Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Orhan Veli'den Dök-üntüler/i

"sekiz parçadan müteşekkildir"

Yol

Düzdür.
Üzerinden tramvay geçer.
Adamlar geçer
Kadınlar geçer.

Kadınlar

Kadınlar...
Akşam, sabah
Tramvayı beklerler
Rejinin önünde...

Yeşil

Sevdikleri renk
Yeşildir
Ellerinde
Yemek çıkınları.

Vatman

Hep karşıya bakar
Cigara içmez
Vatman
Ömür adamdır

Peyzaj

Evler, dükkanlar, duvarlar,
Kömür depoları,
Deniz,
çantalar, mavnalar, kayıklar.

Deniz

Denizi kim sevmez
Üstünde ve kenarlarında
Balık
Tutulduktan sonra

Balıkçılar

Bizim Balıkçılar
Kitaplardaki balıkçılar gibi
şarkıyı
Bir ağızdan söylemezler

Senin Evin

Bütün bu yollardan
Tramvayla geçilir
Halbuki senin evin
Daha ötededir.

İçkiye benzer birşey var bu havalarda

İçkiye benzer bir şey
var bu havalarda.
Kötü ediyor insanı,
kötü...
Hele bir hasretlik oldu mu serde;
Sevdiğin başka yerde,
Sen başka yerde.
Dertli ediyor insanı,
dertli.

İçkiye benzer bir şey
var bu havalarda,
Sarhoş ediyor insanı,
sarhoş.

Orhan Veli Kanık

29 Temmuz 2008 Salı

Albert Camus Kitapları

Amerika Günlükleri


"İki kere intihar fikri. İkincisinde, hala denize bakarken, şakaklarında ürkütücü bir yanık hissi. İnsanın kendini nasıl öldürdüğünü şimdi anlıyorum. Yine sohbet, laf çok ama söylenen az. Karanlıkta yukarı güverteye tırmanıyor, çalışmamla ilgili bazı kararlar verdikten sonra günü deniz, ay ve yıldızların karşısında bitiriyorum. Su yüzeyi hafiften ışıltılı ama derindeki karanlığı hissediyorsunuz. İşte deniz bu ve ben denizi bunun için seviyorum! Yaşama çağrı, ölüme davetiye."

- Arka kapak -



Çeviri
: Osman Akınhay / Öteki Yayınevi


Başkaldıran İnsan



1957 yılında kırk dört yaşında Nobel Ödülünü alan "Albert Camus" (1913-1960), yaşamı boyunca şu sorunun yanıtını aradı: "İnsan toprakla nasıl bağdaşabilir, yoksulluğu yüzünden acı çekerek, ama güzelliğini koruyarak saçma ve yücelik için nasıl yaşayabilir?" Camus' ye göre sanat "yalancı bir lüks" ve bencil bir edebiyatçının yapıtı değildir. Sanat yaşayabilir, kullanılabilir bir durumdadır; gerçeğe sadık ve onun üzerinde olduğu için, hiç uysallaşmayan saçmalığı ve hiç yok olmayan umudu ile insanın durumunu tepeden tırnağa kapsar. "Başkaldıran İnsan", başkaldırının kendisidir, ama ılımlı ve insanın boyutlarında. "Başkaldıran İnsan", adalete ve özellikle doğruluğa vurgundur, mutlak olanın iğvasından, mitoslardan, gurur, horlanma ve kanın romantik baş dönmelerinden uzak durur. Ama insan, ne ise, o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yâdsıma onu İntihara mı, yoksa bir başkasını öldürmeye mi götürür? "Hayır!" demeyi bilen insandır "Başkaldıran İnsan", ama kime, neye, nerede, nasıl? Başkaldıran insanı kuşatan 'hayır'ın içeriği nedir? Bunun yanıtı "Başkaldıran İnsan"da.



Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları


Büyüyen Taş



Camus' nün "Sürgün ve Krallık"ı dilimize çevrilmişti; ama iki güzel, uzun öyküsü dışarıda bırakılmıştı. Türk yazın ve ekinine bir sürü seçkin güzellik katan Mehmet Fuat' ın ince beğenisiyle daha önce De Yayınevi' nde basılmış bu ustalıklı öyküleri yeniden okuyabilme fırsatı…




Çeviri : Bertan Onaran / Ara Yayıncılık


Caligula



Albert Camus'nün yapıtları çevrildiği ülkelerde büyük yankılar uyandırdı. Bunların başında "Yabancı" ve 1938'de yazdığı "Caligula" gelir. Caligula açıkça belirtir: Kişiler ölür ve onlar mutlu değildir. Roma' nın tek egemeni, sona değin us yolunu dener. Görülmemiş zırvalıklarla çevresine korku salar ve dalkavuklarının hançeri altında ölünceye değin olanaksızı yakalamaya çalışır.




