan sfenks' in sordugu bilmeceyi çözüp, ödül olarak, laios' un dul eşiyle evlenir. gerçek ortaya çıkınca, iokaste kendisini asar; oidipus körleştirilerek, oğulları tarafindan thebai' den kovulur. kızı antigone rehberliginde yollara düşüp, atina dolaylarinda sırra kadem basar. 

hadi yalanlarımızın kölesi olmaya devam!


22 Mayıs 2011 Pazar

sî û

sî û...

...gölge ve...

û...
ayak oyunlarının götüremediği ritimler. bozuk yaşamlar. çarpık ilişkilerin yetim bıraktığı bedenler. ölümü arzuluyor. bu saçma. çünkü camus' un labirenti bile düzleştiriyor bunu. ve ölümle  biten  yaşam  saçmadır diyor...  evet.  bunda  kuşku yok.  ama,  yaşam  ölümle  bitiyor  diye,  kapayacakmıyız gözlerimizi. sonunda ölümde olsa, yaşam ayaklarımızı kaydıracakta olsa, yasaklı ince aşkların sonu kayıp günlere gitse de renklere inatla karıştırmalıyız hayatı. yeni bir yaratım, yeni bir tümelliyet bu. 


hou van je...

...seni sevmek... 

sî...

içimdeki serkeşliği dinlendirmektedir. ince eleyip, sık korku yaşamaktır.  sırma düğümlü acıların bakiriysen; sarsıl. ama düşme. ucuz bir aşkın peşinden koşmak, yetişemeyip düşmek. korkunun desteklediği bu acımsı vahaya saplamak. umutla. ölümü, şah damarından altın vuruşla kaybetmek. mantarın yumurtayla birleştirildiği sindirim ürünlerinde, nasılda doğal bir başka dünya doğuyor. ellerim kanatlarım olmuşta, uçuyorum. kelimelerin kalçaları arasında ipince estetik ipler gibi hapsolmuyor beynim. iri ve kocaman kalçaların üzerindeki incecik boğaza düşümledikleri dünya, şehvani hayvanlıkları bırakıyor orada....

 tüm herşeyi öldürüyor ve gidiyorum. 

gölge oyunu bitişiyle... 

 

21 Mayıs 2011 Cumartesi

piç bırakılmış aşklar[+18]

bizim sokakta fahişeler vardı. ay kadar gecede şendiler. puslu ve sisten boğazınızın düğümlendiği bir sokaktı. loş ışıklar ardında, yüzlerini gizleyenler voltalar atardı.


 
kalçaları parıl parıl parıldayan taytlarla, sımsıkı dolanmış kadınların o amorf yapılarında taşıdıkları dertler, onların zihinlerine yaşarken çürmenin, nasıl bir tat olduğunu iyice yüklemişti acımasızca. yırtık hayallerin paçasından sızan zamanla... üçer, beşer kişiliklerini bölerlerdi gün aşırı. köpeklerin sığındığı çöp kutularının etrafında, hayatlar pazarlanırdı. bedenlerin üzerinde, bedenler gidip gelirdi. vizite ne kadar abla diyenlere, tecrübesizsen, sana bir kıyak yaparım derdi ayşen...

bir dolunay akşamında, sultanahmetin arka sokaklarında doğmuştu derdiyle. karanlık düşen küçücük bedeni bir tecavüz sonucu dünyada piçleştirilmişti. diğerlerine inat, doğarken ağlamak yerine, gülmüştü hayatın ironisine. belki de ismi bu yüzden ayşendi... herşeye rağmen, çöküş ardından sırtlandığı boktan yaşamına inat, ördüğü güvercin işlemeli lifler ile dimdik ruhunu gözleri ardındakilerin önüne set çekmişti ayşen. bitmemiş bir yaşamın anlamsızlığı gibi görünsede ayşen, bir martı özgürlüğünü sergilerdi o nazenin gülüşü ve duruşuyla nefes dahi alınamayan bu lanetli sokakta. 



...satırlarıma tema olurdu günlüğümde her gece. ellerimin arasında kayganlaştırdığım hayallerimde, zifaf gecemizi hayallendirirken, değdiğim dudakları beni titretirdi. ardından birlikte yağmur yerdik saçlarımızdan, bedenimize doğru. yanaklarıma bir öpücük kondururdu ayşen. ilkimdi. bedenimi bir ateş kapladı onunla. ellerim titredi, yüreğim bir güvercin ürkekliğiyle hafifledi. ruhumun korlaşmış halini harlandırırdı ayşen. sokağın dibindeki, ahşap eski evinde... 

bu ilkimdi. ve sonumdu da şuan da. çünkü isteyemedi beni. aşıktım, aşıktı ona olan çocuk sevgime...
en güzel imgelerimi metaforlandırdığını okuduğunda, bir damla göz yaşı emekledi suratında. öptüm. dudaklarımın arasında yuvarladım onun gözünün nurunu. cennetin şarap nehirlerinden kopup gelmiş gibi... beni hurilendirdi. ağladım ve çıktım evinden. 

-bir daha seninle görüşemeyiz...

...demesiyle. gitti bedenimden bedeni.

sebebi ise hayatında taşıdığı yafta olan fahişe olmasıydı; perdeleri pembe ve tertemiz olan evinde dolanan yaşamların hayatıma bulaşma korkusuydu kimilerine göre... ama bilmezlerdi ki evinin içerisinde, ışık yandığında, ayşen' in odasının gölgeleri düşerdi yatağımın üzerine. çoğu zaman yalnız kalmak isterdim gölgesiyle. ona belinden sarılıp, teniyle tenimi kenetlemek istesem de o bir fahişeydi anneme göre. bu ona olan duygularımı engellemese de aptal toplumsal ahlak küfüne göre, kabul edilemezdi bir orospu ile yeni reşit bir üniversite veledinin aşkı... 



müşterileri dolardı aramıza. saçlarını okşardım elimin gölgesiyle. dudakalarının düştüğü kadife yatak örtümün üstünde, göz yaşlarımı düşürerek öperdim onun yorgun dudaklarını... kırış kırış olurdu her gecenin sonunda yatağım. düzeltirdim inatla. ayşenimin ruhu kırışmasın diye. ellerimi kenetlerdim göğüsleri altından gölgesine. kaçıp gitmesin diye, bedenimi bedenine yatırırdım hayallerimde. haikular düzerdim onun ağıtına. semada asılı olan ayın kalıcı olup, güneşin bu dünyayı aydınlatmamasını isterdim. ben ay ile şendim rüyalarımda,ayşen de bendim. gölgelerimizin o ürkek korkularını  taşıdığım öznel zamanlarımızda. 

