31 Aralık 2007 Pazartesi

Ne Kadar Acı Değil Mi?

Aslında ne biliyor musunuz; Dünya üzerinde 300.000 bin çocuğun asker olarak görev yapması? Bunlar aynı ölü balıklar ve çürümüş iskelet gibi bir harabeye benziyor bence. Tıpkı onların hayallerini öldürüp, umutlarının çürümesine sebebiyet veren bizlerin, onların olan Dünya' yı döküntü haline getirişimiz gibi değil mi?

Baktığımda orada oluyor, kara tahlihli Afrika' da. Yüzbinlerce çocuk savaşların yanında umut ezgileri yapıyorlar. Notaların o coşkun sesi yok oluyor onların yazmış olduğu dizelerde. Ağıt halini alıyor hüzünlerine dönüşerek. Keskin bir hançer gibi insanın kulaklarını tırmalıyor, kulak zarını delercesine bu yanlışı vurguluyor bizlere "Artık Yapmayın Geleceğe Bunu"diye ama duyan kim .

Gözlerimi açtığım zaman bu ezginin uyandırması ile nerede olduğumdan emin değilim. O ezgilerin gözlerime çektiği karanlık perde ile. Adeta kapıları olmayan bir hayavanat bahçesindemiyim diye bakıyorum etrafıma. Savaşa dur demeyen onca insanı görünce.

Çocukların minik yüreklerine, barut kokusu işliyor Kolombiya' da, Sierra Leone'de. Bebeciklerin o mis gibi süt kokulu vücutlarına acı, hüzün, kin ve nefret sürekli yükleniyor bu hayvanlar tarafından. Korkuyor ve ürperiyorum geleceği bize emanet edenlere bunu bırakan bizlerin yarınını düşündükçe. Herşey dünden dahada kötüye gidiyor, bu vurdum duymazlığımız ile.

Gözlerimi açtığımda Savaşın eserini görüyorum "Kan kızılı bir gök ve genzimi dolduran pıhtılaşmış kan kokusu heryerde". Yürüdükçe sokaklarda protezlere mahkum olmuş, koltuk değneklerine hapsedilmiş çocukların bakışlarını bana yöneltiklerinde iğreniyorum büründüğümüz yapıdan. Ve bir direğin altına geldiğimde elimi ona yaslayarak;

"Ne yudumladıkta ben ve insanlık böyle olduk?" diyorum ve ardından;

"İnsanlığın harabat şarabını." dedi içimdeki ses. Dedim ki ona şizofrence;

"Bu göçmüş hümanite dramı, bu kendi kendini yiyip bitiren anlamsızlık, bu ağır ölüm kokusu tünemiş iklim tedirginliği, bu kahreden umutların yok oluşu, bu yarınların kana bulanışı ne zaman bitecek"

diye sorduğumda, içimden ve çevremden kaynaklanan tek bir yargı belirdi birden zihnimde ve o seste;



"Bu göçmüş hümanite karşısında, unutulan yarınların süt kokulu tenlerine işleyen ağır barut kokusu ile, bu trajedi devam edecek sonsuzadek. Ve bizler hatırlamadıkça bu dünyanın onların olduğunu, zaten onlara kalmayan kendilerinin olan dünyanın çöküşüne katalizör olacaklar, ellerine verilen silahları bizlere yönelterek!"

Ve buna sebeb ne diye sorduğunuzda işte unuttuğumuz gerçekler;

Dünya' da, 30 milyon çocuk savaş bölgelerinde yaşıyor.
Her on askerden biri çocuk.
Bu çocukların bir çoğu 8 ila 18 yaş arasında.
300.000 çocuk asker olduğu tahmin ediliyor dünya üzerinde.
Kolombiya 14 bin çocuk asker var.
Kongo Cumhuriyeti'nde 30 bin çocuk asker var.
Sierra Leone ve Sudan' da sayıları blinmiyor çocuk askerlerin.
Uganda' da 20 bin civarında çocuk asker olduğu biliniyor.


Ne kadar acı değil mi gerçekler?

27 Aralık 2007 Perşembe

Kaşığın Öyküsü 1


Kaşığın Öyküsünü Bilirmisiniz Sizler!

İnsan tarafından aslında bulunmuş ve insanın kendisini sınırlaması için keşfettiği en önemli icattır kaşık. Nasıl mı, işte öykümüz buradan başlıyor.

Hey sizler insan olduğunuzu ilkel dönemden sonra git gide unuttunuz teknoloji gelişimi ile. Sizler ki daha da gözü doymaz, insanların katliamına yol açan bir yapı içerisine girdiniz. Tokluğunuz ile yetinmeyerek daha da çok istediniz, daha fazla avuçladınız toprağın üzerindeki onun kılıfı olan etlerini. Lime lime ettiniz doğayı, yerle bir ederek yetmedi daha fazla diyerek tamahkar olmadınız. Ve işte burada kaşık çıka geldi. Sizlere, paylaşmayı öğretebilmeyi amaçlayan bir umut ile dolu olarak taştan, madenden, tahtadan türetildi. Komikti onu bulanda insandı ama onunla yetinmeyi yeniden öğrenemeyen de insan oldu zaman içerisinde kaşığıda sindirerek.

Evet kaşığın saltanatı çok az sürdü. Çok az ve çok üzüntü verici gelişmelere sebeb oldu. Kapitalin ekmeğine yağ sürdü.Daha doğrusu kapitalistleşmesine sebeb oldu insanlık kaşığın...


(Devam Edecek)

22 Aralık 2007 Cumartesi

Ne Seninle Ne Sensiz, Ama Hep Seninle

Her şeye rağmen anlaşıyoruz diye başlamıştık
Şimdi hiç anlamamışız oldu başlangıçlar
Biliyorum kırıyor seni anlaşamazlıklarım
Ama beni de kırıyor anlaşamazlıkların

Nasıl değişir ki insan, nasıl sokar o yılana benzeyen dilini yuvasına
Bilemiyorum
Sözler verip tutamıyorum, kim inanır ki, kim güvenir ki sözünü tutamayana

Ama ne biliyor musun?

Bana aldığın şiir kitabındaki gibi ;

Sana bir sır söyleyeceğim zaman sensin artık
Sensiz geçen zaman ağır, senlekilerse inadına aksine bir o kadar hızlı..
Her bitiş acı ve gün geçtikçe daha da zor..

Ama ben şarkı rengi gözlerine bakmak istiyorum hala,
Hala kafamı yaslamak istiyorum o hep ağrıyan omuzlarına …
Çabucak biten yollarda, sıkıca tutmak istiyorum ellerini ellerimden terler boşansa
bile…
Hissetmek istiyorum nefesini ensemde ve tenimde…

Yazar : EzO

19 Aralık 2007 Çarşamba

Jerry N. Uelsmann








Dünya Resim Oscar'ını Alan 3 Resim






Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?

Amerika 1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hıristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta 49 yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk toprak, çevresi 600 mil olan, büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı. Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük. En yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin mil sahili vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541′ e kadar keşfedilen toprakların hepsi bir an kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrı’ nın buraya insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği düşünülebilirdi. Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine yani beylerine ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir. Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler. Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints Pere’inkilerden daha zengindi. Genelde sadece utanılacak yerlerini kapatıp gezerlerdi. Bir buçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir kumaşa sarınırlardı. Yatakları hasırdı ve ada İspanyolca’sında “hamak” denilen asılı filelerin ortasında uyurlardı. Açık, sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar yetenekli ve uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli geleneklerimizi benimseye çok uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha yaratmamıştır. Dini şeylerden söz edildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla öğrenmeye, kilisenin dinsel törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara dayanabilmek için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son birkaç yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol’dan bu insanların aşikâr iyiliklerinin yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrı’yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları olurlardı. İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler. 40 yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar. Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200′den fazla kalmadı. Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60′ dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı’ nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000′den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde, bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek öldürdüler. Halk orada kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü. Her bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli bir Hıristiyan orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları Hıristiyanlığa kazandırmıştı. Benim gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi bulunmuştu. San Juan adasına komşu 30′dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup gittiler. Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir alanı kapsıyor. Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu insanları topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta bugünkü terkedilmiş halini aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz’in toplamından 10 krallık daha büyük, Sevilla Jerusalem mesafesinin iki katı, yani 2000 milden daha büyük bir alandan söz ediyoruz. Bu 40 yıl boyunca, kadın, erkek, çoluk- çocuk, 12 milyondan fazla insan Hıristiyanların iğrenç eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur - gerçektir. 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum. Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek, düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek yerli beyler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta bırakılıyordu; daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç, hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri -çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler. Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti. Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları -bütün dünyada daha kötüsü olamazdı- toprakların mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin, sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla birleşince, onları saymadılar, sevmediler ve değer vermediler. Bütün bu süre boyunca gördüğüm ve bildiğim gerçekleri söylüyorum. Onları, hayvan demiyorum, keşke hayvan muamelesi yapsalardı hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler. İşte yerlilere ve hayatlarına böyle özen gösterdiler. Bu yüzden de sayısız insan dinsiz ve kutsal törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hıristiyanlara hiçbir zaman en ufak bir kötülük yapmadığı herkesçe -hatta despotlar ve katillerce de- bilinen, kanıtlanmış ve kabul edilmiş, apaçık bir gerçektir .Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hıristiyanlar onlara veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet uygulayana kadar.

LiberterKedi

17 Aralık 2007 Pazartesi

Ölümün Ezgisi

Ozanın ölümü gerçekleşmiş dünya üzerinde. Notaların dili duraksamış ve lal olmuş tüm aşıklar. Yüz hatlarında acı bir ifade ise yaşamın üzerine yansımış. Sert yastıkta solgun bakışları hüzün dolmuş, etrafındakilere karşı. Herkes onu yadsır gibi durmakta yatağının başında. Neden bizi bırakıyorsun diye, içten ağıtlar koparılmakta sevenlerinin tarafından başucunda. Ozan ise tüm bilinen bedevi duyularından koparak, ilgisizce çevresine karşı, ölümün kokusunu doluyordu bedenine hızlıca. Bilmiyorlardı, yaşarken görünenlerin farkına varamayanlara, isyan eden ozanın içinde kopan acı fırtınaları. Bütün bunlar ile arasında nice birlik varolduğunu göstermeye çalışıyordu aslında sürekli dizelerinde.

Yaşamı boyunca ozan anlattığı yüzündeki derin çigiler, akarsuların vadileri yarıpta, insanlara ulaşması gibiydi aslında. Çimenlerin doğayı adeta bir halı gibi kaplaması gibi insanlara anlatmak istediklerini, ezgiler ile teşbih etmeye çalışsada insanlara. Sürekli bu derinlikleri dahada derinleştirdi içinde bulunduğu toplum, bu parlaklıkları ile göz kamaştıran çimenleri bir hamlede herzaman yoldular önyargıları ile insanlar. Hayatını genişleyen halkalar içerisinde kaybolmasına umarsızca aldırmadan dayanmayı başarsada Ozan, artık pes etmişti yaşamından bu son demde.

Sebebi ise artık notalarına işliyorlardı, eleştirlerini salt eleştri çerçevesinde yapabiliyordu bu trans halindeki bildirginler. Sürekli biliyorlar, eleştiriyorlar ve bilgileri ile yetiniyorlardı. Ama ozanda artık pes ediyordu ve son demde söylediği tek söz ile;

Maskesiyse, ürküp can çekişen orda ki hümanite, narin ve açık bir yapıyı kirleterek, olgunlaşmamasına rağmen bir meyve gibi sanki havada sallanarak, altından geçen insanların tepesine vurdukların da çürüyecekleri geleceklerinden kaçabileceklerini sanıyorlar.Ne kadar yazık.

diyerek, göz kapalarının perdelerini indiriyordu ve kendisini dünyaya karşı sansürlüyordu pes ederek.