Çeviri : Abdullah Rıza Ergüven / Berfin Yayınları


Defterler 1


Değerli olmak ya da olmamak. Yaratmak ya da yaratamamak. Birinci durumda, her şey kanıtlanmıştır. İstisnasız, her şey. İkinci durum, tam bir anlamsızlıktır. Geriye en güzel intiharı seçmek kalır: Evlilik + 40 iş saati ya da tabanca. " Kendimiz olacak zamanımız yok. Yalnızca mutlu olmaya zamanımız var. " Devrimci düşünce, tam anlamıyla insanın, insanlık durumuna karşı çıkışıdır.Bu anlamda, çeşitli görünümler altında, sanatın ve dinin süre giden tek temasıdır. Bir devrim her zaman Tanrılara karşı gerçekleştirilir - Prometheus'tan başlayarak. Bu, insanın yazgısının üstünde hak iddia etmesidir, zorbalar ve soytarı burjuvalar bunun bahanesinden başka bir şey değildir. Kuşku yok ki bu düşünce, tarihsel eylemi içinde kavranabilir. Bunu kanıtlama iradesini göstermek, boyun eğmemek için Malraux' nun coşkusu gerekir. O coşkuyu kendi özünde ve kendi yazgısında bulmak çok basittir. Bu anlamda, mutluluğun fethini dile getiren bir sanat yapıtı devrimci bir yapıt olabilir.

Çeviri: Ümit Moran Altan / İthaki Yayınları


Defterler 2


Camus' nün Defterler' inin birinci cildi, bir alıntı ve temalar birikimi, taslak ve imge deposu, bir edebiyat laboratuarı görünümündeydi. İkinci ciltte ise tarih egemen: Satır aralarında, II. Dünya Savaşı' ndaki ırksal temizlik, soğuk savaş, siyasal davalar, karmakarışık bir dünyanın bütün sarsıntıları yer alıyor. İnsan saçma bir evrende nasıl bir tutum benimsemeli? Başkaldırı mı, devrim mi? Yazınsal angajman mı, tanıklık mı, oyalanma mı? Bu kitapta, yalnızca bir düşünürle karşılaşacağımızı sanıyorduk; oysa tüm kırılganlığıyla bir insanı keşfediyoruz.



Çeviri: Ümit Moran Altan / İthaki Yayınları


Defterler 3



Albert Camus' nün 1935 - 1951 tarihleri arasında tuttuğu defterler, yazarın ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanmıştı. Defterler' in bu üçüncü cildinde, öncekilerde olduğu gibi, Yaz, Düşün, Sürgün ve Krallık gibi yapıtların doğuşuna tanık oluruz. Başkaldıran İnsan'ın başlattığı tartışmalara yazarının gösterdiği tepkileri de görürüz. Tamamlanamamış birçok projenin notları yine bu ciltte bulunmaktadır. Yunanistan yolculukları, Cezayir savaşı trajedisi, Nobel ödülü... Camus'nün yaşamına damgasını vuran pek çok önemli olay, gene Defter'in bu üçüncü cildinde yer alıyor.



Çeviri: Ümit Moran Altan / İthaki Yayınları

Düğün Ve Bir Alman Dosta Mektuplar



Can Yayınları, bu kitapta Albert Camus' nün iki yapıtını bir arada sunuyor. Bunlardan biricisi, Düğün, tıpkı Tersi ve Yüzü gibi gerçek bir gençlik yapıtı, ama gene Tersi ve Yüzü gibi sanatçının "benliğini ve dilini yaşamı boyunca besleyen bir kaynak" aynı zamanda. Gerçekten de Düğün'deki denemeler Tersi ve Yüzü 'yle aynı dönemde yazılmış olmaları ve kaynak çevreyi, Cezayir'i, yansıtmaları yanında, aynı yalın, duru ve somut anlatımla, aynı keskin bakışı, aynı anlama tutkusunu, aynı yaşam ve yeryüzü aşkını ortaya koymakta. Bir Alman Dosta Mektuplar ise, İkinci Dünya Savaşı döneminin ürünü. Bir yandan temelsiz bir üstünlük deneyiminden yola çıkarak dünyayı egemenliği altına almaya kalkan bir ulusla bağımsızlığını onurla savunan bir başka ulusun tutumunu karşı karşıya getirirken, bir yandan da gerçek yurttaşlığın, gerçek toplumsal ahlakın niteliklerini sergiliyor Başkaldıran İnsan'ı muştulayan küçük boyutlu bir büyük yapıt.


Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları


Doğrular


Doğrular, Çarlık Rusya' sında geçmiş gerçek bir olaydan esinlenen bir oyundur. Eğer devrim için her şey mubahsa, devrim sonrası toplum, hangi insancıl temeller üzerinde yükselecektir? Sorunun yanıtı, bu oyunun yazılışından yarım yüzyıl sonra tüm anlamını yitirmiş gibidir. Son otuz yılda dünyayı saran terör eylemlerini gerçekleştirenler için, böylesi etik sorunlar yoktur. Ama bir zamanlar sorulmuş, tartışılmış, bugün kör inançlara yenik düşmüş, yok sayılmış sorunlar bundan böyle tartışılmayacak demek değildir. Bunun aksine inanmak teröre boyun eğmek demektir. Camus' nün tüm yapıtları gibi, Doğrular da, insanoğlunun onurlu yaşamı için bir başkaldırı niteliğinde.Özellikle, terörün binbir yüzünü tanıyan günümüz insanları için.


Çeviri
: Ferit Edgü / Yaba Yayınları

Düşüş


Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca "Sisifos Söyleni" ve "Başkaldıran İnsan" la da alırdı belki. Ama Camus'yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. "Yabancı" (1942), "Veba" (1947) ve "Düşüş"se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazın severler bu üç başyapıt arasında daha çok "Düşüş"ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence' ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. "Düşüş"ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus' nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek…


Çeviri
: Hüseyin Demirhan / Can Yayınları


Ecinniler



Gerek Albert Camus' yü, gerekse Dostoyevski' yi en iyi belirleyen yapıt, kuşkusuz "Ecinniler"dir. Dostoyevski'nin 1870/71' de yazdığı bu ünlü romanını (Cinler adıyla Can Yayınları' nda bu roman yayınlanmıştır) Albert Camus 1959' da oyunlaştırmış ve ilk kendisi sahneye koymuştur. Albert Camus, "varoluşçuluk hümanizmi"nin ilginç bir örneği olan "Ecinniler"de, kendi varoluşçuluk anlayışının siyasal, felsefi ve etik sınırlarını zorlamakta; "Sisypho Söylencesi" ve "Başkaldıran İnsan" gibi en etkili ve önemli yapıtlarında ele aldığı varoluş sorunsalını Dostoyevski' nin yaşadığı olaylar dünyası içinde vermektedir.




Çeviri
: Aziz Çalışlar / Can Yayınları


İlk Adım


Albert Camus' nün 1960 Ocağında korkunç bir araba kazasında yaşamını yitirmesi tüm dünyayı derinden derine sarsmış, zamansız ölümünün yankıları aylarca, hatta yıllarca sürmüştü. Otuz dört yıl sonra, 15 Nisan 1994' te, tam da o korkunç kaza sonunda büyük yazarın çantasında bulunmuş bir bitmemiş romanın: "İlk Adam"ın en sonunda okura ulaştırılması, tüm dünyada 1994 yılının en büyük yazın olayı oldu; kitap benzerine az rastlanır bir ilgi gördü. Bunu anlamak hiç de zor değil: "İIk Adam" bitmemiş bir roman, yazarının tasarladığı son biçimden de oldukça uzak belki; ama ne olursa olsun, XX. yüzyıl yazınına damgasını vurmuş bir büyük yazarın elinden çıktığını her satırında belli ediyor; üstelik, bu büyük yazarın kimi yapıtlarında şöyle bir sezinlediğimiz çocukluk ve gençlik dönemini aile ve okul çevresini, kısacası yetişim sürecini benzersiz bir içtenlik, duyarlık ve dürüstlükle yansıtmakta Bu açıdan bakılınca, "İlk Adam"ın hem tamamlanmış hem de örnek bir yapıt olduğu söylenebilir. Büyük yapıtların oluşumu konusunda bulunmaz bir belge niteliği taşıması da cabası.


Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları

Mutlu Ölüm


"Mutlu Ölüm" 1930'ların sonuna doğru yazılan, ama ancak 1971 yılında yayımlanan bir roman. Albert Camus (1913-1960) için daha sevimli görünen "Yabancı" daha önce yazdığı "Mutlu Ölüm" ün yayımlanmasını erteletmiş olabilir. Çünkü roman sanatı, 40'lı, 50'li yıllarda daha çok romanın yapısal özelliklerine ağırlık veriyordu. Bir sanat yapıtının yaratıldığı dönemde kusur sayılabilecek kimi özellikleri, daha sonra erdeme dönüşebiliyor. Albert Camus' nün ölümünden on bir yıl sonra günışığına çıkan bu romanını günümüzde öne çıkaran en önemli özellik, onun "romansı" oluşudur. "Mutlu Ölüm" yaratıcısı Albert Camus'ye otuz yıl sonra başkaldırmış ve özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu roman, hem çağdaş bir yapıt, hem yazar-yapıt-okur ilişkisinin göz kamaştırıcı bir tanığıdır.


Çeviri
: Ramis Dara / Can Yayınları

Ruha Dokunan Düşünceler


Var oluşu sorgulayan, bireyi savunmak için çaba harcayan, çağdaş dünyaya önemli mesajlar veren bir edebiyatçı filozoftur, Camus. Felsefi düşüncelerini kolay anlaşılır bir dil kullanarak anlatabilen nadir düşünürlerden biridir. Bu kitap, Albert Camus'yü tek bir kitapta okumanız için hazırlandı. Bu kitap ruhunuza dokunsun diye yayınlandı...






Çeviri
: Ömer Sevinçgül / Carpe Diem Kitapları


Sisifos Söyleni


"Sisifos Söyleni", ünlü Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus' nün (1913-1960) savaş yıllarında yayımlanan (1942) bir deneme kitabıdır. Daha kitabın ilk satırında, bireyin bir yaşama nedeni bulunmadığını keşfedişiyle, her türlü günlük çalışma ve acının içinde kökleştirdiği uyumsuzluk duygusuyla, yaşamın gülünçlüğünün bilincine varmasıyla birlikte, gerçekten ciddi tek felsefi sorunun intihar olduğu vurgulanır. Ancak sorulacak en önemli soru, bu duyguların bireyi zorunlu olarak intihara götürüp götürmeyeceğidir. Yazar uyumsuzluk kavramını açık seçik bir biçimde inceler. Sonunda da gerçek bir çözüm önerir. İnsan aklını sürekli olarak uyumsuzluğun insanlık dışı yanıyla savaşmaya iten başkaldırıdır bu. Ancak başkaldırı insanlığa gerçek boyutlarını kazandırır, çünkü insanın durumunu durmaksızın yenilenen bir savaşıma bağlar...


Çeviri : Tahsin Yücel / Can Yayınları

Sürgün Ve Krallık

Jean-Paul Sartre, Albert Camus'nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: "Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı... Camus'nün insancılığında, ansızın bastıran ölüme karşı insanca bir davranış varsa; mutluluk yolunda giriştiği o gururlu, katıksız araştırma, insana bu denli aykırı gelen ölüme dayanıyor, ölümle besleniyorsa; Camus'nün yapıtını da, bu yapıttan ayrı düşünülemeyecek yaşamını da, varlığın her anını ölümün elinden kapan bir insanın katıksız, başarılı denemesi olarak görebiliriz. Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) "Sürgün ve Krallık"ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren "kurban" ve "cellat" ikilemini ele alıyor.


Çeviri
: Tahsin Yücel / Can Yayınları

Tersi ve Yüzü


"Brice Parain, sık sık, yazdıklarımın en iyisini bu küçük kitabın içerdiğini ileri sürer... Hayır, aldanıyor, çünkü deha bir yana bırakılırsa, insan yirmi iki yaşında yazı yazmasını pek bilemez. Ama Parain'in söylemek istediğini anlıyorum.Bu acemice sayfalarda, sonradan yazdıklarımdakilerden daha çok gerçek aşk bulunduğunu söylemek istiyor, haksız da değil. Bu sayfaların yazıldığı zamandan beri, yaşlandım, çok şeyler görüp geçirdim. Sınırlarımı, sonra hemen hemen bütün zayıflıklarımı tanıyarak kendi hakkımda bilgi edindim... Herkes gibi ben de düşlerim bazı bazı. Ama iki sakin melek onun eşiğinden hiçbir zaman geçirmediler beni; biri dostum yüzünü gösterir, öbürü düşmanın suratını. Evet, bütün bunları biliyorum, aşkın neye patladığını da öğrendim ya da aşağı yukarı. Ama yaşamın kendisi hakkında, "Tersi ve Yüzü"nde acemice söylenenden daha fazlasını bilmiyorum."