memeleri arasında, göğüs kafesiyle hapsettiği kalbini alıp elime, yüreğime koymak isterdim. acılarına ortak, hayallerine toprak olmak isterdim hevesle. nefesim kesilir, astım krizleri geçirirdim. onu her gün başka biriyle gördüğümde, bilemedim. neden kaçmıştı benden. neden bu yatakta ömrümü onun hayaliyle baltalıyordum. ama bir gerçek vardı ki ayşen benim külkedimdi.

kahverengi gözlerinde fallar bakardım rüyalarımda. bir vakte kadar evlenmeyi ve sahibi olmayı isterdim. şehvani duygularının hayvanlığında, onun iniltilerini her duyduğumda yakmak isterdim onun bedeni üzerinde parasıyla tahakküm kuranları. 

içimdeki eylemsiz hayallerin eylemleri, kanser hastası olmamla engellendi. aids'tim. korkulan olmuştu. tüm vücudumun bağışıklığı çökmüştü. bedenime girecek başka biri olmayacaktı. bunalımlarıma ortak olacak başka bir kadın teni, tenimi sarmalayamayacaktı. hayat böyleydi.

ne düşmeden kalkmayı, ne de bunalmadan kurtulmayı bilemiyorsun.

herşeye rahmen ben ay ile şendim. gölgeyle kendimdim. ama gittim.

toplumsal ahlakla piç bırakılmış tüm aşklara...



Not: garip bir monolog, dialog, tetralog.

20 Mayıs 2011 Cuma

ruhun nazenin korkusu

bizi üzen başka birşey....



tanımlayamadığımız duygular, seyyah olmuş sokakları arşınlıyor. hislerin parçalanmışlığı, cebimizde hatıra olarak serkeş bir halde. sokaklarda bir puştun peşinden giden kadınlara karşı özlem. mevcut yaşadıklarımızdaki dünyanın dümbüklüğüne isyan bu yalnızlık... özlem ki onların estetik bedenlerine, en nadide imgelerini dizimliyor. bir garip edinim bu. karanlık ve puslu bir oda dünya. gitarımın telleriyle  hayatın göz tellerini sullandırıyorsun sen hayallerimde. aldığım uyuşturucular zihnimi sislendiremiyor. anlamsız gülmelerin de bile bir matem havası mevcut oluyor. alkışların, dünyayı umursamamanın içerisindeki o boş ümitsizliğin yanından tutuşturuyor zevzek beğenileri...

mozeralla peyniri yürekli insanlar. 



açlığın ne olduğunu bilmeden, aç parazit duygularını, vakıf olmadıkları hislerde idame ettirmeye çalışıyor. başarısızlık okullarındaki çoban bunlar. büyük bir ablukanın içerisindeki esirleşmiş, kendi öz benliğini yitirmiş, tıkanmışlıklarının arasından sıyrılmaya çalışan ram: dinlendiğin duygular sana ait olmadıkça sen, nasıl özgürlüğü savunabilirsin. kullandığın hayatın bir başkasının vücudundan ödünçlüğü korkusuyla, yüksekten düşmüş, yükseklik korkusuyla cebelleşen bir sevapyedisin sen. korku atlatma oyunu oyna. 


jilet neştere kafa tutuyor. kokuşmuş popüler ütopya bu...

kelimeler yoruluyor, içimizdeki bu boktan migren ağrılarını anlatmaya. göz bebekleri, emeklediği dizleri üzerinden hiç bir zaman diliminde ayağa kalkamıyor. tümünü göster. tümüne doldurduğun acılarından kaçma. kaçtığın yaşamının tasması olmuş bir köleysen sen; zamanın en sefil kevaşesisin....

genç duygularımın içerisinden seçtiğim his formları bunlar. eğilip dudaklarının arasına kenetlediğim dilim ile düşlerini çekiyorum. kadife bir yüzeyde, bir biri üstlerinde gidip gelen, parçalı şizofren bedenlerimizin zamana karşı isyanı bu. nerede durdurduğumuzu bilemiyorum. kuyucu ya da mezarcının uyuz iti gibi hep ölmüş bedenlerin, kefenleri oluyoruz. büyük bir yedinci geminin içerisinde, manasız kısa metrajların başrol oyuncusu oluyoruz.

sözlerin lethesinde, dudaklarımızı nemlendirdiğimiz kenarlarda, yalnız sazlıkların diplerindeki böcek yuvalarında esir hayatımız. bir hoş nazenin hayat... herkesçe mutlu mesut, bencilce yaşam hoş karşılanıyor. ağır sırlarımın yüreğimde oluşturduklarıyla, son damlasını da damarıma enjekte ediyorum sırlarımızın. ardından... 

söyle/mek istediklerimi unutuyorum. düşüncelerimin anal bölgelerine gizemleniyor hayat...sonuçlanıyor: 

" ...ben senin bende ki oluşturduğun duyguların ağırlığında; mutsuzluğumla bile, en narin örümcek ağlarında, cambazlık yapıyorum kelimelerimle..."

sana dair, soyunmuş ruhumun gölgesi...


18 Mayıs 2011 Çarşamba

tohumlar özgürdür! viva liberty! via campesina!

tohumlar özgürdür!
viva liberty! 
via campesina!



çiftçiler, hayallerimizin militanlarıdır. çiftçinin dünyasıdır hayal etmek. hayaline kılıf giyindirip, toprakta inşaa etmek, onun mevcudiyetinin tek gerçekliğidir. mücadeleci ve çatışmacıdır. toprakla dünyanın, içindeki karalığı söker alır... 
bedelini, nasır tutan elleri vermiştir. yüreği, yeni anne olmuş, kıpır kıpır bir kadının evladına olan o sade, vaftiz edilmiş sevgisinin yoğunluğunu barındırır. toprağın saçlarını okşar tohumlarla. tohumlar onun, gözlerinden döktüğü yaşdamlalarıdır. dünyaya, ters bir varoluş sürecinin hayat bulmasıdır. toprak terler, yüzü ıslatılıp, yumuşatılır... sonra bacakları arasına salına salına emekler tohumlar.

geçtikleri yerde dilden düşmekten ürken kelimeler, bu hissi anlatmaya kıyamaz. kendilerini idam etmez. hayaller kelimelere bürünerek, dilde suskunlaşır. lal olur. obsesif bir bulantıyla, o duygunun eşsiz şaheserliğine bulutlandırarak gözlerini gezdirir...
işte bu içerisinde yavrusunu koruyan bir anne gibi, şefkatli ve parçalı olan toprağın en açık ruh çıplaklığıdır... zamanla pul pul tüm köşelerini saran fideler, onun ergen kızlarıdır. bakmaya kıyamadığımız, öpmekten çekindiğimiz, kokusunu zihnimize üryan ettiğimiz yeni doğmuş bebeğimiz gibidir yeşerttikleri...
göğüsleri dik dik, dudakları al al salkımlanır meyveleriyle... insana verdiği haz duygusuyla, yağmurların bedenini yıkamasıyla yükseltiği koku, nefeslere dolanır. en istemli astım krizlerini yaşatır insana. ciğerlerinize çektikçe dolar, doldukça hayallenir, hayallendikçe direnirsiniz. tırnaklarınızla tutarsınız uçlarından... zamanın sabır kilometrelerini, en içten adımlarıyla geçersiniz. olgunlaştığında, yüreğinize üşüşen duyguların yamaçlarında, hırçın bir çocuk gibi uçurtmalar yaparsınız mutluluklarınızdan. tepeye, çok tepelere dolarsınız.