LiberterKedi

13 Aralık 2007 Perşembe

Josef Guggenmos

İlkokulu doğduğu yerde tamamlayan Guggenmos, liseyi St. Ottilien’de okudu. 1939’ da savaşın başlaması nedeniyle mezuniyet sınavına girmeyen yazar, Alman ordusuna alındı. Savaşta Danimarka’ da Reval’ de ve Karadeniz’ de radyo operatörü olarak bulundu. Savaştan hemen sonra ise kendini Alman dili ve edebiyatı ile sanat tarihine adadı. 1950’ de bir yıl için Finlandiya’ ya gitti. Almanya’ ya döndükten sonra Stuttgart, Viyana ve Salzburg’ da çeşitli yayınevlerinde çevirmen olarak çalıştı. Guggenmos’un çocuk şiiri yazma düşüncesi R.L. Stevenson’ ın en ünlüsü Hazine Adası olan metinlerini çevirmesi ve yine onun dil ile çocuksu dünya görüşünü buluşturma fikrini kabul etmesi sonucunda yerleşmiştir. Guggenmos’ un ilk kitabı 1956’ da Küçük İnsanlar İçin Neşeli Şiirler başlığı altında yayımlandı. 1958’ de bazı şiir ve hikâyelerinin toplandığı Sonsuz Çocuk Takvimi isimli kitap bunu takip etti. 1967’ de ise asıl önemli çalışması olan Fare Perşembe Günü Ne Düşünür? Adlı eserini yayımlandı ve bu eseriyle Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nü kazandı. 1971’ de basılan Goril Seni Kızdırmaz isimli kitabı eleştirmenlerce Alman çocuk şiirinin zirvesi olarak gösterildi.

Josef Guggenmos’ un seksenden fazla kitabı yayımlandı. Binden fazla şiiri ve diğer çalışmaları bulunmaktadır. Kitapları birçok edebiyat ödülü aldı ve birçok antoloji ve ders kitabında yer aldı. Guggenmos, Erich Kastner, Christian Morgenstern ve Bertolt Brecht ile birlikte Alman çocuk edebiyatının en önemli isimleri arasında yer alır. Guggenmos, sessiz bir şekilde şiirlerine gömülmüş olarak yaşadı. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Alman Gençlik Kitabı Para Ödülü’nü, 1975’ te bütün çalışmaları için Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi’ nin Onur Ödülü’nü, 1980’de On İki Çekmece şiiri ile Avrupa Gençlik Kitapları Ödülü’nü, 1984’ te Güneş, Ay ve Balon ile Bödecker Ödülü’nü, 1992’ de Alman Akademisi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Büyük Ödülü’nü, 1993’ te bütün çalışmaları için Alman Gençlik Edebiyatı ödüllerinde Şiir Özel Ödülü’ nü, 1997’ de bütün çalışmaları için Avusturya Çocuk Edebiyatı Devlet Ödülü’nü kazandı. 1967’ de Genç Doğa Araştırmacısı ile Avusturya Devlet Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü’ nde onur listesine girdi. 1968’ de Fare Perşembe Günü Ne Düşünür?” ile Avrupa Gençlik Kitapları ödüllerinde onur listesine girmeye lâyık görüldü.

Yazar 1950’ lerin sonlarında ise ailesiyle birlikte Irsee’ deki evlerine döndü. 30 Eylül 2003’te Irsee’de öldü.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Yöntemsel Bir Saldırıya Dair

Yöntemsel bir saldırıdır kişilik boşluklarını doldurmak. Başkalarını merdiven niyetine kullanmak isteyip onlara tutunarak yükselme arzusu!

Kötü müdür? İyi midir? Zaman içerisinde nasırlı el, kansere sebebiyet veren bir ben halini almış zaten!

Sürekli kişilerin birbirleri ile anlamını bile tanımlayamadıkları bu çatışma nedir bilinmiyor? Bu çatışmada taraf olanlar açısından bile.

Bütün bunların içerisinde bir köşede hümanizmayı izleyen, onların türettiği fakat onlardan kaçan ve dağların üzerinde konaklayan sislere karışan ve yok olmak için, kendilerini intihar ettiren idelerin dünyası, ne kadar acı çekiyor bizlere bakarken bilinmez.

Üretmeyen bizler, tüketim insanı bizler. Üretim canavarı olan üretken bilgi[siz]ler mi onlar acaba!


Bilgi, bilmek veya üretmek arasında sıkışmış kalanların nasılda etrafına saldıracağinı bilememesinin sebebi, kişiliklerindeki boşluklarmıdır? Boşluklarında yer aldıkları alanlarda sürekli tanımlayamadıklarına uyarladıkları betimlemelerin altında mı gizli bu boşluklar sizlerce!

Yada bu şekilde daha ne kadar hüküm sürer bu yöntemsel kişiliksiz saldırı bilinmez!

LiberterKedi

11 Ekim 2007 Perşembe

Kezbanlar Semaya Yükselmesin Artık!

Eşsizdi ve kirlenmemişlerdi çarşaflar artık o gece. Önüne serip onun üzerinde nasıl bir dünyada olduğunu pis bir gülümseme ile anlatıyordu adeta yüzündeki kazınmış o sırıtış ile ağa. Önüne yüreğine alıcı olup olmadığını kabullenmesini sorgulaması için gözleriyle onu taciz etti ağası. Ürkek bir kuş gibi titriyordu bedeni, tıpkı kabuslarından kalktığı gibi kurtulmak istiyordu burdan ceylan gözlü. Ne acıydı daha 16 yaşındaydı ve köyün ağasına satılmıştı güzeller güzeli Kezban. Daha elini sürmeye bile kıyımadığı o güzelim yüzüne, annesinin her sabah özen ile tarayıp ördüğü ince ipek misali saçlarına bir başkası sahip olacaktı "Ailesinin maddiyatsızlığı, ağanın sapık kişiliği için".

Işıldayan gözlerinden güneş akardı her sabah, ailesi ile bir parça kuru ekmeği 4 kişi paylaştıkları kahvaltı sofrasında mutluydu kezban. Kendilerine ait iki kuzuyu dolaştırırken köylerinin tepelerindeki bozkırlarda neşe dolu trküler söylerdi, ve toprak onun türküleri ile canlanır, onun ayaklarını üzerinden çekmesi ile kapanırdı dünyaya. Kuşlar saçları yere değmesin diye gagaları ile onları kaldırırdı. Güneş onu bunaltmasın diye sıcaklığı ile, bulutlar peşinden yarışa girerdi kezbanın çocukluğu boyunca ve satılana dek.

Onu köyün bozkırlarında gözüne kestiren köyün ağasına göre olgunlaşmıştı kezban. Serpilmiş göğüsleri belirginleşmiş ve vücudu dolgunlaşmıştı. O civarın hatta evrenin en güzeli kızıydı belki de kezban aslında. İşte bu yüzden ailesinden ve tabiatından kopardılar kezbanı. Tıpkı bir ham maddedeyi yerinden söken ve ihtiyaçlarımızı karşılayacağiz diye hergün doğayı tüketen bizler gibi kezbanı da tüketeceklerdi insanoğlu insanlar.

Ve kezban gitti. Ayrıldı evinden, artık evindeki tarhana çorbası kekik kokmuyordu, nane kokusu yükselmiyordu. Kuşlar bozkırlara uğramaz olmuştu, güneşin sıcaklığı fıratı kurutuyordu, tıpkı kezbanı gün be gün kuruttukları gibi. Başaklar bitmiyordu tarlalarda, farklı bir boyuta geçmiş gibiydi köy. Doğa kezbanın türküsünü duymadığı için yeşertmiyordu hiçbirşey üzerinde toprak ile beraber. Herkeste bir huzursuzluk başlamıştı artık parası olan ailesine yetmiyordu birden fazla ekmek, ev, toprak.

Annesinin ağıtı yükseldi bir gece. Rüyasında baran olmuş akıyordu toprağa kezban ve yüzünü çevirmişti babasına, ağabeyine ama bir tek annesine bakıyordu, gözünün kenarında barındırdığı çiğ damlası misali gözyaşı ile. Ve ertesi gün ana feryadı yükseldi evlerinde. Kezban yağmurun uzunca bir aradan sonra geldiği gün yok olmuştu. Semadan yıldızlar o gece farklı parladı ailesinin evlerinin üzerinde. Kara bağlanmış yüreğine düşen acı ile anne dışardan gelen sesi duyunca koştuğunda yalnızlığı, acıyı, pişmanlığı, yitirilmişliği tatmıştı kezbanın yok oluşu ile. Ama ayağının dibinde biten ufak bir dört yaprak yoncanın üzerinde oluşan kırağının içerisinden gözüken semada, kezban ona gülümsüyordu. Ve rüzgar onun için sakladığı kezbanın sesini bedenine doladı "Üzülme ana ben senin çiğ tanendim yaşadığımda, her gece semadan ineceğim bu yoncanın üzerine bir daha kimse tarafından kirletilmemek için sadece sana ait olarak" acı bir tebessüm ile anası anladı hatasını. Beyaz çarşafların içerisinde görmeyi kabullenmemişti. Ve kezbanı ağaya satan babası ve ağabeyine darılmıştı güzeller güzeli. Sadece satılmasını istemeyen annesinin rüyasına girmişti intihar ettiği gece kezban. Neden mi intihar etmişti kezban "kirletmemeleri için onu sapkınlıklarına kurban insanlar" semaya yükselmişti ve ömrü boyunca hergece o dört yapraklı yoncanın üzerinde anasına semadan gülümsedi güzeller güzeli kezban öldükten sonra.

LiberterKedi

Biz

Çocuksu susuzluğum ile sürekli sana ve sevgine susardım, ilk tanıştığımız günlerde. Asla doyamadiğim gözlerindeki hayatımın ne kadarda boş olduğunu anlatamazdım sana kelimelerim içerisinde kullandığım sözcüklerim ile.Rüyamda sana benzeyen ve öpücüklerinden birini kondurup giden o perinin kulağıma fısıldadığı tek şey neydi biliyormusun "N'olur öyle hiç birşey yokmuş veya yaşanmamış gibi bakma bana" dedi en son. Çünkü bir matematik denklemi gibi ben+sen = biz yada ben/sen=biz veya sen - ben= biz buda yetmezse sen*ben=bizdik sevgilim ama anlamadın beni sen hayatımızda.Ve ben sana diyorum ki sen görmesende biziz artık bende sende.2 kişilik hayatımızda tek bir düşüncede birliktelik ile.

Örnek isterdin hep al işte sana kısa bir kesit ; daha birkaç dakika önce, gözlerimde varliğinla alevlenen kör bir alev gibi bütün vucuduma nüfuz ettin hergün yeniden palazlanan.Ve sensizlik ise bende adeta yasam sevincimi yokeden bir işkence olsa da, kavuşacağımız günü sabırsızlıkla boyun eğmis, donuk ve daha simdiden hasretinle kavrulmus bir karanligin içinde kavrularak bekliyorum...

Ve biziz sende,bende,bizde sevgilim

LiberterKedi

9 Ekim 2007 Salı

Dante Alighieri



Mayıs 1265’de Floransa'da doğan İtalyan yazar Dante Alighieri, 26 Mart 1266’da Durante adıyla vaftiz edildi. 1274’de “Yeni Hayat” ve “İlahi Komedya”da ölümsüzleştireceği Beatrice'yi ilk kez gördü. Asıl adı Bice di Folco Portinari olan Beatrice, daha sonra Simone de' Bardi'yle evlendi ve 1290 yılında öldü.1983 yilinda babasının ölümünden bir yıl sonra, Floransa'nın önde gelen aşk şairlerinden biri olarak üne kavuştu ve şair Guido Cavalcanti'yle yazışmaya başladı. 1285 yılında evlendiği Gemma Donati’den, iki yıl sonra Pietro adında bir çocuk sahibi oldu. 1289 yılında Campaldino Savaşı'nda, Floransalı Guelfoların safında Ghibellinoların şehri Arezzo'ya karşı savaşan Dante, savaştan üç yıl sonra, “Vita nuova” [Yeni Hayat] adlı yapıtını yazdı. Yeni Hayat, Dante'nin 31 şiirini, bu şiirlerin hangi vesilelerle yazıldığına ilişkin açıklamalarını ve şiirlerin yapısal çözümlemelerini içeren bir düzyazı - şiir çalışmasıdır.