-Albert Camus-


Çeviri
: Tahsin Yücel / Can Yayınları


Veba



Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında "Veba"dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus' nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır. "Veba", insanın ve ışığın şiiridir. Bu şiirde renkler alabildiğine koyu, ancak yazarın sesi o denli umut doludur. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını tüm Oranlıları ilkin umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand'ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese bir güç ve umut kaynağı olur...



Çeviri
: Nedret Tanyolaç / Can Yayınları

Yabancı


Albert Camus' nün en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan "Yabancı", aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir "varlık"ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi "Meursault", bir simge kahraman değildir, "adı" olmayan bir "Yabancı"dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma. Camus'yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir," der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.


Çeviri: Vedat Günyol / Can Yayınları

Yaz


"Yaz", yapıtları arasında organik bağlantı ve bütünsellik ilkesine büyük önem veren Albert Camus'nün "Tersi ve Yüzü", "Sürgün ve Krallık" ve "Düğün" adlı kitaplarıyla birlikte birbiriyle ilişkili ya da bağımsız bir metinler çevrimi oluşturur. Doğaya, dağa, denize ve güneşe derinlemesine bir sevgi duymuş, kendisine bir sığınak, düşüncelerine bir yanıt aramış ve Akdeniz ışığında bütün yaşam felsefesinin imgesini bulmuş olan Albert Camus, "Yaz"da Cezayir'in sıcak ve aydınlık doğasından Antik Yunan'ın ölçülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa'nın kapıldığı yıkıcı tutkuyu yalın olduğu kadar hayranlık uyandıran bir mantıkla yargılar ve ortaya çıkan Akdeniz bilinci "Albert Camus"nün mutluluk etikasını yaratır...


Çeviri
: Tahsin Yücel / Can Yayınları

Yolculuk Günlükleri


Yolculuk Günlükleri, Albert Camus' nün İkinci Dünya Savaşından hemen sonra, 1946 yılı mayıs ayında Amerika Birleşik Devletlerine, 1949 yılı Haziran - Ağustos ayları arasında Güney Amerika ülkelerine yaptığı gezilerde tuttuğu notları kapsıyor. Birincisinde otuz üç yaşında henüz yeterince tanınmamış; ikincisinde ise otuz altı yaşında ve ünlenmeye başlamış bir yazar. Öznel ve nesnel koşullar nedeniyle, iki günlüğün havası birbirine benzemiyor....




Çeviri: Ramis Dara / Can Yayınları

20 Temmuz 2008 Pazar

Yağmur İle Gelen

Yağmur yağıyor dışarıda,
üzerini giymeden çık.

Tomurcuklanmış toprak kokusunu,
ayakların ile savur etrafına.

Tenini, bedenini yağmura teslim et.
Bırak da damlalar süzülsün üzerinde.

Ölüyor bir deli sensiz farkında mısın?
Başka coğrafyadan ve bu dünyadan olmadığı halde,
burada hayatını idame ettiriyor
sen bilmeden.

Aç bırakıyor bu özlem onu.
Yağmurla gelen sensizliğin
kemirgenliği,onun bedenini
silikleştiriyor.
Ve yağmur
Özletiyor Seni.

Yağmur ile
g
e
l
e
n
.
.
.
Hava/da

Burada
duvar ile direk
arasında asılı
sallanıyorum.

Kenarlarım yırtık
parçalarım sarkık
içim patlak.

Burada
geçmiş ile gelecek
arasında gerili
sallanıyorum.

Saatlerim çarpık
günlerim çatlak
yılım yitik.

Sözcükler gelip geçiyor içimden
anlamsızlığa doğru
eylemler geçip gidiyor elimden
çaresizliğe doğru.

Boşalıyorum
burada
hiçlik ile yokluk
arasında.