özgürlük onların sarı buğday başak saçlarında dalgalanır. baranlar çağıldar üstlerine...yürek aralıkları tohumsuz viranedir toprağın. kimsesiz, militarist bir düzenle hapsolur tohumlar. özelleştirilip, yaşam hakları ellerinden alınır. mülkiyet sınıflandırır onları. annelerinin uterusuna daha düşmeden, kılıflandırılırlar... mülkileştirme arttıkça dünyada, düzen gelişir ve katılaşır. sistem katılaşıp, herşey buharlaşır...toprak yabancılaştırılır yamacındakine. sığmaz. durağan kalmaz.


çocuk türkülerinde ki o coşkulu ses gibi ellerine aldıklarıkları kazma, kürek, tırpan, orak, ve çekiçle direnişe, direnişle cevap verir. çiftçilerdir onlar. ne sıra sıra yürür, ne de takım elbiseleri içerisinde bir estetik kaygısıyla, tüketimin en  kalın peçetesi olurlar... onlar gecenin loş, zifiri karanlığında bile toprağın derisini çatlatan tohumların kutsal bekçileridir. ne kerberostur, ne lethe. onların güzel athenasıdır.



viva via campesina! tohum mülkiyetine hayır!

15 Mayıs 2011 Pazar

devrim devirmek değil, yok etmektir!

düsünmeyi bir kenara bırak!

sönmemiş kireçteki ten yangınlığı, beyaz zencilerin gövdesini taşıyan ruhların direnişiyle... devrim devirmek değil, yok etmektir! sistem yanılsamasının öksüz çocuklarıyız bizler! 

öksüz serçeler kadar sarhoş, rüzgarın koyunlarıyız bizler. kullaşmış, kullanılmış, buruşturulup akvaryumlarda melodi edilmişiz. diğerlerinin şuurlarını şenlendirmek için. onlar için. kır sanal kavrayışları, inançları, dogmaları...cama karşı harakiri yap. sen kırmasanda, ardılındaki parçalayacak bu çemberi, inan. işte o zaman en gür sesimizle türkülerimizi omuz omuza söyleyeceğiz sevgili balık...!

özgür düsünceli insanlar...!

hayat tezgahlarında meta olmayacak kadar ele sığmazlar. hayalleri angora kadar serttir. zihinlerini önyargısızca ve kendi adetleri, ayrıcalıkları veya inanışlarına ters düşen bir şeyleri anlamaktan, korkmaksızın kullanmaya hazır olanlardır. bu insanlar, düşüncelerini ve duygularını diğerlerinden farklı algılayarak yaşarlar. bu onların bilincinin bir tür göz aldanmasıdır. kimileri nesirlerine kanar. kimileri sabunlarına bıçak darbeleriyle doğar. kimileri yağlı boyalarına sürtünür tuallerde. kimileri ise notalarda soldan yumruklar indirir zihinlere, ölümsüz doğmak adına... bu geniş ve sınırlandırılamaz vaziyet, mülkiyetsiz bir belleği doğurur. kültür belleğidir bu. bu bağlamda özgürlük insanı bireyleştirendir.


...insanın yüceltmediği bireyin, toplumsal alışkıdaki tepki mekanizmasıdır devrim. bu kültürün korunmasıdır. ve kültür, sadece yaratıcılık ve oyun üzerine yerleştirilmiş kutsal bir  yıkıcı sınırdır. kutsal sınırlar üzerine gidildikçe incelir ve sorgulandıkça evrimleşir. gelişir. devrimler de sorgulandıkça gelişir, sağlamlaşır / sarsılır ve halkaları yayılan kültür kutsalları ile tarihte ve zamanda asiler, fahişeler, berduşlar, hippiler, uykusuzlar, deliler ve toplumun tüm dışladıkları tarafından sınırları yok edilir. bu iktidar ve onun sur' ları için bir aldanma, bir hapishanedir. kerberos ve lethe onların saldırganlaştırıp, korku dolu bireyler haline gelmemizi sağlamıştır.

...sistem yalnızlaştıran, asosyalleştiren, formata sokan, tabulara büründüren ve kişisel arzularımızı, sevgimizi, en yakınımızdaki bir kaç kişiyle sınırlandırmamıza sebep olur.  şizofrengi bir melodidir bu. bunu kırmak zihnimizdeki baltalarla mevcuttur. yavuz çetin' in satılığa çıkarttığı kelimelerinin beis rüyasal halidir. açık bir aldanmadır onlara göre. tedavi sürecini getirir. tımarhaneler ise focoult' un çözümlediği gibi, iktidarın kılıflı hapishaneleridir. insanları kendi isteklerince plakalandırırlar buralarda. yapmamız gereken şey, merhamet dairemizi, var olan her şeyi ve kendi güzelliği içerisindeki bütün doğayı içine alacak şekilde genişleterek, kendimizi bu hapishaneden kurtarmaktır. bu ütopyadır kimilerince ...

bu bir direniş kültürüne ve direnim isteğine zorluk çıkarıp ona itaat etmemeye varan birey olabilme kültürüne sahip olabilmeyi sağlar. çürümüş liberaller bu özgürlüğü, farklı bir formülle değerlendirmek istese de devlet aygıtını yönetenlerin ister kapitalist, ister komünist, ister sosyalist, ister gandhiciler veya kim olursa olsun, onlar tarafından iktidarın kaçınılmaz olarak kötüye kullanımına karşı durmanın tek yolunun bireysel devrimin olacağını gösterir bize yaşanılanlar. daha net çizgilerle: 

devrim sınırlandırılmayacak kadar katliam dolu, düşünce dolu, özgürlükçü ve cani olabilmektedir. devrimin anlamı hakkında birazcık deneme yapan her birey düşünmeli ve düşlemelidir. bu terim şimdi o denli kırılmış ve yıpranmış ki liberaller kendilerini anarşist olarak görüp, yaşamı gücün hiyerarşisi altında irdelemektedir.  kevaşe sistem sülüklüğünden başka birşey değildir bu. ve o kadar çok her yere çekilmiştir ki tüm kültürel dimağı, çürümeye yüz tutturulmaktadır. her ne kadar basit de olsa temel bir tanıma geri dönmek gerekli. anlayışta sadeleştirip, devrimi bir sürecin, aynı noktaya geri dönmeyi imkansız kılan bir değişimin doğasına dair bir şeyler bütünü olduğunu unutmamamız gerekmektedir. bu terim, bir sönmüş yıldızın diğeri etrafındaki dönüş hareketine atıfta bulunan imgesel özgürlüktür. bir anlamda, bireyin etrafından koparılmış bir devrim; özüne göre kullanılmasına aykırıdır. o bir şeyi değiştiren bir tekrar, tersine dönüşü olmayanı getiren bir özet dizisi değildir. tarihi üreten, tarihi yazan, tarihi tutumlarıyla belirleyen bizleri; aynı tutumların ve anlamların tekrarından alıp götüren bir süreçtir. herkesi aynı tulumda tutan, herkesi eşit ve birey olarak gören bir gerçekliktir devrim...