Daha sonra yoğun felsefe çalışmalarına başlayan şair, felsefi konularda şiirler yazmayı da sürdürür bu arada. 1295 yılında Hekim ve Eczacılar Locası’na üye oldu ve Floransa’ nın siyasal yaşamına katıldı. Bu tarihten sonra çeşitli meclislerde görev alan Dante, bu beş yıllık süreç sonucunda altı lonca başkanından biri sıfatıyla Floransa’nın yönetimine seçildi. 1295’ de Beyazlar ve Siyahlar olarak ikiye bölünen Guelfolar yüzünden, Floransa’ da siyasal uzlaşmayı sağlamak amacıyla, Papa’ ya gönderilen üç kişilik kurulun üyesi olarak şehirden uzaklaştığında, önderleri bir süre önce sürgüne gönderilmiş olan Siyah Guelfo grubu iktidarı ele geçirdi. 27 Ocak 1302’de para cezasına çarptırılan ve kamu görevinden men edilen yazar, düzmece bir yolsuzlukla suçlandı ve Toscana bölgesine girmesi yasaklandı. 10 Mart’ta ceza onaylandı ve yakalanması halinde yakılarak idam edilecekti. 2 yıl sonra, mücadelesini tek başına sürdürmeye karar veren Dante, Beyaz Guelfo grubundan sürgün arkadaşlarıyla bağlarını kopardı ve sonraki yıllarda bütün İtalya’ yı kapsayan gezilere çıktı. 1304-1308 yılları arasında De vulgari eloquentia [Halkdilinde Belagat] ile Convivio [Şölen] adlı yapıtlarını yazdı. Bu yapıtlardan ilki, dil ve şiir üzerine görüşlerini; ikincisi ise felsefe üzerine düşüncelerini ve felsefi bir bakış açısıyla şiirlerine ilişkin yorumlarını içerir. Dört kitaptan oluşan ve felsefî, siyasî ve ahlâkî konuları içeren Convivio adlı eserinin ikinci kitabı da astronomi ile ilgilidir aynı zamanda. İki yapıt da tamamlanmamıştır.

Bu yapıtlarının hemen ardından 1308’de “Divina Commedia”yı [İlahi Komedya] yazmaya başladı ve ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu yapıt üzerinde çalıştı. Özgün adı Comedia [Komedya] olan bu yapıta “ilahi” nitelemesi sonradan, Rönesans döneminde eklenmiştir. İtalyanca yazılan İlahi Komedya, karşılıksız aşkı Beatrice için yazılan bu destan hem aşkı ve insanı, hem geçmişi, hem kendi güncelliğini anlatıyor, geleceğe uzanan bir sentez oluşturuyordu. Aynı zamanda İlahi Komedya ile Convivio'da astronomi ve kozmolojiye ilişkin görüşlere de rastlanmaktadır.

İlâhi Komedya, Dante'nin Cehennem, Araf ve Cennet'e yaptığı hayali bir seyahatin öyküsüdür ve burada sunduğu Evren Dizgesi tamamen Batlamyus Dizgesi'ne dayanmaktadır. Dante' ye göre, Yer Evren' in merkezindedir ve hareketsizdir. Yer' in etrafında sırasıyla, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün küreleri bulunur. Satürn küresinden sonra, sabit yıldızlar küresi ve ondan sonra da İlk Hareket Ettirici Küre gelir. Onuncu küre ise, En Yüksek Küre, yani Tanrının Evi'dir. Küreler, Meleklerin yardımı ile hareket eder. Dante, Aristoteles'in etkisi ile Ortakmerkezli Küreler Dizgesi'ni benimsemiş, dışmerkezli kürelerin olmadığını savunmuştur.

İlahi Komedya’dan sonra 1314’de Monarchia'yı [Monarşi] yazan Dante, yönetim biçimini konu aldığı bu yapıtında, papalık-imparatorluk şeklindeki iktidar parçalanmasına karşı tek bir hükümdarın egemenliğini savundu. 1315 Haziran ayında Floransalı sürgünlere suçlarını kabul etmeleri halinde affedilecekleri bildirildi fakat bu öneriyi kabul etmeyen Dante'nin sürgün cezası yeniden onaylandı ve çocukları da ceza kapsamına alındı. Şair, son yıllarını Verona'da Can Grande della Scala'nın ve Ravenna'da Guido Novello da Polenta'nın saraylarında geçirdi. Quaestio de aqua et terra [Su ve Toprak Sorunu]ile Egloge [Eklogalar] adlı yapıtlarını yazdıktan bir sene sonra, 1321 yılında Ravenna’da öldü.

LiberterKedi

Özgür Olmak

Hiyerarsi sağlamak isteyenlerin dünyasinda,göremeyecekleri bir sey "Özgür Olmak"olabilmek herzaman heryerde imkansizdir...

LiberterKedi

Apoletçi Yönetilmişler

Apoletlerini kuşanmışlar tepelerine, görevlendirildikleri kapının önündeki yolda ileriye adım atmaya çalışanlara diş bileyliyorlar. Havlama seslerinin yayılması ile ürküteceklerini sandıkları insanları bilmezler ki daha da fişeklediklerini bu önyargılı, tabuların arasında sıkışmış mumyalar.

Ben severim yönlenmeyi kabullenmeyeni. Üzerine giydirdiği kendi kişiliğini ve savundukları ile getirdiği fikir yanlışta olsa, hayatımızın içerisinde bulunduğumuz savaşta hep bir başına omuzumuzun dibinde durmaktadır korkusuzca, size destek olarak...

Kişiliksizlerin ve yönetme arzusu güdenler.Sırma apoletleri olmasada yaşamlarında, birden değişirler sanal ortamda elde ettikleri güç karşısında.

Acaba neden?

LiberterKedi

23 Eylül 2007 Pazar

Bu köprüyü geçip bana gelir misin etim/tırnağim?

Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi veya manasını kelimelerimiz ile anlatamadığımız aşkımıza dair hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür yaşamımızda bize ait olarak. Bu aynı et ile tırnak ilişkisine benzer. Acıyı birlikte hissedersiniz, birlikte ağlar, birlikte güler hale gelip, et ile tırnak haline dönüşürsünüz. Bizi ayıran küçücük bir köprü vardır aslında bu noktada, hepsi o kadar ufak sorunlara temel oluşturur ki, anlaşamadığımız zamanlarda çıkan münazaralar da yüzüstünde sivilce gibi pütürlü bir şekilde yansır hepimize. İşte bu noktaya, tam olarak sende bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam bana birşeyler fısıldayabilirmisin :"Bu köprüyü geçip bana gelir misin etim/tırnağim?" yanlışsa sana fısıldananlar kulaklarını tıkarmısın benim için?eğer yapamazsan işte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın, dudakların titrer, gözlerin dolar ve çeker gidersin. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde/geleceğimizde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız yalan bir kere girerse aramıza sevgilim.
Yalın ve Yalansız Kalman dileğiyle Sevgilim

LiberterKedi

19 Eylül 2007 Çarşamba

Ben de ki Sen/ Sensizlik

Sensizlik bendeki manası ile Hayat/Ölüm


LiberterKedi

Platonik Sevgimizi Hiç Ona Söylemeyerek

Yaşamlar iç içe girmiş, karişimlı olmuş. Her bir yaşam öyküsü başka yaşanımlardan kesitler içerir olmuş. Sanıldığınca kirli bedenlerin ışık değmemiş köşelerinden, gün işiği ayrılmaz olmuş hayatımızda. Demlenmeyen çayın vakti saat kadranının hareketi ile sürecin sonuna gelmiş ve önce yenilenmiş sonra tekrar eskimişiz. Atalarımızın betiklerini gütmüşüz "anladım nedenini bilmediğimiz,bir oyuna düşmüşüz"
diye iç çekişmelerimizin sonunda birine merdiven, diğerine yorgun ve yaşlı koruyucu asırlık bir çınar olmuşuz. Ardından sürekli bir halde zaman içerisin de devinip durulmuşuz. Kimi zaman üşümüş, kimi zaman terlemişiz, yetsede yetmesede kesemizde ki paramızı sürekli şişe diplerine gömdüğümüz hayallerimize ulaşmak için harcayıp durmuşuz... Gülerken ağlayan, ağlarken için için haykırarak şiirlerimizde, yazılarımızda isyan etmişiz hayata karşı ...Bazen bir gülücüğe 2 kişi sığmışız, birden diğer kişinin formuna bürünerek, bir bedende 2 kişilik bir hayat yaşamışız ve yaşatılmanın hazzını tatmışız bencillikten uzak, samimiyetsizlikten yoksun olarak. Sevginin mayasını oyuncak dünyamızının hamuruna katarak kendimizce yeniden yoğurmuşuz ve kalbimizde kavurarak yıkılmaz bir hal aldırmışız yaşamımıza!

Yokluğunda, korku dağlarının üzerinde dolanan inatçı bir keçi olmuşuz, inat etmiş, sevdiğimizle sevgimizi büyütemesekte her anımızda onunla ütopik bir dünyada yaşayabilmişiz! Ölüm denizlerinde sarılmışız küreklere, öyle suskun, öyle dingin görünsekte dalga kıran etmişiz binbir parçaya ayrılmış, hep bir noktaya tutturduğumuz yüreklerimizi... Bazen yıllanmış bir şarap gibi şişesinin üzerine kazımışız sevgimizi tortu misali...Yakın yakın oturduğumuz, kalp kalbe değdiğimiz zamanlar da bir türkü tutturan doğanın sesine renk katmışız, yüreğimizden kopan aşkımızın ezgileriyle! Ayrılığın yerine platonikçe severek kaybetme güdüsünü yaşamadan... belki gideceğinin gözardı ederek, aklımızdaki yüreğimizdeki ütopik dünyamızda yaşamışız "Platonik Sevgimizi Hiç Ona Söylemeyerek" bir ömür boyu ona sahip olmuşuz kendimizce !!!

Toplumsal Bir İz-misiniz,Yoksa Toplum-siz misiniz

Siz "Toplumsal Bir -iz- misiniz, Yoksa Toplum-siz misiniz"?

İnsanın insanı sömürmesi ve tahhaküm etmesinin sona erdirilmesi mümkünmüdür, bunu hiç düşündünüz mü yaşamınızda? Yani özel mülkiyetin kapitalizmin ve hükümetin yok edilmesi ile ortaya çıkan durum bir kaos mu teşkil eder.Yoksa içinde yaşadığımız durumu olduğu gibi kabullenmek mi gerekir? Nesiniz siz acaba "toplumda". Siyasi, ekonomik veya toplumsal hiyerarşilerin olmadığı bir toplumun içerisinde toplumun siz olmasını istemek neden bu kadar katlanılmaz gelir insanlarA acaba hiç irdeliyormusunuz sabah kalktığınız da yada akşam yattığınız da? Ve sizce özgürlük ve eşitlik denilen bu iki olgunun hiyerarşisi sağlanmadığı takdirde varmıdır ideal bir düzen. Ve bu duzen içerisinde yaşadığınız toplumsallık ta nedir sizin varoluş maksadınız?

Eşitlik olmadan hürriyet vaadi ile, sadece aslında güçlü olan için hürriyet getirenlerin bulunduğu bir sistemin dinamiği olmaktan sıyrılabilirmizsiniz. Hürriyet olmadan eşitlik vardır diye savunanların vaadi ise imkansızdır ve aslında köleliğin gerekçelendirmesidir, sadece ilerici bir görünüş kisvesi altında fakat görebilene değil mi?

Toplumun ortak mülkiyetinde olan fikirsel bir -izm- var mıdır litaratüründe acaba dünya siyası çarkının?