Oruç Aruoba

İÇ/Ruh Sökümleri -1-

Uzun zamandır içime bişeyler koymuyordum. Düzensiz raflarım ile, içleri iyice karışmış halde hep kafamı ellerimin arasında hapsetmiştim. Uyurken korkularımı ve yalnızlıklarımı doluyordum bedenime. Kalbim ile beynimin arasına sıkıştırdığım ölümü düşününce hep sen geliyordun beni hayata bağlayan.

Ürperiyordum ışıklı yollarda yürürken, birden karanlık yollara sapan kaderimin farkına varınca. Biraz içime çekilmiştim sanırım. Yalnızlığımla suskunluğumun yitikleştirilmesi nasıl makul bir hal alabilirdi.

Uzunca düşündüm durdum ve en uygun yol, kelimeler ile dans etmekti. Tıpkı Emma Goldman' ın "Danssız bir devrim olmaz" dediği gibi. İşte bu anda yüreğimin düştüğü yol olan yalnızlık dağlarında gezdiridiğim fikirlerimin çobanıydım ben.

Yönetimsel olarak onları sanatta, edebiyatta salamuraya yatırsamda, geçmişte düşündüklerimi gözardı edip onları kirlettiğim için vicdanım yanıyordu. Bedenimi kaplayan bu ateş sürekli beni sayıklamalara itiyordu. Ve oltamın yalnızlıklara saplanmasını fısıldıyordu. Yollarını kaybetmiş gökte asılı duramayan yıldızlar-Ben nerede hata yapıyorum- diye konuşurken, zaman hızla gidiyordu ellerimin arasından usulca süzülerek.

İç/sel oluyordu göz yaşlarım hatırladıkça. Her bir imgem parçalana parçalana dolanıyordu ve anlamını bilmeyen kaynak eminliğinde değil bunun. En acısı bu.

"Ezgi'ye Çağrı"

LiberterKedi

19 Temmuz 2008 Cumartesi

"Kendi dilini kullanamadığında, evrensel düzeyde bir hiçsindir"

Not Alışımı
: Kelimelerinizi seçtiğiniz zaman iç/kapanıklık ile sanrılarımıza gömülme. Ürkek bir kızın bakireliğini kaybetmesi sonrası, vücuduna düşen titreme gibi çekiniyorum kitaplardan alıntı yaparken. Üzüntülerimi, sevinçlerimi, coşkunluklarımı anlatmaya çalışırken seçtiğim imgelerimin sığlaşması için uğraşsamda hep dilimin süzgecine takılıyor. Ki onlar zaten beynin sansürüne maruz kalırken, bu kadar Anti-Liberter' lik ile -özgürlük düşmanlığının-düşüncede yer etmesinin kime ne faydası var çözemiyorum.

Anlat-ama-ma: Herşeyi dilediği konuma getirerek ifade edemediğinde bir hırsa bürünür insan. Affedilme duygusuyla tanrısına sığınır söylemlemek istediğinin doğurduğu yanlışları gidermesi için. Dogmalara düşen birey, her zaman bir noktada tıkanacaktır bilimin kapısında durduğunda. Açıklayamadıklarının kölesi olacaktır, tıpkı dilinde ki imgelerin yetersizliğinde olduğu gibi.

Gelen İfadesizlik: Özgürleşme süreci, hep anlamayla ilintili bir durum olsa da ikisi çoğu zaman ayrı ayrı düşünülmüştür. Bilgi tasarımlarındaki bu açık sırandanlaşmanın sebebi bu. Bilginizi sokakfahişeleri gibi oradan oraya aktarırken, kirlenmesine göz yummanız ile kaybedersiniz. Böyle bir olguya karşılık üç maymunu oynadığınız içindir aslında.

-Tamam bunun uygun ifadesi budur hocam.

-Eminmisin hocam

-Evet. Hep konuşmalıyız kendimizden emin olarak. Ancak böyle ifade edebiliriz kendimizi.

Üzüntü ile hafif bir ton ile:

-Dünya'da en iyi ifade anlatımlarında özgür kalabilmektir. Karşındakini dinlemeden emin olma. Sürekli dinle ve düşün süzgecinden geçir.