kral ile soytarının aynı zemine basacağının bilincindedir devrim. bu yüzden, bir devrim programlanamaz. kılıflandırılamaz çünkü programlanabilir olan daima iktidarın kevaşesi olmuş bir fahişe haz duygusudur.


devrimler, tarihi pandoranın kutusunun anahtarı diye değiştirmez, hayatı kötü bağlamda. daima sürprizler üretir içerisinde. insanın pedagojisi etkilidir bu unsurda. nasıl sosyalist bir devrimde ezilenler güçlü oluyorsa, diğer eksende de maddi gücü elinde tutanlar kazanıyor. insan hazzını sömürerek. tanım gereği daima önceden tahmin edilemez bir olasılık çuvalından çıkar devrimler. mülteci, anti - militer bir yapıda olduğu gibi. mülkiyetçi ve silahlı kuşatmayı da salık verebilirler. zıtların çatışmasıdır bu. insanı, devrim için çalışmaktan alıkoymaz, devrim için çalışmayı, mücadele etmeyi, korkuya düşmemeyi enjekte eden realist bir akımdır, insan kanında devrim. önceden tahmin edilemez olduğu için mücadele gerektirir. fedakarlık istediği için, korkulu süreçlerden geçirir bireyi. bizler çalışmak için, eşit, özgür birer birey olarak anladığımız sürece devrimi; devrim bireysellikten çıkıp, kollektivist bir hale bürünecektir.

dediğim şey melodik ve kanıksanmaz gelebilir. ama parmağını korteksine doğru bastıranlar, düşüncelerini diline sürgün etmeden kendilerine saplayanlar görecektir ki zamanın içerisindeki bu parçalı betimlemeleri. dilini tarih bilinciyle sürtüştüren bir şuur; hiç de o kadar saçma olmadığını gördüğünde, uyanıp toplumsallıktan ve feodaliteden uzak bir direnişin imkanlı olduğunu bire bir tadacaktır. üretken bir sürece katılmış bir şair ya da müzisyen gibi.... gerçekten kendinden yana bir kazanç beklemiyorsa birey, devrime nasıl bir nefer olduğunu görecektir gorki gibi, çernişevski gibi, yaşar kemal gibi...




eğer insan kendisini bütünüyle bir üniversiteye ya da konservatuara bağlanmış ise toplumun bütününü çürüten bir nefer mayadan başka bir unsur olamayacaktır. ama eğer zincirlerini kırıpta, diğerlerine benzer olmayan fikirlerini, özgün ve öznel yapısını izole edebilirse, düşünceleri dilinde; onu üretene kadar ne ürettiğini asla bilmeden mücadelesini yılmadan sürdürecektir.

hatta, tutunamayanlar olan bizlerin, kendi üretimlerinde intihar ya da deliliğe varma noktasının üstesinden gelmiş olan bütün yaratıcıların yaşamlarınındaki sözlerinin, neden muazzam bir şekilde sonradan kavrandığını gingsberg' in, goldman' ın, nietzsche' nin, kropotkin' in, tacitus' un imgelemlerinde geçen anekdotlarında görebiliriz...

benim görüşüme göre devrim fikri; süreç fikri ile tanımlanır. var olmayan bir şeyi üretmektedir. bu bağlamda sanattır devrim. şeylerin, düşüncelerin, duyguların ve duyarlılıkların tam olarak varlıkları içinde bir tekillik üretmektedir. bireyi doğurup, süreçte büyüten bir kundaktır devrim. bilinçsiz toplumsal alanda, söylemin ötesindeki bir düzeyde, mutasyonlara sebep olan bir araftır devrim. biz bunu bir varoluşsal tekilleşme süreci olarak adlandırsakta, devrim özdedir. kişinin camlarını parçalayıp, bileklerini kanatabilmesiyle cesaretlendirilir devrim. sorun tekil süreçlerin, onları bir çalışmada, bir metinde, birisiyle ya da başkalarıyla birlikte bir hayat tarzında ya da yaşam alanlarının veya yaratılacak özgürlüklerin keşfinde açıkça ifade ederek desteklenmesinin nasıl sağlanacağının dramatik bir tragedyasını; pandomimcinin sesi kadar tiz, kelebeğin kanat çırpışıyla yarattığı rüzgarlar kadar derinden kazanılan bir tekelleşmedir devrim. acılı bir süreç ve kazanılması meşakatli bir tualdir mücadele.



totalde ulaşılan ise, akılının ve bilincinin kendisine ait olduğunun farkında olan bireydedir devrim! bu sunu öğütler:

"...bilmesek de, istemesek de geçmiş zaman şimdiki zamanın içinde bütün canlılığıyla tik-taklarına devam eder... ama bugün, hatırlama hakkını canlandırmak ve hayata geçirmek, hiç bir zaman olmadığı kadar gereklidir: geçmişi tekrarlamak değil, tekrarlanmasını önlemek için, aptallığın ya da talihsizliğin sürekli yankısına mahkum olmayan seslerle konusabilmek için. nietzsche, bir yazısında voltaire' den bir alıntı yapar: doğruyu söyleyip kurban olmak gerekiyor. olmakta olan' ı işaret etmek / söylemek duymak istenilen bir şey olmadığında, artık orada, imleyenin varlığı sebebiyle bir korku dolayısıyla hınç kültürü doğuyor. imleyenin çevresinde kimse kalmadığı gibi herhangi bir imleme ediminde de saldırıya maruz kalıyor işaret eden... çoğu zaman. işte bu yüzden olmakta olan' ı değil ama bir şey söylemeyi / işaret etmeyi sorgulamaya başlıyor kişi ve kendini bundan azad edebiliyor. ancak olması istenen' e dair bir tutku / inanç taşıyorsa kişi, bu anlamda, bu uğurda " kurban olması ", " yalnızlığına / kendisine kaçması " gerekebiliyor. yoksa " kurban edilmesi " söz konusu olmaktadır, olması istenen' in dışında, olmakta olan' ın esirliğinde, kendi içinde yalnızlaştırılmakta, kendisinden koparılmaktadır daima."

bu yüzden: mücadele sende betimliyor kendini. uyku sürecindeki bireyin kalkması aşkla gerçekleşiyor. bireysel, mülkiyetsiz ve ihtiyaç kadarıyla...kalk.

cehennemin içerisinde aşkı sezmektir bizimkisi balık üstad.

sonuç: " duygularım fahiş fiyata gitmiş fahişemdi / hüznüme ay vurmuş...hepsi bu"

kan/mak

imge balık(A)!