Hiç sanmıyorum. Tek amaçlarıdır bunların "Toplumun Ortak Mülkiyetinde Olamayan Fikirlerin Oluşturduğu -İzm- Ler" ile sizlerin bir iz olarak gelmesi dünya ya. Ve dünya üzerinde toplumsal bir iz olarak, sizlerin hüküm sürmesini istemeleridir ki, sürekli başka iktidarlar ile sizleri yönetmeye çalışmaları bunun göstergesidir.

Sıyrılmak ve "Toplum Siz Mi" olmak istiyorsunuz. O zaman gönüllü ilişkiler kur karşılıksız ve çıkardan uzak, karar alma süreçlerine eşitlikçi katılım sağla ve herkese değer ver, yönetme gibi ilkel bir güdüden uzaklaşarak, karşılıklı yardımlaşmayı hayatında görev bil ve benimse bundan sonra ve tüm tahakküm biçimlerine ilişkin söylemleri sil ve kulaklarını tıka bundan sonra....

İşte o zaman sen "Toplumsal Bir İz-Değil,Toplum Sen Olacaksın!" ezilen insanların hakları için ayağa kalkmalarını o zaman öğretebileceksin onlara unutma!

12 Eylül 2007 Çarşamba

Postmodernizm Yükselişi / Toplumsal Değişim Ve F.W.Nietzsche

Nietzsche’nin Aydınlanma düşüncesine karşı ortaya attığı kritik bakış ve eleştiriler bugünün postmodern çözümlemeleri için tam bir kaynak işlevi görebilmiştir. Nietzsche’nin yaklaşımları ile postmodern çözümlemeler arasında önemli benzerlikler ve paralellikler vardır.Ona göre 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan büyük atılım ve dönüşümler modernleşme olarak yorumlansa bile bunu belirleyen temel değişken ne insanın aklı, ne bilim, ne de tarihin ileriye doğru akma özelliği taşımasıdır. Bir başka deyişle düşünür,Aristoteles’den beri Batı düşünme güdüsü özdeşliğini yadsımaktadır. Nietzsche’ye göre büyük atılım ve dönüşümün belirleyicisi aslında biyolojik bir süreçtir. Bu biyolojik öğe, yani insanın yaşam enerjisi, düşünüre göre insanın bilgi edinme sürecinin de kaynağıdır.

Yaşam enerjisi tanımı gereği biyolojik bir özellik olduğundan bireye özgüdür; yani insandan insana farklılık göstermektedir. Bazı insanların yaşam enerjisi çok yüksek bazılarının ki ise marjinal düzeyde olabilmektedir. Buna görede üstün insan olarak nitelenen ve deha sayılan kişilerin yaşam enerjisi, tarihi yapmakta y ada bir başka deyişle insanoğlunun büyük atılımlarına kaynaklık etmektedir.Bu çözümlemeye göre modernleşme, yaşam enerjisi üstün olan seçkin bireylerin yönlendirip, gerçekleştirdiği bir dönüşüm olarak nitelenmektedir. Yaşam enerjisinin özellikleri arasında bencillik ve onun sonucu olarak vahşilik bulunmaktadır.Bu nedenle, Nietzsche’ye göre bilgi ya da bilime dayalı olarak kurulan toplumda, Aydınlanma projesindeki iyimser öncüllerin aksine yabancılaşma, anarşi, vahşet ve acımazsızlık da egemen olacaktır. Çünkü bu özellikler yaşam enerjisinden kaynaklanmaktadır.

Nietzsche, geleneksel felsefenin “öz” ve “gerçek“, “mantıksal temel” gibi kavramlarına çok eleştirel bir bakışla yaklaşmaktadır. Zaten bu nedenle de bugünün postyapısalcılığın peygamberi olarak kabul edilmektedir. Nietzsche’ye göre evrenin, bir tek değil sayısız anlamı vardır ve bu durumda bilginin tek bir gerçekliğin temsili olduğu tezi tutarsızdır. Yani Nietzsche’ye göre doğru bilgi görelidir, gerçeğin temsili diye bir şey olamaz, onun yerine yorumlar vardır. Nietzsche, için “yaratıcı yıkıcılık” insanın doğasından gelen bir özelliktir; insanoğlu, sürekli olarak bir şeyleri yıkarak, yok ederek yeniyi yaratmaktadır. Bu anlamda, yaratıcı yıkıcılık yaşam enerjisinin ortaya çıkışıdır. Ama düşünüre göre yaşamın kendisi karmaşıktır ve kaotiktir; bu kaotiklik, aynı zaman da yaşamın dinamizmini de belirlemektedir.Nietzsche ” Acaba eskiyi yok etmeden, eskiyi ciddi ölçekte muhafaza ederek yeniyi kurmak mümkün değil midir” diyerek yaşamsal bir soru sorup tartışmıştır. Bugünün postmodernleri bu soruyu olumlu bir biçimde yanıtlandırmakta ve eskiyi yıkmadan yeninin nasıl kurulabileceğini tartışmaktadırlar. Bilindiği gibi postmodern söylem, her sorunun bir tek doğru cevabı vardır aksiyomunu bütünü ile yadsımakta, aksine, her sorunun hiç ya da birden çok doğru yanıtı olabileceğini öne sürmektedir.Bu nedenle de Nietzsche, postmodern söylem için pivotal bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.

Kaynak:Postmodernizm /Gencay Şaylan - İmge Kitabevi

Farkına Varamıyacaksınız Hiçbirşeyin!

İnsan dramının bilincin de olmadan yaşayanlar. Sizin düzeninizden kaçıyorum, yıkıyorum ve isyan ediyorum. Mücadelemi size inat, sizin aranızada veriyorum ve size karşı şuanlık tekim unutmayın. Görgüden söz kesen, görgüsüz görgülüler. Sizin aranızda geçirdiğim vakitlerin, yaşandığı anlarda hep bir karamsarlık giyindiririm yüzüme. İçime doğan karanlık güneşin getirdiği gerçeklik üzerine, anlamsızca konumlarınızın nasılda sıradan bir noktada olduğunu, ve olduğunuz konumlarınız içerisinde nasıl da yönetilme güdüsünü kabul etmeyenlerin fikirlerini anlayamayışınız ile itirazlarınıza düşen zevzekliğinizle, bakalımda nereye vArmanıza sebeb olacak.

Her sabah kalktığınız da kendinizi askıdan çıkarıp sokaklara atmanızı neden kabullenmiyorsunuzda, sonralarını düşünmeyen, yönlendirilmeyi sevmeyen, isyanı sesizce kelimlerinde haykıran, sizden beklentisi olmayanlardan ne istiyorsunuz? Kirletiyorsunuz bütün hayalleri. Neden tecavüz ediyorsunuz saf düşüncelerin getirebileceklerine, neden kendinize hakim olamadığınızı itiraf edemeyipte, hükmetmeye çalışıyorsunuz. İnsanlık trajedisine korkuyla bakanlara daha ne kadar hükümler yüklemeye çalışacaksınız. Siz hiç yaşamın ucuna doğru kanat çırptınızmı ki? Siz hiç duygularınızın yönlendirilmek istendiğini anladığınız anda, duygularınızı yaka bildinizmi? ....Ve fazlası sırala gelsin diye düşünsemde, maalesef cevabı hayır olacak. Hep yaşamınız eski bir bahçede kurulu çardağın içerisinde barındırdığı ve sakladığı hatıralar kadar bile temiz olamıyacak. Eski bir sevginin, eski bir sevgilinin yaşatmadığı hayalleriniz ile bunalımlarınız ile yitip gideceksiniz. Kirlettiklerinizi göremeden bir mendil gibi bir kenara atılacaksınız ama maalesef farkına varamıyacaksınız hiçbirşeyin!
Ormanda uyuyan göllerin etrafını saran cahil periler de olduğu gibi, insan basit bir çok tasvir ile tanımlanabilir. Örneğin düşlerinin parlaklığı ile gözleri kamaşan ve anlık yaşanımlarından kazandığı mutluluk hazzını süreğen bir halde,ömrü boyunca birey olamayan kişidir insan. Toplumun sadece bir harfi olmuş kişi olarak, insanın nedir anlamı sizce? Ne ile doludur insanın kalbi. Gökyüzü ve onun bulutları, yaşamak istedikleri ve yaşayamadıkları, ışıkları, gözlerinin körelmesine sebeb olan geçici masumiyet mutlulukları. Türlü renklerle boyanmış gerçek hayattan kaçış. İçerisindeki kıpır kıpır fikir suları nasılda coşkun bir ırmak gibi beyninde savaşımlara hazırlanıyor hergün değil mi?

Adeta çağlayan dönüşen idelerin önüne çektiği setlerin, acaba daha ne kadar onları sınırlandırmasına izin verecek,kaçmak istedikerinden ve toplumsuzluktan. Ve çamur, setlerin diplerinde biriken, görünmeyen, ama giderek artan. Su üzerine doğru çıkmaya başlayan derin karanlık, uyuşuk hallerin doğurduğu o kasvetli hayatından ne zaman sıyrılacak. Kirli sürüngenlerin sinsice gezindiği, doğayı gün be gün tecavüz edenlerin arasından ne zaman kaçacaksın. İsyan dile düşenin eylemde de vurgulanmasıdır. Başkaldırış bireysel özgürlükler için değil, cehaletin empoze ettiklerine karşı durabilmektir. Ve herkes için, birşeyler yapabilmektir savaş, karşılıksız ve tüm bencillerden uzaklaşarak. İnsalık ise anlayabilmektir kendi hayatını. Ve onun fısıltılardan ibaret olmadığını kavrayabilmektir yaşamın içerisinde varolabilmek. Ardından görebilmektir yatağımızdaki yaşadığımız belki kerelerce, belki anlarca 15 dakikalık libido durumunun sürekli olmadığını yaşamlarımızda..
__________________

Anlamı Neydi Acaba

Deniz kıyısındaki kaldırım. Ne kadar yumuşak, güneşin kavurucu sıcaklığı altından nasılda yan yana dizilmişler isyansızca .. Yol kenarları ortalarında üzerine serpilen karanlık kapak zift, kim bilir üzerinden ne hayatlar yolculuk etti senin . Güneyden gelme toprak kokusu ile bedenime karışır yaşanmışlıklarım. Ve sürükler beni sıcak sıcak hayallerime, yolculuk ettirir bir berduş gibi. Yolumu karanlıklarımda arayan ben, nasılda umutsuzluğuma gömülmüşüm, bulunduğum yer olan odam da. Karanlık ve kapalı odamdan geri dönünce her seferinde, seni düşünmekten kulağımda kalan ezgi zamanı sürüklüyordu. Akıcı olmasını istemediğim hayallerim zamanla kendilerini kundaklıyorlardı. . ve yine bir hayal olan sen, tekrardan soğuyordun. Seni bulaştırdığım kelimeler dilimde, kağıdıma işliyordu anlatımlarımda seni. Işıkların arasına sıkışan renk ve senin parlaklığın ile matlaşan hayatım. Donuk görünsede insanlara, ben senin yalnızlıklarının hayaliysem, sen benim zamanımın kum tanesisin, sürüklenmesin de temel olan saatimin, en temel materyali.. Anlamı neydi acaba hayatımın sence...

11 Eylül 2007 Salı

Siz Hiç Düş(ün)dünüz Mü?

Sen Bil(me)sende

Sen Bilmesende,
dalga sesleri barındırdım kulaklarımda sana.
Avuçlarımda,yüreğimde kabarttım onları.
Heybetlendirdim senin için onları.
Ve ardından sürekli olarak,ortak şarkılarımızı
sessizce,bir olan gönlümüzde dillendirdim notalar ile...

Birlikte kurduğumuz hayallerimiz ile.
Sıkılana kadar dinlerken ben içimden onları,
sen bilmeden hep yaktın hayallerimizi.
Kentlerimize yağan yağmurlar ile
akşamları,topraktan yükselen
o koku ile,
yakın uzaklıklardan ağlayarak...
genzimize çektim seni sevgilim.