7 Mayıs 2011 Cumartesi

annem'e

anne' m

sen hüznümün üzerine
damla damla örtünen siper.
sevgime çağıldayan,
kederimin üzerine yağan
anne' m.
göz bebeklerim dolduğunda
çatırdayan kırış kırış
kalbimin uçurumlarında,
yüreğimdeki hasret yarıkları
itekler beni sana...
dilim dilim kesilmekte
gözyaşlarım sana,
yanaklarımdan sarkınarak aşağı
toprağa bulanır
her sensiz geçen günde.
işte o zaman,
ışığına dolanıp,
sıcacık yüreğinin içerisinde
sen' in hayallerinle
tavaf ederim rüyalarımı
anne' m
düşlerinin göğsüne
sensiz yaslandığım gecelerde,
düşlerin düşlerimi
yastığıma dolanan senin imgelerinde
dik tutar bu çürümüş bedenimi
sesin hayali'yle
anne' m...
bu çorak topraklarda
kanat çırpar yüreğim hayalinle
sesim buğulanır,
boğzımda dizelenir özlemin
yumruk yumruk havaya asılır
sana da'ir sözlerim
anne' m
senin yanında olsaydım
ellerine erir ellerim,
ellerine karışırdı ıslaklığında
bedenim
anne' m
eğirmek istediğim tüm körelmişliklerimi,
gökyüzü kokulu,
kestane renkli saçlarını,
parmaklarımla
ellerime doladığımda,
bütün kötülüklere
zindan olurdun sen
anne' m
hep zamanlarda..
zorlu kum tanelerinin
intiharları anları' nda
çıkıp gelirdin hep yanıma
eziyetle yürüdüğün yaşamına rağmen
düş olup,
umut ekerdin
yaşamımıza
anne' m
...
yeter sensizlik anne' m
dökünüyorum sensizlik yorgunluğunu bedenime,
göz kapaklarım ardından,
kopup gelen sarnıçlarda
yağmurlar topluyorum
bu kurak topraklarda dinlenirken senin için
anne'm
gül et beni kederine
kimse eline alamasın
güzel kokulu bir hurma ağacı gibi
dolandığın hayallerinle,
kal gözlerimin ardında
daimi olarak
anne' m
sen olmadan ben
ben olamam melaike
anne' m

anne' me
...
..
.
böcek' inden ilahesine

6 Mayıs 2011 Cuma

balık'ım

bir hayalin peşinden çağıldamak...


damla damla kelimelere dökülürken sözcükler dilde izler bırakıyor. her ne kadar acılarla paspaslasamda yetmiyor bunları gizlemeye. dilimi, dilim dilim ederken dolduğum hislerimin ağırlığından, ezildiğim yaşamım; ancak bir kibrit ateşi süresince yanıyor, mutlulukla. acı benim siyam ikizim. korku, sadece hayatta düştüğüm uterusun kaybı korkusu.
ötekilerine göre garip ve serkeş bir duygu çürümesi bende ki. belkide şizofreniğim. belki de esrarkeş, mantarcı, halüsinojik etkili bir mutantım. ama mutluyum. karanlığın içerisindeki kerberos itinin havlaması bile ürkütmüyor beni. işaret parmağımı kesip önüne atıpta onu letheye doğru çekecek kadar fakir bir korkuya sahibim. ben öykünmeyi kana dolamış, mazoşistin biriyim.

bileklerimdeki cansızlığı hiç olmaksızın doğrayacak kadar faşistim kendime karşı. aylaksızlık üzerine harem emekçisi kadar estetiğe düşmanım. üzerinden geçen libidoların tüm pisliklerini içine çeken bir hayat kadını kadar boşum, hayatıma karşı. şu zaman. bu zaman. dolunaydaki mavi karanlık kadar puslu ve sisli olan düşüncelerim, sırat köprüsünü bileklerimde eğeler şimdi. mahşerin içerisinde emek diye bağırmak. ateşi sol avucuna alıp emek diye bağırmak adına...

unutma.

her ölüm bir özgürlüktür balık
 
unutma.



bizler devletlerin, tahakkümlerin, iktidarların kevaşeleri edildik ey insan. yazılarımızdaki kişisel bunalımlarımızı kendimize itiraf edemedik. korktuk, kaçtık. mücadeleyi bile içselleştirerek, kendimizi izole ettik. matemler tuttuk. acılar gördük. faşizmin dişleri arasında sindirildik, işkenceler gördük, sindirilip sonunda bedenlerimiz bir kürdan gibi eğri büğrü edilerek, çöp poşedi misali olan evlere atıldık.



inatçıydık. gölgemizden ayrılma cesaretini gösterecek kadar kan olduk, damla damla mücadeleleriyle bize vücut olanların peşinden aktık. sosyal yaşamlarımız bir urgan gölgesinde korkuya bulanmaya çalışılsa da vücutlarımızın o onurlu direnişi bize cesaret oldu. çıktık sokaklara. bastık tetiğe. düşüncenin saçmalarıyla etrafa dağılan bedenimizin toparlanma sürecinde, yetiştik, büyüdük, acı çektik ama pes etmedik. çünkü bu uğurda gelecek tek ölüm, öğrenmekle sıkıntıların farkına varacak bir dimağtı.

bu sayede keder ve ızdırabın iyimser halini soluyup, kendimize boyanacağız duvarlarda. böylelikle dünyanın şahidi olup, sloganlarımızla ibadet edeceğiz insanlara. mücadelelerimizle cesaret vereceğiz çevremize. şu ya da bu şekilde dünya olup; yaşanılanlar, görülenler, maruz kalınan işkenceler ne kadar acı olursa olsun çocuğumuzun öğrenmesini sağladıkça, akacak bu yürekten direnç kanı.

sonuç: balık olmak hapsolmak değildir!


5 Mayıs 2011 Perşembe

son serçe

"o" zaman



topukları yere sürten 
şaki bir velet
düşüncelerim 
benim. 

geceden denizin boynundan 
kopup gelen 
istiridyeler kadar, 
sarhoştur 
zihnim. 

sona kalan yaprakların üzerine 
düşer sen'in imlerin. 
düşlerim, 
düşlerin, 
düşlerce 
gecelerim
...
..
.

kendi dibine dolanan 
sarmaşığın intiharı 
göze almasındaki 
öznesin 
sen.



2 Mayıs 2011 Pazartesi

serçe korkusu

 satırladım kelimeleri...

aralarında voltalar atarken, kaybettiğim kimliksiz duygularım toparlanıyor bugün. ben kendi içime evriliyor ve doğmamışlıklarımı düşük yaptırıyorum. rüyanın ortasında uyanamayıp, karabasanla cebelleşmeyi, bilinçli haldeyken yapıyorum defalarca kez...

iki bedende tek kişilik bir sahnede...

söze ikilem büründürdüğüm kimliklerle, sergilemek istemediklerimi piyeslendiriyorum. koru elime alıp, kalbime çeyrek, çeyrek fırlatıyorum. ve ben bölünmüşlüklerimi birleştiriyorum bugün. amorf vücudumda, raffaello misali heykellerini yapıyorum, düş bahçelerimi zenginleştirsin diye...

zeytin ağaçlarının kokusu arasında...

ben senin sırma dereler gibi çağıldayan saçlarına, rüzgarla notaları gömüyorum. amasra' nın yeşil tepeleri kadar yoğun gözlerine her bakışımda, yapraklar döküyorum sözlerimden gözlerime. bir gelişinle, gittiğin beş vakitte; sesinle zihnimde giyindirdiğin imgeleri, sözcüklere batırıyorum için için. 

yetmiyor. hiç bir yüklem, edat, dolaylı tümleç seni taşımıyor / taşıyamıyor.

sanırım yeniden itiraf edeceğim!

limanları eskitiyorum uzaktan. kelimeleri telaffuz edemiyorum dilimde. parmaklarımın titrek ve ürkek hali, her baharda fidanın uterusuna düşen cenin olan sen ile vahdet-i vücud oldu bugünde / seninle. bütün hislerim... tapılanın kimsesizleşmene karşı müdahil olması bile, dizlerini bükmeyecek. emin ol. 

ve yazılmamış önsözü metaforlandıracağız birlikte...

o an, arka sayfanın popülerliğini yitirmesine sebep olacak senin, bu eşsiz nazenin ve öyküsel yapın.  tüm kitaplar ortak dili konuşacak sonunda. ve insanlar farkında olmadan, menekşe gözlerinden süzülecek o ince çizgili mutluluk yaşlarının hazzını anlamdıramayacak. geçmişi derleyen çiçek tozları gibi, duygular/ımız dölleyecek yarını. 
bırak, 
korkma. 
sadece hayal et...

yer çekimine inat, kanat çırpınışlarıyla güneşe kanayacağız...



saçılmamışlığın ve duygusal gizemin eşsiz harikalığı; narkisosu haklı çıkarsada, kelimelerin kul kılıyor, düşlerimi sana...her tebessüm edişinle yüzünde açtığın o esrarengiz biçemle, çölleri bile irkiltmen ile...; hakkari' de bir antalya gibi, sahra çölünde bir yağmur ormanı yaratman gibi. bu bile engellemiyor seni anlatabilmeme... 

ve seni doladıkça umutlara, uzaklaşmak istiyorum sayfalarla. sese sarıldıkça umutla, yetmiyor iki parmak kalınlığındaki dolmalar seni zihnimden kazımaya.

sen...

çizgi ötesinden, en pastel duyguların eskizisin sen. bir annenin çocuğuna verdiği ilk süt kadar temiz ve melaikesin. içinde güneşleri sefer ettiren, gölgelere kabus olan prometheus' un mantık ateşisin sen. yayını terleten ok kadar dik ve sert, köküne eğilmeyen sarmaşık kadar dirençli ve savaşçısın sen. korkma; yıldızlara değecek başın. eteklerinde taşıdığın toprakla, her daim en güzel duygulara gebe kalacağız beraber.

ve artık birlikteyken, son damla korkusuyla buz kesen bitiş yudumu olmayacağız, bu çay fincanı prototipli dünyada

bil ki senden uzakta...

insanların içerisinde, bomboş gözlerle...tıpkı; arsız bir patikanın önüne çekilmiş amansız bir duvar gibi. gardan yolculadığımız veda anındaki son paso treninin sesi arasına karışan hıçkırıklar kadar tiz ve derin bir acı ile çektikçe ağırlaşan zaman... beni rüyalar ve gerçekler arasında gel-gitlerle şizofrenleştiriyor, sesinin ve varlığının gitme korkusuyla. 

bu yüzden göğsümün ortasını yarıpta,
kalbimin kafesinin içerisine
koyduğum yemleri
alır mısın kendine? 

yorgun korkularından 
vazgeçmek için,
benim için.


tema: seni sevmek korkusu






28 Nisan 2011 Perşembe

serçe telaşı

sevgil/im/ 

günün belli saatlerinde seni unutmayı zorlar göz kapaklarım...

...bilmezler ki ardıllarında asılı olan senin imgeni. 
göremezler bendeki seni. 

hapsolmuşluğum, zoruna gider bir çoklarının. 
umrumdamı ki ölümsüz babamız 
ve tüm olimposun götü yağlı tanrıları,
ermişleri, 
kahramanları, 
pornografik heykelleriyle iştahımızı kabartan mitosları? 

iki bedende imgesel tek bir düş'ün bu...

tüm cennet, cehennem bir arada olsun ki 
ve yeminler eyleyeyimki, 
parisli bir kibar kadar narin olmayan, 
yaralanmış ellerimde; 
tırnaklarımın arasında gizlediğim kömür tanecikleri kadar eski, sana olan sevgim. 
her baharda ağaçların dallarını kıran, bedenini gebe bırakan meyveler kadar yoğun v
e yeniyim senin için. 
terkedilmiş yüreğimi bekleyen hislerim gibi 
mor zirvelere açan çiçek kadar esrarengiziz biz. 

önsözü söylenmiş, 
gerisi gelişmekte olan bebemiz bu.

hisset.

sözü susanın kaybettiği olmayalım bir kere daha. 

mayısa özgü emeğin çilesini gömmeyelim toprağa. 

gözyaşlarımızın nemlendirdiği yanaklardan akıp gitmesin zaman. suyu ikiye ayıran salkım yaprağı kadar rahat, ölüm coşkusunu bile bile kelebek olan tırtıl kadar cesaretli olalım beraber. 

pandora' nın kutusunu kundaklıyorum satıhlarda...

an-lam(ı) düşüncelerime gömdüklerimde. yapay örgün gibi saçlarına dolanan gözlerimin içinde barındırıyorum sana olan çiçeklerimi. 

gör, 
bil, 
hisset. 

amasranın eteklerine inerken, tepemizde saklı kırlardaki  üç yapraklı yoncayı bulmak gibiydi benim seni buluşum. 

duy, 
oku, 
anla...

son söz: bendeki imge[n]

örtüsüz görünen betimlemelerle bezenmiş bu satırlar, 
bendeki doldurduğun hayatın 
kardelen çiçekleri gibi 
güçlü ve ateşli. 
ama korkum, 
dolup taşmak, 
taşıp 
kaybetmektir. 
bil.

b(e)klenti: 

çocuğunu asma  beşikte sallayan bir anne kadar şefkatli ( yeditepe )de / onun içi süt dolu biberonu olan ayasofya kadar ilahi bir sevgiyle, bekleyeceğim seni / ki duygularım bakir kalsın diye kapatıyorum kendimi kiliseye ...

serçe telaşıyla kıpırdayan kalbin,
 camına çarpması...