Kadınlığının verdiği o ürkek korkuların.
Sürekli beni sıktığını düşündüğün,
o çocuksu alınganlıkların.
Aslında el değmemiş türküleriydi,
belkide sevdamızın.
Sen farkında olmasanda.

Dalga sesleri getirdim dedim
sana kulaklarımda.
Al ellerine kulağına yasla onları usulca...
İncitme onları ne olursun bilmeden...
Kentlerimiz bizi ayırsada istemeyerek.
Yağmur akşamlarında topraktan yükselen
o masum ve saf toprak kokusunu içine çek
yeter meleğim,benimle bir olmak için...

Biliyormusun bütün gece dertleştik,
bendeki sana ait olan yüreğimizle.
Küçük bir kız çocuğunun
masumiyetine sahip sesin ile,
kentime yağmur olup yağarken sen.
Aslında sendin dalga sesleriyle kulaklarıma,
ardından toprak kokusuyla
bedenime işleyen
herzaman.
Ama sen bunu bilmesende,
ben yine de seveceğim seni...

8 Eylül 2007 Cumartesi

Marcel Proust

Marcel Proust, 1871 -1922 yılları arasında yaşamını sürdüren ünlü bir Fransız yazarıdır. 20. yüzyılın edebi değerlendirmesi için yapılan pek çok ankette adı Gabriel Garcia Marquez ile birlikte yüzyılın en iyi yazarı olarak öne çıkmıştır. Yedi ciltten oluşan “À la recherche du temps perdu” Kayıp Zamanın İzinde adlı romanıyla dünya edebiyatının devleri arasına girmiştir. Dışavurumcu Fransız edebiyatının en önemli ismi olarak anılmaktadır. Marcel Proust, 10 Temmuz 1871′de Auteuil’ de doğdu. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğuydu. Ünlü yazar tüm yaşamını etkileyecek olan astım krizlerinin ilkini henüz on yaşındayken 1981 yılının içerisinde geçirdi. Daha sonraları konuyla ilgili ‘’A l’ Ombre de Jeunes Filles en Fleur’‘ isimli eserinde çocukluğunda nefesini rahatlatması için kafein kullandığını yazacaktı. Proust, 19yy’ın sonlarında yaşayan bir burjuva ailesinin üyelerinin, normal diye nitelendirebileceği bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. İlgi duyduğu tek şey edebiyattı. 1890′ da Hukuk Fakültesi’ne ve Siyasal Bilgiler Okulu’na kaydoldu. Fransız romancı ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant’ la tanıştığı aynı yıl, Sorbonne Üniversite’ sindeki felsefe doktoru Henri Bergson’ un derslerine katılmaya başladı.Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Le Banquet dergisinde yazdığı edebiyat eleştirilerini yayınladı. 1893′te, “Swann’ın Bir Aşkı” `nın “Eskizi” olabilecek nitelikte yazılar hazırladı. 1894 yılında ise Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un casuslukla itham edilerek Fransa’da yargılandığı dava olan “Dreyfus Davası” başladı ve ünlü yazar Dreyfus yanlıları arasında yer aldı.1895′te felsefe lisansı diplomasını aldıktan sonra, 1898′te Dreyfus olayının büyümesiyle Proust,kendini gittikçe artan siyasi tartışmaların içinde buldu. Aynı yıl Emile Zola’nın “J’accuse” (İtham ediyorum!) adlı açık mektubu L’Aurore gazetesinde yayımlandı ve Proust,Prèvost,Clemenceau,Durkheim,Anatole France gibi entelektüellerle birlikte Zola’ya destek olsa da,Zola’nın devlete hakaret suçundan yargılanması önlenemedi. 1905′de hayatındaki en önemli kadın olan annesini kaybettikten sonra, Proust’un sosyal ilişkileri azaldı ve kendini yazmaya verdi. 34 yaşındayken yaşadığı bu travma için tedavi gördükten sonra Proust, deneme yazıları kaleme aldı ve önemli edebiyatçılarla felsefecileri inceledi.Bunların başında,çalışmalarını Fransız’caya çevirdiği İngiliz John Ruskin ve eleştirilerinin hedefi olan Charles Augustin Sainte - Beuve geliyordu. 1908′de yazdığı ”Pastiches et melanges”, 1919’ da yayınlayacağı başyapıtı için bir tür ön çalışma oldu.

Proust 1908′den sonra tamamen inzivaya çekilerek hiç ara vermeksizin yedi bölüme ayırdığı başyapıtı “À la recherche du temps perdu” Kayıp Zamanın İzinde adlı dizi romanı üzerinde çalıştı. Bu roman 1927′ye kadar 15 cilt ve yedi bölüme ayrılmış olarak çıktı. 1913′te ilk bölümü olan “Du côté de chez Swann” Swann’ların Tarafı çıktıktan sonra onu izleyen diğer bölümler “A l’ombre des jeunes filles en fleurs” Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 1918, “Le côté de Guermantes” (Guermantes Tarafı 1920/1921), “Sodome et Gomorrhe[/color]” (Sodom ve Gomorra, 1921-1923, “La prisonniere” Mahpus Kadın, 1923, “Albertine disparue” Albertine Kayıp, 1925, “Le temps retrouvé” Yakalanan Zaman, 1927 yayımlandı.. Yazar, kitaplarında, şimdiki zamana ve geçmişe ait bilinç içindekileri, çağrışımlı olarak birleştirebilmek amacıyla olayları kronolojik bir sıraya koymuyordu. 3000 sayfayı bulan bu roman 20. yüzyıl edebiyatının en önemli eserlerinden oldu.

Proust, 1922 Ekim ayı başında bir bronşit krizi geçirdi, bunu yakalandığı zatürree izledi. Yazar, 18 Kasım1922 tarihinde Paris’te öldü.Ünlü İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’ın ilk romanı “Proust”, ünlü yazarın hayatı ve ilginç kişiliğiyle ilgili diğer biyografilerden farklı olarak “Kayıp Zamanın İzinde” romanını ele alıyordu.Proust, günlük yaşamda ayakkabı bağlamak,bir şeyler yemek,yürümek gibi yaptığımız her sıradan hareketin bilinçsiz olarak hafızamızı tetiklediğini,böylece gündelik yaşamdan yola çıkarak geçmişimizle ilgili bir çok şeyi aydınlatabileceğimizi iddia etmiştir.

Porust’tan Alıntı:

Sevdiğimiz kişiye bakışımızdaki arayış, kaygı ve talep, ertesi gün için bir randevu umudunu bize verecek veya öldürecek sözü bekleyişimiz, bu söz söyleninceye kadar, aynı anda olmasa bile birbirini takip eden sevinç ve umutsuzluk hayallerimiz , bütün bunlar sevilen varlık karşısındaki dikkatimizi fazlasıyla titrek bir hale getirdiği için, sevdiğimizin net bir suretini elde edemeyiz.

Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. sevdiğimiz insana doğru karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey; kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür. bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebi ise, kendimizden çıktığını fark edemeyişimizdir

7 Eylül 2007 Cuma

Kingdom Of Heaven



    * 1. Burning The Past
    * 2. Crusaders
    * 3. Swordplay
    * 4. New World, A
    * 5. To Jerusalem
    * 6. Sibylla
    * 7. Ibelin
    * 8. Rise A Knight
    * 9. King, The
    * 10. Battle Of Kerak
    * 11. Terms
    * 12. Better Man
    * 13. Coronation
    * 14. Understanding, An
    * 15. Wall Breached
    * 16. Pilgrim Road, The
    * 17. Saladin
    * 18. Path To Heaven
    * 19. Light Of Life (Ibelin Reprise)


Film Ve Müzikleri Hakkında

Ridley Scott'un yönetmenliğini üstlendiği, ülkemizde de dünya ile aynı anda gösterime giren ve büyük ses getiren 140 milyon dolarlık bütçeli ''Kingdom of Heaven'' Cennet Krallığı filminin soundtrack albümü SONY BMG tarafından çıkarılmıştır. Başrollerini Orlando Bloom, Eva Green, Jeremy Irons, Liam Neeson' un paylaştığı filmin soundtrack albümünün kompozitörlüğünü ise;''Harry Gregson Williams'' (Shrek 1-2, Spy Game, Sinbad: Legend of the Seven Seas, Man on Fire) üstleniyor.

12. yüzyılda şövalyeliğe yükselen bir demircinin Haçlı Savaşları sırasında Kudüs'ü kurtarmak için giriştiği mücadelenin anlatıldığı film, Selahattin Eyyubi dönemini de kapsıyor. Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman halkların Kudüs'ü kendi egemenliklerine almak için yaptığı savaşları beyazperdeye yansıtan filmin,özellikle Hıristiyan dünyasında nasıl karşılanacağı şimdiden merak konusu. Müslüman dünyasını daha "uygar ve gelişmiş", Haçlı dünyasını ise"vahşi ve barbar" olarak yorumlayan filmin, Batı dünyasında bir tartışmaya yol açması bekleniyor. Filmde Hıristiyanlar "savaş yanlısı" ve "işgalci" gibi yansıtılırken, Selahattin Eyyubi'nin ise Kudüs'e barışı getirdiği işleniyor. Senarist William Monahan'ın ünlü yazar Amin Malouf'un "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri (1096-1291)" adlı kitabından ilham aldığı filme Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların kardeşçe yaşadığı bir kenti anımsatması için "Cennet Krallığı" adı verilmiş.

Albümün en önemli özelliği ise, ilk kez bir Hollywood filmine müzik yapan,ülkemizin sevilen gruplarından Kardeş Türkülerin bestelerinin de bu albümde yeralması. Kendi albümlerinin yanı sıra, ''Vizontele'' ve ''Vizontele Tuuba'' filmlerine yaptıkları müzikler ile dikkat çeken, özgün tarzları ve renkli müzikleriyle kısa sürede kendilerinden söz ettiren Kardeş Türküler, bu filmin müziklerini yaparken İngiliz, Henri Levis ile birlikte çalıştı. Filmin büyük bir çoğunluğu Kudüs ve Ortadoğu'da geçtiği için,bu topraklara ait bir müziğe yer vermek isteyen yapımcılar, filmin bu bölümlerinde Kürtçe doğaçlama ezgiler seslendirmesi için Kardeş Türküler ile çalışmayı tercih etti.

5 Eylül 2007 Çarşamba

Sizin Hiç Hayaliniz Öldü mü?

Sizin hiç hayaliniz öldü mü?

Siz umutlarınızı toplayıp, kapının arasında dizlerinizi birleştirip içerinize açılıp, hıçkırarak ağladınız mı hayatınız da. Benim bir kere hayalim öldü,belki bir çok kere ama en çok acıtanı buydu sanırım.Ve o yüzden bir kere öldüğünü düşünüyorum şimdilerimde.Ama bildiğim birşey var ki ben bugünlerimde sahipsiz sokakların üzerinde gezen o dingin ama bir o kadar da ürkünç rüzgarların içerime üşüşmesiyle bir korkuyu hissediyorum bedenimde. Yüreğimde bir boşluk, ve üzerinde yırtıklar oluşarak acıtan bir korku bu. Doğanın bana verdiği bu acıyı, bir insandan kaynaklı olarak hayallerime bulaşan bu dayanılmaz hafiflik ile ağladım. Günler, geceler, haftalar ve belkide yılını doldurunca yıllarca olacak hüzünlenmem ve geceleri uykularımda gerçekleşen ani irkilmelerim. Herkes beni sakinleştirmek için "Bu tanrıdan bir ödül sana" diye söylemlerde bulunuyorlar. Ama bilmiyorlar ki bu ödülden dolayı çıldırıp, yitmemek için iki insan gibi kaldım başbaşa kendimle, aynı birbiri ile konuşan iki insan gibi. Kendime doğru kapattım kepenklerimi ve etrafıma ördüğüm duvarım ile acılarım ortak oldu yalnızlıklarımda bana.

Düşünüyorum şimdi, bazen ruhumu. Neden bu et yığını içerisinde yıllarca saklanıp onca acıyı bana yaşatıyor ve ardındanda belirli bir süre sonra gidecek olmasına rağmen nedendir ki o zaman,iskeletimin gösterdiği bana olan bu bağlılık? İnançlarımdan mıdır bu yadsıdığım durum, yoksa inançlarımı sorgulayışımdanmıdır. Hakikat düşmanları olarak bana dayatılan dogmaların beni götürdüğü kör karanlık, yalanlardan daha tehlikeli herhalde. Körebe oyunu gibi düşüncelerimin, gözlerime çektiği setlerden dolayı göremiyorum artık hayallerimi, yaşamıma soktuğum basit terminolojik olguların bile açıklayamadığı insan yaptırımlarıdır sanırım beni bu kaosa sürükleyen. Bütün yargılarımı idam ettirdim ben şlmdi, çekmecesine koyduğum hayallerim bile artık dayanamaz oldu bu duruma. Acılarımı paylaşmak istemediğim dostlarıma, armağan etmek istiyorum dünümde kalan yarınımın umutlarını, hayallerimi. Kendinden hiç söz etmeden, gerçeklikten uzak kişilikleriyle bana sahte dünyalarını dekore etmelerine yardım etmem için ağlayanların kişiliklerinde gördüğüm tek yüzleri ise arkada sakladıkları yüzleri, yani ikiyüzlülükleri. Ama farkında değillerki içine dolduracakları sepetin dibi delik çünkü doyumsuzlar. Hayallerimi öldürdüm belkide, dünün ölen hayalim çok acıtsada canımı biliyorum artık

" Bir insan hep hırsına kurban olduğunda, adeta bir yarasa gibi yönünü bulacaktır. Ama ruhunun bütün güzeliklerini öldürdüğünün farkına varamayacaktır "

Peki sizin hiç hayaliniz öldümü yaşantınız da?

Şairlere Dair

Zerdüşt havarilerinden birine şöyle diyordu: "Bedeni daha iyi tanıyalı beri ruhun bence ehemmiyeti kalmadı." Ve ''ebedi''denen her şey bir sembolden ibaret."

Havari cevap verdi: "Evvelce de böyle bir şey söylemiştin.Fakat şairler çok yalan söylerler diye ilave etmiştin. Bununeden demiştin."


Zerdüşt, "neden diye soruyorsun" dedi. "Ben o adamlardanım ki onlara neden diye sual sorulmaz. Ben bunları henüz dün mü yaşadım. Fikirlerimin sebeplerini yaşayalı beri hayli zaman geçti. Eğer sebeplerimi de yanımda taşımam gerekseydi benim bir hafıza ambarı olmam lazım değil miydi? Fikirlerimi kendim için saklamam bile bana fazla geliyor.Ve nice kuşlar uçup gidiyorlar. Bazen güvercinliğime yabancı ve elimle dokunduğum zaman titreyen bir kuşun sığındığını görürüm.Fakat Zerdüşt sana bir zaman ne diyordu? Şairlerin çok yalan söylediğini mi? Fakat Zerdüşt de bir şairdir. Onun bu işte hakikati söylediğine inanıyor musun? Neden inanıyorsun?"Havari cevap verdi: "Ben Zerdüşt''e inanırım."

Zerdüşt başını salladı ve gülümsedi."İnanman, hele bana inanman, beni mesut etmez.Fakat, birisi ciddiyetle, şairler çok yalan söylerler diyorsa haklıdır. Biz çok yalan söyleriz.Biz pek az şey biliriz. Ve güç öğreniriz. Onun için yalan söylemeye mecburuz.Biz şairlerden, şarabını tağşiş etmeyen kim var?Kilerimizde nice zehirli karıştırmalar yaptık. Tarif edilmez nice işler yaptık.Çok az şey bildiğimiz için ruhça züğürt olanlar hoşumuza gider.Hele kadınlar!Hatta ihtiyar kadınların akşamları anlattıkları masallara bile hasret duyarız. Ve kendimizce buna "ebedi karanlık" deriz.Sanki hususi ve mahrem bir kapı varmış da öğrenmek isteyenlere oradan bilgi dağıtılıyormuş gibi, halka ve onun vecizelerine inanırız.Çayırda veya münzevi tepelerde yatıp kulaklarını diken herkesin gökle yer arasındaki şeylerin bazılarına agah olabileceğine bütün şairler inanır.Ve şairler kendilerine nermin heyecanlar gelince bizzat tabiatın kendilerine aşık olduğunu ve tabiatın kulaklarına gizlice okşayıcı sözler fısıldadığını duyarlar ve faniler önünde bununla göğüs kabartırlar.

Ah yerle gök arasında o kadar çok şey var ki bunları ancak şairler tahayyül edebilir. Hele tanrı hakkında. Çünkü bütün ilahlar şair sembolleri ve şair uydurmalarıdır.Gerçekten, daima göklere yeni bulutların alemine yükseliriz bu bulutların üstüne alaca körüklerimizi kurarız. Ve sonra onlara tanrılar ve üst insanlar deriz.Onlar ancak bu iskemlelere oturabilecek kadar yufkadırlar. Bütün o şairler ve üst insanlar!

Ah, olağanüstü bir şeymiş gibi görünmek isteyen bütün bu acizlerden ne bıkkınım! Ah bütün şairlerde ne bezginim."Zerdüşt böyle deyince çömezi ona kızdı. Fakat sustu. Zerdüşt de sustu. Ve gözleri sanki çok uzaklara bakıyormuş gibi içine yöneldi. Nihayet içini çekti ve nefes aldı. Ve şöyle dedi:"Ben bugünün ve dünün eseriyim. Fakat içimde bir şey var ki,yarının, yarından sonranın ve daha uzak bir istikbalindir. Ben eski ve yeni şairlerden bezginim. Bence hepsi sathidirler. Ve sığ sulardır. Derinlere dalamamışlardır. Onun için duyguları dibe nüfuz edememiştir.Biraz şehvet biraz can sıkıntısı. Onların en çok düşündüğü bu idi.Onların saz tıngırtıları bir hayaletin hışırtılarıdır. Seslerin içliliğinden ne anlıyorlardı?

Onlar temiz de değillerdi. Derin görünsün diye bütün sularını bulandırmışlardır. Ve böylelikle barıştırıcı görünmek istediler.Fakat bence aracı, karıştırıcıdırlar. Yarım ve pistirler.Ah, ben ağımı onların denizlerine daldırdım ve balık avlamak istedim. Fakat daima eski bir tanrının başını çektim.Böylece deniz ancak bir taş vermiş oldu. Bizzat onlar da denizden gelmiş olabilirler.Tabii içlerinde inci vardır. Fakat kabuklu hayvanlara o nispette benzerler.

Ve kendilerinde ruh yerine ekseriya tuzlu bir sümük buldum.Onlar denizden gurur da öğrenmişlerdir. Deniz tavus kuşlarının en güzeli değil mi? Tavus en çirkin bir manda karşısında bile kuyruğunu açar gümüşten ve ipekten kanatlarından hiç bıkkınlık göstermez.

Manda hayretle bunu seyreder. Ruhunda kuma yakın, sazlıklara daha yakın, batağa en yakın olarak.Mandaya güzellikten, denizden ve tavus süsünden ne? Şairlere bu sembolü söylerim.Gerçekten, onların ruhları tavusların tavusudur ve bir kibir denizidir.Şairin ruhu seyirci ister. İsterse seyirci manda olsun.Fakat ben, bu ruh dan bezdim. Ve görüyorum ki o da kendinden bezecek.Ben şairleri değişmiş ve bakışları kendilerine yönelmiş görüyorum.Ruh tövbekarlığının geldiğini görüyorum. Bunlar onlardan meydana gelmiştir.Zerdüşt böyle dedi.

Friedrich Nietzsche

[Böyle Buyurdu Zerdüşt'den]

Friedrich Nietzche -- Kutup Yıldızı

Bu kitap en azlarındır. Belki de onlardan hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt 'ümü anlayanlar olacaklar : Kendimi, daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlar ile nasıl karıştırabilirdim ki? Ancak öbürgündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar. Kişinin beni anlamasının, hem de zorunlukla anlamasının koşulları, — bunları pek iyi bilirim. Benim yalnızca içtenliğime, tutkuma dayanabilmek için, düşünsel konularda katılık kertesinde dürüst olması gerekir kişinin. Dağlarda yaşamaya, alışkın olması gerekir — çağın siyasetinin ve halkların çıkarcılıklarının sefil gevezeliğini kendi altında görmeğe. Aldırmaz olmuş olması gerekir, hiç sormaması gerekir, doğruluk yararlı mıdır diye, bir kötü kader olup çıkar mı diye... Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana yüreklilik; labirente önceden - belirlenmişlik. Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Ve yüce üslubun iktisat istemi: gücünü, heyecanlanmalarını derli - toplu tutmak ... Kendi kendine saygı ; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük... İşte! Bunlardır benim okurlarım ancak, benim sahici okurlarım, benim önceden belirlenmiş okurlarım: geri kalan neye yarar ki — geri kalan, insanlıktır yalnızca. — Kişinin, gücüyle, ruhunun yüksekliğiyle, insanlığa tepeden bakması gerekir —hor görüşüyle...

Friedrich Nietzsche

Tutunamayan [Disconnectus Erectus]

Beceriksiz ve korkak bir hayvandir.İnsan boyunda olanlari bile vardir.Yalniz penceleri ve özellikle tirnaklari cok zayiftir. Dik arazide, yokuş yukari hic tutunamaz. Yokus asagi, kayarak iner.Bu arada sik sik duser.Tüyleri yok denecek kadar azdir.Gözleri cok buyuk olmakla birlikte, görme duygusu zayiftir.Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalniz biralildigi zaman acikli sesler cikarirlar. Disilerini de ayni sesle cagirirlar. Genellikle baska hayvanlarin yuvalarinda onlar dayabildikleri sürece barinirlar.Ya da terkedilmis yuvalarda yasarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur.Doğumdan sonra ana, baba ve yavrulari ayri yerlere giderler.Toplu olarak yasamayi da bilmezler ve dis tehlikelere karsi birlestikleri gorulmemistir. Belirli beslenme duzenleri de yoktur.Baska hayvanlarla birlikte yasarken onlarin getirdikleri yiyeceklerle gecinirler.Kandi baslarina kaldiklari zaman genellikle yemek yemegi unuturlar. Butun huylari taklit esasina dayandigi icin, baska hayvanlarin yemek yedigini görmezlerse, aciktiklarini anlamazlar.Bu sirada cok zayif dustukleri icin avlanmalari tavsiye edilmez.İcguduleri tam gelismemistir. Kendilerini korumayi bilmezler.Fakat - gene taklitcilikleri nedeniyle- baska hayvanlarin dövüsmesine ozenerek kavgaya girdikleri olur.Simdiye kadar hicbir tutunamayanin bir kavgada baska bir hayvani yendigi gorulmemistir.Bunula birlikte hafizalari da zayif oldugu icin, sik sik kavga ettikleri, bazi tabiat bilginlerince gozlenmistir.Ayni bilginler, kavgaci tutunamayanlarin sayisinin gittikce azaldigini soylemektedirler. Din kitaplari, bu hayvanlari yemegi yasaklamissa da , gizli olarak avlanmakta ve etlerikacak olarak satilmaktadir.