22 Nisan 2011 Cuma

bir ....kere

insanın kendini hissetmesi...


son zamanlarda rüyalarım yosunlanmıyor. duygularım bir hayli çiçekli. öyle zamanları arşınlıyorum ki, çiçekleri derliyorum etraflıca.

neden kadın diğerine başlarken ötekinden farklı olacağı sanrısıyla savaşırda, erkek daimi olarak karşısındakini belirli kalıplara sokarak idame ettirir yaşamını.

19 Nisan 2011 Salı

düş]ün[&me

ölüm korkusuyla doğup, yaşama mutluluğuna alışamamak...
parafsızlıkla, tarafsızlıkla idame ettirememek özgür yaşamı.

...yosunlarının dal dal, kayalara dolanması. yengeçlerin kıyı kenarlarındaki deniz fenerlerini infilak ettirme isteği. ağaçların diplerine gizlenmiş solucanların, toprağı nefessiz bırakması. gölün gövdesine dolandığı, çamurlu bir sazlığın içerisindeki o karmaşayı, dibindeki su gibi her yanını saran, etine, kanına saldıran bu gürültüyü görmeyen yarasaların tahakküm ettiği yaşam...



neresindeyim bu labirentin. neresi çıkışı bu kaos deliğinin. yüzü, yüzsğz olan acılarla anlamıyoruz...

çıkılacak bir yüzü, bir yüzeyi yok oysa. bu ses insanın, iğrenç düşüncesizliğinden ötürü bataklaşmış okyanus gönlünün nasılda gölleştiğinin kanıtı. bu bataklığından kurtulmanın tek yolu..."

...yok. bizler kendi kökümüze saran dikenli sarmaşıklarız. dibimize uzanan, içi çürümeyle bezenmiş mutasyonlarız. tanrının yarası, toplumun çibanı, ailenin unuttuğu acılarız. bir otobüs bulmak için, zamanı defalarca kez kesip, doğrayıp yeniden prototiplendirebiliyorken. hayatı bu kadar yaşanamazda kılabiliyoruz.

korkuyorum sodomun hazzına alışık kalan bu sabit hayattan. 

bu sanrıyı kendimde yaşattığım düşüncesiyle, yastığımı nemlendirmiş kafamdaki düşüncelerimle fırlıyorum yataktan. kırmızı noktaları olan göz bebeğimin gebelendiği rüyalar işleyen beyinciğime, isyanlar diziyorum kelimelerimle. olmuyor. kölesi oluyoruz. batırıyorum kürdanları diş etlerime, acıyı empoze ediyorum üzerlerine. çünkü ben rahatsızım. 



küçükken hayal edebiliyorken, büyüdüğünde yasaklanıyorsun. susma payı bu. düşüncelerin yasaklanamazken düş etlerinde, kelimeleri giyindikçe insanlaşıyorlar ve ardından tahakkümce baltalar vuruluyor fütursuzca. çünkü sen toplumun bir ferdisin. toplum ise yanlış evrilmiş, tahakküm pinokyosu haline getirilmiş bir meta. elindeki sen içinde yaşamalısın. 

çünkü sen birey olarak yaşayamazsın.

....
..
.

ardılları kestim. 

akvaryum balığı olmak istemiyorum. oksijeni bile sıvılaştırıp alıyoruz artık. beyaz tozların hayallerine biat ediyoruz. yeşil hayallerin yapaylığına doluyoruz kendimizi. üç yapraklı güller ile seratonin kazanıyoruz. mekanik kevaşeler halinde sokaklarda komutlanıyoruz. 



bizler gerçeksiz, toplumsal yalanların sadık kanişleriyiz. korkuyor ve panik ataklaşıyoruz. gün geçtikçe birbirimizleşiyor ve tel tel çürüyoruz. nedir yosunu denizden çıkaran, yengeci bu kadar militan ettiren olgu. 

düşün?

18 Nisan 2011 Pazartesi

kalbimde çocuksu bir korku

eğer o eski
mübarek tanrı,
devrilip dönen
bulutlar üstünden
mutlu şimşekler
serperse yere
kalbimde çocuksu
bir bağ ve korku,
öperim sarılıp
eteklerini.

J.Wolfgang Goethe - İnsanlığın Sınırları

16 Nisan 2011 Cumartesi

balık olmak hapsolmak değildir

günü üçe bölüp, ortasından başlamak. 



bir çok mekanik yaşamda yoğunlaşmış kişilerin yaşadığı histir bu. herkes bir rotayı takip edemez. ettiği zaman mutlaka engeller çıkar. çıkan engelleri aşanlarda, bir daha ki sefere yeniden engellenir. bu engelleri ezip parçalayan insanlar mevcut yaşamda. böyle kişilerde perde arkasında bırakılırlar. 

neden?

çünkü popülizm kalıcı olmaktan öte, günü geçmişle anımsatmamaktır. nasıl olduğunu hatıra sayfalarımızı kokladıkça, genizlerimizde kimi zaman ağır bir koku gibi, kimi zamanda zihnimizde bizi yeniden doğuran bir duygu yumağı halinde anımsamamıza sebep olur. 

popüler kültür kolay yaşamı, günlük algılayıcılarımızın tahakkümünde geçireceğimiz hayatın gerekliliğini salık verir. isyan, direniş, savaşma, düşünme, aidiyet duygusu olmadan yaşama prototipini şiddetli bir halde savunur. bir çok alt açıklamasını içerisinde barındırır:


isyan olmadan; nasıl bir yatırım yapılırsa halka, halk onu tüketecek ve sessizce verileni hazmedecektir. ihtiyacını kendisi belirleyemeden, komutlarla yaşamaya başlayacaktır. otoraksinin kevaşesi haline gelerek, ruhani dünya rahatlığını imgelendirerek karşıt olmadan, biat eyleme kültürüyle yaşamını süreğenleştirecektir. bu prototip, her totoliter rejimin istediği birey formatıdır. zararsız ve istenendir.


direniş olmadan - bu zincirleme reaksiyon bozulamaz. eğer otoritenin prototipi olursak, kapitalizm için iyi bir katalizör oluruz. bugüne dek kapitalizmin sarsılmaz yapısı bunu iyi ezberlediği, ezberletmeyi de başardığı ve insanları asimile etmeyi başarıyla gerçekleştirdiği için; isyan olmaması şaşırtıcı olmayan bir üründür. bu tahakküm prototipinin yaşamını makyajlamıştır. yaşanmasını da istençli bir halde tüm bireylerin bilinçüstlerinden her türlü tahakküm silahıyla, zihinlere aşılamıştır. televizyonlar, post - modern siyasal yapılar, değerleri kişiye göre evrilmiş felsefeler, sanal deformasyon dünyasındaki asosyal yaşam gerekliliğini hakim kılarak bunu gayet başarılı bir rotada yol almasını sağlamışlardır.