Tutunamayanlari avlamak cok kolaydir. Anlayisli bakislarla suzerseniz, hemen yaklasirlar size. Ondan sonra tutup oldurmek isten bile degildir.Insanlara zarali bazi mikroplar tasidiklari tespit edildiginden, Belediye Saglik Mudurlugu de tutunamayan kesimini yasak etmistir. Yemekten sonra insanlarda gorulen durgunluk, hafif sikinti, sebebi bilinmeyen vicdan azabi ve hic yoktan kendini suclama gibi duygulara sebep olduklari, hekimlerce ileri surulmektedir.Fakat ayni hekimler, tutunamayanlarin bu mikroplari, kasaplik hayvalara da bulastirdiklarini ve bu sikintidan kurtulmanin ancak et yemekten vazgecmekle saglanabilecegini soylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun sure ugrasmis ve bunlari sirklerde calistirmak istemislerdir.Fakat bu hayvanlarin, beceriksizlikleri nedeniyle hicbir huner ogrenemediklerini gorunce vazgecmislerdir. Ayrica birkac sirkte halkin karsisina cikartilan tutunamayanlar, onlari guldurmek yerine mahzun etmislerdir.Halk giselere saldirarak parasini geri istemistir. Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir.Oldukten sonra cennete gidecegi bazi yazarlarca ileri surulmektedir.Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise cikardiklari icin, bunun pek mumkun olmayacagi sanilmaktadir. Baslari daima one egik gezindikleri icin, cesitli engellere takilirlar ve her taraflari yara bere icinde kalir. Onlari bu durumda goren bazi yufka yurekli insanlar, tutunamayanlari ev hayvani olarak beslemeyi de denemislerdir.Fakat insanlar arasinda barinmalari -ev duzenine uymamalari nedeniyle- cok zor olmaktadir. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldirmakta ve evden kovulunca da bir turlu gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapisinda gunlerce , acikli sesleriyle bagirarak ev sahibini canindan bezdirmektedirler. Bir keresinde, ev sahibi dayanamayip kacmissa da , tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittigi yerde de ona rahat vermemistir. Sehirlere yakin yerlerde yasadiklari icin, onlari sehrin icinde , citle cevrili ve yalniz tutunamayanlara mahsus bir parkta oturarak, sayilarinin azalmasini onlemeyi dusunmenin zamani artik gelmistir."

Oguz Atay-Tutunamayanlar

Loreena McKennitt - Caravanserai

A Never Ending Way -- Orphaned Land

4 Eylül 2007 Salı

...karıncalanma...

...karıncalanma...

karıncalanmaydı hayatım,bir ürperti damarlarımda esen yosma lodos,
akıyordu göz yaşlarım ellerime doğru,
yok tu,yok oldu,bir kuyu,huyu belli olmayan bir birikinti su,
nesine açılacaktı ki bu suyun içersine bir kuyu...

duvar saattinin,duvardaki tınısı odaya her yayıldığında,
bir kuyuya atmış kendini kova misali yalnız adam.
Ne düşünürsün bu yalnızlık ta,düzen arzusunu mu,
yoksa kaos'un verdiği o kargaşayı mıı...
ben bildiğiklerimle sınırlayacağima,kendimi tercih ederim
bilmediklerimin oluşturduğu,
kaosun içersinde yaşamayı....


LiberterKedi

Che Fotoğraflar İle

Can Yücel --- Eşber'e

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Gönül Fahişesi

Saat kadranı vurdukça,
siyahın matemi yükeselcek.
Göz yaşların bile yetmeyecek
ruhunu bu cünüplükten kurtarmaya.
Ve bedenindeki günahların,
irin şeklinde akacak vücuduna.
Verdiği azabın zehirli ateşi kavuracak
yüreğini.
Ve sen gönül fahişesi oldukça
bir sokaktan bir diğerine,
kulaç attırdıkça yüreğin,
yanmaya devam edecek...
Ve ardına baktığında,
ömrünün sürdüğü yalanlarla
işgal edilmiş yaşamının sıradanlığını
gördükçe,kusacaksın kendi midene...

Unutmamalı son söz söylemeyendir,
son söz çaldığın hayatların,
sana vereceği azaptır gönül fahişesi.
Ve tek kazancındır,senin sahte kişiliklerin
için yakılan hayaller ile ısıtman dünyanı..

LiberterKedi

21 Ağustos 2007 Salı

SenSizLik

Çek ellerini içimden.
Bırak yüreğimi, tozlu sayfaları
arasında çırpınmadan kalsın allahım.

Bekçi olma hayallerime nolursun
başında akbaba misali, sırtını yaslamak yerine ona,
bırakta özgürlüğünü
bulsun yalnızlığın çölünde.

Gene gözlerim yapıyor en acı darbesini,
seni hayallerime ve rüyalarıma bulaştırarak.
Yalnızlıklarım da işkence ediyor bana,
beynimle anlaşmış gibi gözlerim dalıyor
o düşünüyor, ben hayal kuruyorum.

Vücudum inciniyor,
sensiz olamıyorum sevgilim,
al beni yanına ne olur.
Olmasın yalnızlıklarım sensiz,
olmasın mutluluklarım sensiz,
varolmanın dayanılmaz acısıdır
bende"SenSizLik"

LiberterKedi

boşluğun seyrine dalmak

"İnsanlığın mahrem tarihi el değmemiş, kirletilmemiş, bekaretini kaybetmemiş tarihi üzerine düşündünüzmü hiç?"

Doğunun üzerine çullanan batılı sömürgeciler, lejyonerler, askerler, radikal kuralcılar, islami mücahitler, hırsızlar, orospular, menşeiini bilmediği halde sürekli halde ağlayan kadınlarımız, hainler, ölüler, bizler...Yüzleri boyalı, maskeli, takma saçlı, takma burunlu kısacası başrolünde bizim olduğumuz bir tiyatronun temelinde oluşturulan vurdumduymazlık ile kılık değiştirme, kendini maskeleme, gerçeğin yerine suretini geçirme ile kaçtığımız gerçeğimiz biz kapı arkalarındaki askılar gibiyiz!Bellirli süreçlerde kendimize tek yaptığımız revizyonumuz ise bir hiç. Nereye kadar daha Paravanlar arkasına gömeceğiz kendimizi?Daha ne kadar sonucunu bilmediğimiz bir problemlemin, zor olduğunu düşündüğümüzden kendimizi cezalandıracağiz "korkarak hayattan"

Bir hırsızın güncesine ne düşer acaba, yeteneğini yitirmiş kalbi ile "Bir reklam filmi izlemek, her türlü hayali idam ettirip ve boşluğun seyrine dalmak mı demektir hayat?"

Eshilos

Yunan edebiyatı en parlak ürünlerini M.Ö. V.-IV. yüzyıllarda vermiştir. Aiskhylos (M.Ö. 525-456) antik Yunan'da bir yazardır. Dönemin en bÜyük tragedya Şairidir. Sofokles ve Evripides ile beraber; yazıları tamamen kaybolmayan en eski 3 trajedya yazarlarından biridir. Eshilos; Atina'nın 30 km. uzaklıkta Elefsis'de doğar. İlk oyunlarını M.Ö. 498'de yazar. Hala varolan oyunları arasında en eskisi büyük bir ihtimalle "İranlılar"'dır ve M.Ö. 472'de oynandığına inanılır. M.Ö. 480'de Salamis Savaşına katılmasıyla bu hikaye üzerinde ilham aldığına inanılır. Bunun yanı sıra; içinde Agamemnon'u ilk bölümünde anlattığı Orestia eseri de meşhurdur. İlk defa, tragedyanın aktör sayısını ikiye çıkararak, koro yerine diyalogu ön plana getirmiştir. Maske aktörün yüzünü saklayan bir alet olmaktan çıkıp, onun karakterini de yansıtr olmuştur. Eserlerinde tanrıların belirleyici gücüne önem vermiş; dünyayı ve insanları tanrıların, olması gerektigi gibi, iyi bir şekilde yönettiği , tanrılara isyan edenlerin cezalandürülmasi gerektiği tezini savunarak, yerleşik düzeni , gelenekleri ve toplum ahlıkını benimsemiştir. Ona göre insanlar tanrılar tarafından belirlenen alınyazılarını kabullenmek zorundadırlar. Ele geçen yedi tragedyaları ise;

1. Yalvaran Kızlar Persler
2. Thebai'ye Karşı Yediler
3. Zincire Vurulmuş Prometheus
4. Oresteia trilogia
5. Agamemnon
6. Kheephoroi
7. Eeumenides

Euripides

Euripides (M.Ö. 480 - M.Ö. 406), Eshilos ve Sofokles'ten sonra Atina'nın yetiştirdiği üçüncü büyük trajedi şairidir. Düşünce adamı, Atina’lı oyun yazarlarının en büyüğü olan Euripides, insanları bekleyen gerçek ve zorlu sorunları ortaya koyarak insanları düşünmeye zorladı. Bernard Shaw gibi Euripides de insanları tedirgin etmiş ve kızdırmıştır. Kutsal değerlere saygısızlık ve kadın düşmanlığıyla suçlanmıştır. Ama yine de üstün şiirsellikle anlatılan düşünceleri dinlenmiştir. Vatanı olan Atina’yı terkedinceye kadar da bu taşlama ve lanetlemelerin ardı arkası kesilmemiştir. Fakat ölümünden sonra bütün tragedya yazarlarının en ünlüsü, en aralanılanı olmuş ve o çağdan bu yana adı ölmez yazarlar arasında yer almıştır. Euripides, M.Ö. 480 yılında Salamis’de doğdu. O tarihte Yunanlılarla Pers İmparatorluğu arasında amansız savaşlar yaşanıyordu. Euripides’in anne ve babasına bir çok kötü yakıştırma yapılmasına rağmen gerçekte, babası Apollon tapınağı ile ligili bir görevin mirasçıısı zengin bir soydan geliyordu. Kaynaklara göre annesi de soylu bir ailenin kızıydı.Euripides gençliğinde resim üzerine çalışmış ve sanatını sürdürme amacında olmasına rağmen yirmi beş yaşında,tragedya ve şiir yazmak için resmi bırakmıştır. İlk oyunu olan ”Pelias’ın Kızları”,M.Ö. 455 yılında sahneye konmuş ve Atina halkı o an gökyüzünden yeni bir yıldızın inmekte olduğunun farkına varmıştı. Bu yeni şairin tiyatronun tumturaklı ve ağdalı dilinden çok uzak yalın ve güçlü bir deyişi ve yeni fikirleri de beraberinde getirdiğini anlamıştı. Euripides’in yenilikçi ve korkusuz bir yanı vardı. İlginç olayları anlatırken yeni teknik buluşlar kullanıyordu. En güçlü yönü de gerilim sahnelerindeki başarısı ve her sahnede üstün bir şiirsellik yaratmasıydı. M.Ö. 438′de Truva Savaşı’nda Akhilleus’un mızrağıyla yaralanan Telephus’un hikayesini anlattığı oyunda geçen olaylar dizisi ve bunların sahneye uygulanışı Euripides’in gücünü ortaya koyar. Bu oyun, eski Yunan sahne geleneklerine indirdiği darbe nedeniyle de büyük önem taşır. Bir dilenci ilk defa sahici paçavralarla sahneye çıkmıştı. Bu ozamanki izleyici üzerinde şok etkisi yaratmıştı. Oyunun sahneye konmasındaki gerçekçilik, Euripides’in en acmasız eleştirmeni ve Yunan tiyatrosunun en büyük komedi ustası Aristophanes’in saldırı nedenlerinin başında gelir.”Thesmosphoriazusae” adlı komedisinde Aristophanes, Yunanlı kadınlara,oyunlarında kadın kişilerini sevimsiz gösterdiğinden ötürü Euripides’den intikam almak üzere komplo hazırlatır. Fakat Euripides’in kadınları, tutkularına kapılsalarda, hiç bir zaman sevimsiz değillerdir.Sadece idealleştirilmelerinin yanında yaşayan birer insan oldukları gerçeğini vurgularlar. Euripides ayrıca geçmişin ulu tanrılarının, nasıl yeri geldiğinde hiç de tanrısal olmayan hilelere başvurduklarını açık seçik sahnede ortaya koydu. Bu, çoğu kimsenin tanrılara hakaret olarak algıladığı bir bakış açısıydı. Euripides bir demokrattı, fakat demogoglardan ,büyük bürokratlardan, halkına savaş ve felaket getiren kayıtsız ve kaygısız önderlerden nefret ederdi. ”Yakaranlar” ve ”Truvalı Kadınlar” adlı oyunlarında Sparta ile süregelen savaşın iç karartan izleri görülür.Bu ünlü tragedya yazarının hayatı üzerine söylenebilecek çok az şey olmasına rağmen,Salamis’deki topraklarında yaşadı ve şiirlerini denize bakan bir mağarada yazardı. Mümkün olduğu kadar topluma az karışan, ağırbaşlı ve somurtkan bir adamdı.İnsanlardan uzak seçtiği bu yanlız yaşam, onun tanrılardan nefret eden,toplumla ilişkilerini kesmiş, huysuz, hırçın ve kuşkucu bir kişi olarak tanınmasına yol açmıştır. Euripides bir Atina vatandaşı olarak kendini toplum hayatından büsbütün ayrı tutmamıştır. Orduda görev almış, Magnesia konsüllüğü yapmış ve devlete parasal yardımlarda bulunmuştur. M.Ö. 408 yılında tanrılara saygısızlık ettiği gerekçesiyle komedi yazarlarının ve halkın saldırılarına maruz kalarak Atina’yı terk etmiş Makedonya kralı Archelaus’a sığınmıştır. Kral tarafından çok iyi karşılanmış ve ölmeden önceki bu on sekiz ayını huzur ve barış içinde yaşamıştır. Ölüm nedeni çelişkilidir , kimi söylentilere göre saraydaki kıskanç kişiler tarafından av köpeklerine parçalatılmıştır.”Bacchae” adlı oyunu öülümden sonra sahnelenmiş ve ödül almıştır. Euripides’in kendi izinden giden üç oyun yazarı oğlu ölümünden sonra babalarının oyunlarını sahnelemişlerdir. Euripides’in 80-90 tragedyası olduğu bilinmesine rağmen günümüze yalnız 18 tanesi erişebilmiştir.

Derleyen : LiberterKedi

Üşüyorum

Üşüyorum;Bundan anladığım,ölülerinde üşüdüğü.
Bir hayaldemiyim yoksa ölü mü,
Bu nasıl bir yaşam birileri izah etsin bana!
Elma dedim çık ortaya ama..elim hep boştu..
Yok yok bu ne bir hayal ,
ne de bir yaşamın son demleri.
Olsa olsa bir şizofrenin yazdıkları.
Ancak şizofren bir hayalperest yakalayabilir,
böyle mutlu sessizliğin içersinde,sadece
sesizlik olan bir mutluluğu….
Yağmur yağiyor sokağimizda,
ahmak ıslatan cinsinden..
ben sokakta ıslak bir şizofren,
ve parkta boş salıncaklar salanıyorlar,
kimsesizce yalnız başlarına!

Kaldırıma bağdaş kurdum,
ağlıyorum katıla katıla..
bende katılmalıyım bu yağmura,
gözyaşlarımın içerisinde sakladıklarımla.
Göz yaşlarım bir gazete parçasının ilanını ıslatıyor,
mazgallardan süzülüp
akıyor harfler,
belki bir gün benimde
sesizce burdan
çekip gideceğim gibi….

LiberterKedi

17 Ağustos 2007 Cuma

Mitolojide Narsizm

Mitolojiyegöre, dünya üzerinde birçok tanrı bulunmaktaydı. Bunlar çeşitli doğaolaylarından ya da canlı-cansız varlıkların kontrolünden,davranışlarından sorumluydular. İnanışa göre bu tanrılar insanşeklindeydi ve insanlarla ilişki içine de girerlerdi.Size narsisizm sözcüğünün köken aldığınarkissosun mitolojik öyküsünü aktaracağız. Kendine aşık olanlaraaldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olanEkho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çokyakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. AncakNarkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanındanuzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevdaile içine kapanarak ölür . Bütün vücudundan arta kalan kemiklerikayalara, sesi ise bu kayalarda eko dediğimiz yankılara dönüşür.Olimpos dağında oturan tanrılar bu durumaçok kızarlar ve Narkissosu cezalandırmaya karar verirler. Genegünlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekildebir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudanyansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce farkedemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz,kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştirkendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemekyiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos ta günden güne erimeye başlar veorada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra davücudu nergis çiçeklerine dönüşür.


İşte narsisistik kişilik bozukluğu olankişiler, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyigösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gerekenilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler.Başkalarının hakkına saygı göstermeden ve gerçeklerle bagdaşmasa biledaima kendilerini haklı göstererek ve o hedefi, gerekli emeği vermedenbile haketmiş sayarak en onde, en gözde ve tek olmakisterler.Kendilerini başkalarının yerine koyamaz ve başkalarinianlayamazlar.Sanki hersey sadece kendileri için vardır ve ne olursaolsun herşeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir. Başkalarınınfikir ve hareketleri kendi amaçlarına hizmet ediyorsa vardır, aksihalde bu fikir ve hareketler tahammül edilemez düşüncelerdir. Gerçeklebagdaşmayan, başkalarinin zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun,kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazançsağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadiklarinda öfkelerine hakimolamaz, saldırganlaşır ,çöker hatta ağır psikotik tablolara girerler.

15 Ağustos 2007 Çarşamba

...Bu Dünya Bizim Değil....

Karanlığın matlaşan zamanın üzerine kurulduğu, ağıraksak ilerlemeler ile yaşanılanlara karşı, yaşanımlar üzerine yapılananalizlerin ardından, elde edilenlerin bizi ulaştırdığı yer, belkide dipsiz birkuyunun içerisinde kaybolan sesimizin, ulaşmak isteyipte ulaşamadığı noktaydı! Gerçekçi bir yaklaşımın ardından, beynimizin avuçları arasında barındırdığımız fikirlerimizin, çıkarımlarımız ile ağırlaşan idelerimizin, harabe haline gelmiş hayatlarını, görmezden gelen bizlerin, sürüncemeler ile yaşam savaşı verdiğimiz hayatlarımızın nekadar da sıradan oluşunu görmezden geldiğimizden dolayı, kokuşmuş bir hale büründüğünü ve genzimizi kokusu ile nasılda boyunduruğu altına aldığını, kabul etmeyişimizdendi, bünyemize sahip olduğumuz hafıza kaybımızın sebebi. Belki de bazen vurdumduymaz bir sürü içerisine nasılda katılmayı ve duyarlı olmamız gereken durumlarda bir o kadar çok duyarsız kalmamız ile katılaşmamızdı, bizi böyle sıradan kişiliklere sahip bireyler haline getiren. Neydi bizi heykellerden ayıran içerisinde bulunduğumuz bu hayatta, otlardan sıyıran yanımız ne acaba, farklı bir familya içerisinde olmamızı sağlayan özelliğimiz neydi dünya üzerinde bulunduğumuz konumumuz içerisin de!

Sorgulamaktan korktuğumuz düşüncelerimizin dile getireceği doğrulardan kaçmamız ile kabullenmişiz sürekli bize empoze edilen, kendimizden kaçmamız için uzaklaşmamızı sağlayan bu çürümüş anlatılar ile. Neden kendimizi asimile etmişiz. Her daim toplumsal bunalımları gütmüş, onların boyunduruğualtına girmişiz, yönetilen olmuşuz ve merdiven gibi üzerimizden ilerlemeleri ne izin vermiş ve hep onlar için basamak olmuş sesiz kalmışız. Kimi zamanlarda isekorkularımızı biçmişiz,mahsul olarak utançlarımız verdiği ürpertiyi büyütmüşüz, sınırlandırmışız kendimizi kendimize karşı güttüğümüz bu korkular ile!Hayalleri ile ütopyalar kuran ve ütopyaları için mücadele edenlerin, hayallerini yakanları sınırlandıran klozetlerin üzerlerinde tuvalet kağıdı gibi yer almışız askılıkların üzerinde.Ve sürekli avuçları arasında maşa etmeye çalıştıkları bizleri, kirlenmiş kişiliklerin sağında solunda yer alarak çoğu zaman kendimizi onlara altın birtabak içerisinde sunmuşuz, meze olmuşuz onların sofralarına.Pazarlanmışız,satılığa çıkartılmışız onların vitrinlerinde, kendimizi açık arttırmaya çıkaranları alkışlamışız her zaman. Eski bir sahnenin en eski figüranları olsakta yaşamlarımızda, görememişiz biz olmadan boş bir kişiliğe sahip bu latentkişiliğe sahip necrofililerin hiçbir şey olmadığını ne zaman göreceğiz kestiremiyorum bu duyarsızlık örneklerimiz ile!

Savaşlara, açlıklara, ezilenlere, bastırılmış kişiliklerin boyunduruğu altına girmeye karşı hep kifayetsiz kalmış ve seyritatlı bir tebessüm bıraktığını sandığımız bu trajedik oyunların içerisinde, senaristleri kimliksiz,kirlenmiş kişilerin belirlediği oyunlarda satır aralarında kimi zaman seyirci, kimi zaman figüran,kimi zamanda geçicibaşrol oyuncusu olmuşuz ve doyumsuz bir halde sömürülmeye karşı el çırpmış veiçerisinde yer almışız.Şekillendirilmeye karşı, popülerlikten uzak,birkelebeğin kanat çırpışı ile kalkan toz parçası olmaktan kurtulmalı veyitirilmiş yaşamların kiracıları olmaktan kurtulma zamanıdır. Artık her lodosunardından yıkılan kumdan kalelerde mücadele yerine,bütünleşerek büyümeli aydınlanmalıyız okumalı, araştırmalıyız, bizleri asimile etmeye çalışanların oyunlarında figüran olmaktan sıyrılmalı hep birlikte, beraberce bu dünya için mücadele etmeli savaşmalıyız açlıklara, çıkar savaşlarına karşı ezilenlerinsafhında bulunmalı ve korkularımızdan kurtularak utanmamalıyız kendimizden. Kaçmaya son artık zamanın getirdiğini değil istediğimizin,hayallerimizin getirmesini istediğimiz, düşüncelerimiz ile büyüyecek bizlerin gübresi sevdiğimiz değil sevilecek ve benimsenecek herkesin olacak olanın peşinden gitmeli ve insanolduğumuzu unutmamalıyız. Bu dünya üzerinde biz zincirin halkasıyız biz hatırlamalıyızbunun için dünyanın sadece biz insanların değil hayvanların, bitkilerin vedahasınında varolduğunu ve onlarında dünyanın paylaşım ortakçıları olduğunu unutmayarak çıkarlarımızdan uzaklaşarak yaşamalıyız. Unutmamalıyız biz budünyayı annelerimizden, babalarımızdan, atalarımızdan değil çocuklarımızdan ödünçaldık, unutmamalıyız bu dünya geçmişimizin değil geleceğimizin ve çocuklarımızın, bencillikten uzaklaşıp, doyumsuzlukları ile bizi geleceğimizden edenlerin,yaşamlarımıza giripbizi yönlendirmesini önlemeli ve savaşmalıyız, asimile olmamalı yılmamalıyız, birdamladan bir bardağa, bir bardaktan bir sürahiye taşmalı, sürahiden denizlere coşmalı ve beraberce yayılmalıyız tüm dünyaya, bırakmalıyız etnik savaşları, kaçınmalıyız latent kişiliklerin bastırılmış duygularını bize empoze etmelerinden! Sapkınlıktan, bencilikten uzak birlikte yaşamın savunucusu olup onun için mücadele etmeliyiz!

Mülksüz olmalı birden bin,binden milyonlara çoğalıp bize ait olmayan dünyayı çocuklar için,geleceklerimiz için yaşanılabilir hale getirmeliyiz!Unutmamalı bu dünya bizim değil,geleceğimizin,dünya çocuklarının,dünyada ki yaşayan her canlının ve bizim üstümüze tek düşen isebencillikten uzak bu dünyanın asıl sahipleri için yaşanabilir hale getirmek olduğunu hatırımızdan çıkarmayarak,bunun için mücadele etmemiz gerektiğini herkeseduyurmalıyız Bu Dünya Bizim Değil!