düşüncenin eyleme dökülmemesi; bu sistemin yıkılmaz hükmünü beslemiştir. eşber yağmur dereliyi içeri atan idari yönetimler, bunu çok iyi kanıtlamıştır. izledikleri sistemlerde bunları hatırlamayan bizler, iyi birer piyon haline geldik. asosyal olarak, net üzerinden götürdüğümüz bilmem kaç kişiyiz oluşumlarıyla, düşünmeden, hiç bir eylem yapmadan asosyal bir bünyeyle sadece bulutumsu bir isyancı, direnişçi yapıdayız bugünde. beis olan ise bu imitasyon yapılarında da bile bizim yerimize düşünenlerin, yine tahakkümün sadık köpekleri olduğunu göremeyişimizdir. düşünmek engellenemez ama dile dökülmesiyle birlikte, kelimelerle ifade giyindirildiği zaman yasakçı zihniyetin baltalarına maruz kalabilir. bunun en açık örneği geçmişten günümüze gelen kitap yasaklamalarıdır.


aidiyet duygusu mekanikleşen bireylerde olmayan, gereksiz olarak duyumsanan bir histir. isyancı, direnişçi, düşünen bir insan olarak uğur mumcu, ahmet taner kışlalı, hrant dink ve diğerleri bu hisse sahip oldukları için istanmeyen aydınlıklarıdr. aidiyet duygusuyla, çocukların ne olduğunu görebilmeleri için daimi bir bünye ile yazılarına kalıp sağlamışlardı öznel düşünceleriyle. tahakkümün tuvalet kağıdı olmadıkları içinde prototipler ile katledildiler. bugün olmayan bu gerçek aydınlar sayesinde az da olsa umudumuzu titrek bir halde dik tutabiliyoruz. yaşamın ortasından başlasakta, istediğimiz taktirde, üzerimize çullanan idari çürümüş tahakkümün yaptığı yanlışlara isyan edebiliyoruz. toplumsal bilinç oluşturabileceğimizi tekel direnişiyle gösterebiliyoruz. peki bunları yapabilirken, neden bunları unutuyoruz...



sonuç: balık olmak hapsolmak değildir. balık olmak içerisinde girmek istemeyeceğin bir akvaryumda harakiri yapabilme cesaretidir.

öptüm

14 Nisan 2011 Perşembe

cinsiyetçi reklamlara karşıyım(!)

kadın' ın metalaştırılması cinsiyetçi faşizmin en belirgin yaptırımıdır. buna DUR DE!

not: mide bulandırıcı bir halde, tüm reklamlardaki kadını seksist bir obje gibi bizlere dayatan sistem ,foseptik çukuru gibi.

13 Nisan 2011 Çarşamba

we have to back at work

merdivenden inerken acınızı kucağınıza alıp yaşamak.

ağlamak ve gülme eylemsizliğiyle acıya hançerlenmek. dilim dilim edilmiş yaşamlarımız, quasimodo' nun imkansız aşkına dönüşmüş. her bir yanımız ateşlenmişte, közlenmeye başlamış. toprağa ayaklarımız kavuştuğunda ağırlaşmaya başlamış yükümüz. derdi, derde katarak ağırlaşmaya devam etmişiz. birbirimizin nefesine dolanırken yapayalnız kalarak asosyalleşmişiz. sanrılarımızın kokusu ile genizlerimiz akmış, göz yaşlarımız yanaklarımızı vaftiz etmiş. bizler kirli doğmuş, temiz ölüyoruz. 

susmak şimdi eylemsizlik. 

söz yaşları ise tanrının gölgesi...

yol boyunca deniz kıyısında firar eden yengeçleriz...

tut. bir ucunu süreğenleştirdiğin köle yaşam nasılda monotonlaştırıyor. nasılda münazaralara konu olmuşta, öbekleriniz parçalanmış. yorumlar, yoğrulmadan yorulmuş ihtiyaçlara dönüşerek, insan için yalanı simgelemiş. biz sizin on iki parmak bağırsağınız gibi değiliz diyen, bir çok düşünce bezemiş metaforlarımızı. ellerimize tutturulan bu absürdlüklere dayanmaz olmuş beyin. korteks şeker tepsisi gibi parıldayan bir raf halinde, sığ ve dümdüz edilmiş.

acı olgunlaştığında kederlendirir. gerçek ise yalanı kurutan metan gibi suratları ekşitir. çamur üstüne bastıkça sıçrar. kendimiz, kendimizi bildikçe suskunlaşırız. dilimiz dile değdikçe, dile dolandıkça çiçeklenir. hislerimiz, hislendikçe, dilde çiçek derildikçe coşkunlaştırılmış hayallerimiz bizi direnmeye mahkumlaştırır:.. korku ise annenin kekik kokulu çorbasının, tadına ulaşamamak, tadını bir daha alamamaktır. bu gittikçe artan temelsiz binanın üzerimize çökmesi, yosunların duygulara sarılması, insanın hislerinden tomurcuklanarak köküne dolanmasıdır.

hayat...

sarmaşık gibi kaç kez kendini dolayacağını bilmeyen şuursuz, bitkisel düzendir. 

...kül kedisi gibi düzenbaz bir hayalperest değil, sömürülmüş bir kızın, ironik kevaşe yaşamıdır. iki açıktan, karanlıktaki umutlu bekleyişi dua ile elde etme sanrısından öte materyalist bir yaşamdır. kül kediliği kandırılmış mahduriyetin hayali mücadelesidir. mücadele etmek ile gerçek olmayanı elde etme güdüsü piç bir batıldır. hayat buna ılımsız, tırnaklarının arasındaki kir kadar gerçek olmayan derinliktir. - sen ne isen "o"sundur. o andan sonra savaşma gelişim için - demek ise basit bir deformasyon önerisidir. tahakküm isteği budur. bunu kabul etmeyen bir koyun ise, şiddetsiz bir zerzeledir yaşamınızda. sadece sizi bulandıran mürekkep balığıdır. eylemsizde olsan gelişirsin demek, pinokyonun uzayan uzvunun burnu olmadığı, düşünceleri olduğu gerçeğini yüzümüze vuran tokatla eşdeğerdir.

kısacası sen ağaç gövdesindeki halkaların, durgun suya düşen dalganın yarattığı o kaos dairelerinin, rüzgarın içerisine aldığı kelebeğin kanatlarındaki dirençsin. hayat neresinden bakarsan, orasından yaşayacağın değil; neresinden başlarsan, orasından tutupta kendince evriltiğindir.

 sevgili.



dip not: we have to back at work.