[Devam Edecek]

18 Temmuz 2008 Cuma

Perde

Nesimiden açarım perdemi bugün:

Dostluklar kurulsun
İnsanlar gülsün
Barış güvercini uçsun dünyada
Yok olsun kötülük
Düşmanlık ölsün
Barış güvercini uçsun dünyada.

Ne güzel söylemlemiş Nesimi. Yoksa barış dünya da, olsun çocukların boya kalemleri, olsun onların hayalleri, umutları, sevinçleri, neşeleri. Bu neden anlaşılmaz olmuş acaba sorgulandıkça sığlaşır. Hakk-ı nazarım... ızdırabından eridiğim hasret ile üzüntülerime bağlı bir acıdır bu.

Barış ölmüş kabullenemiyorum. Umut ölmüş ağlamaklı yüreğim. Sevgiler sığlaşmış kendimden şüpheleniyorum. Zaman donuklaşmış gelişimim durgunlaşıyor mu bilemiyorum. Gördüğüm birşey var ki nekrofililer dolmuş topluma, ego bağımlıları, yönetme düşkünleri ve diğerleri duyun -Barış Ölmüş-

Sizin yüzünüzden, kibirlerinizin tohumları ile kirlettiğin beyinler yüzünden, karaladığınız onca bakir defter sayfası hayatın yolunda kenarında konsomatris olarak çalışır olmuş. Pisliklerinizi, egonuzu, kelimelerinizin cıvıklığını giderebilmek adına. Ama neye yarar. Homeros' un kahramanları, İskandinav Vikingleri sizin barbarlığınız devam etsin zamanda, zaptedin heryeri. Gitti barış neye yarar ele geçirdikleriniz, yarınlarınız olmayacaksa...

Değişim/Devinim yoksa, barış ölmüşse günde. Gündüze düşer gece, geceden kalmaz karanlık perde.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Yalan Bir İronidir

İnsanın kişilik sorunsalına bağlı olarak beğenilme güdüsü.

Sayfalarca yazılacak bir olgu aslında. Beğenilme güdüsü ile hareket etmenin psikolojisi ne acaba.

Süslü, yaldızlı, etkileyici olmayı isteme arzusu. Övünme, kendin ile yetinme yalanı insanın kendisine bile itiraf etmekten korktuğu en büyük paranoyadır dünden kalan. Bu klasik söylemler , bu davranışın temellendiği olgulardır. Genel bir çerçeve içerisinde toplarsak, bu davranışa yakın olan insanların tabirini şöyle yapabiliriz:

Bu yolda adım atan insanlar; acıktığında avına diş bileyen çakal sürüsünün yaptığı gibi, bu adımları gerçekler olarak kabul görselerde, argo bir tabir ile bunun eşanlamlısı mezarcılıktır.

Yüzyıllardır insan dünya üzerinde hayatını idame ettirirken, koşullar gereği farklı alanlarda da boy göstermiştir. Bu tıpkı Kültür & Sanat alanında da olduğu gibi. Yaşamı içerisinde kimi zaman politik gerçekler ile kimi zaman sanatsal gerçekler ile hareket etmiştir kişi. İnsanın boy gösterdiği ve aslında tek hak götürmeyen alan ise Kültür & Sanat alanıydı bugüne kadar.

Zaman ilerledikçe üretimin yavaşlaması, statikocu yapıların dinamik görünmesi, alışıla gelmiş beşeri davranışları çürüten imgeler ile yazılan yazıların, toplumun gelişimine yönvermeye başlamasıyla, toplumun geleceğine tecavüz edilmiştir. Buna bağlı olarak yola çıktığımızda, böyle Kültür & Sanat çakalları tarafından sistematik olarak yürütülen çalışmalar ile gerçeklerin yerini politik yalanlar yer almıştır. Toplumu oluşturan halk git gide birbirine güvenemez olmuş. İnsanlar ise yalanlar ile gözlerini boyayanların davranışlarını normal bir hareket olarak kabul etmişlerdir. Tarih sayfalarında yer alan buna benzer bir çok olayın ardından gelen tek gerçek ise sistemin "yıkım" ıdır.


...


Evet dejenere olmuş insanın anlayışı, yalanı kabullenip, gerçekleri gözardı etmesi ile gelen tek kazanım sistemin yıkımıdır. Yönetim değişiklikleri işte bugün bu şekilde oluyor. Günümüz toplumunda insan davranışları sanat açısından asimile edilmiş gerçekler ve bireye empoze edilmiş yalanlar ile hızla ilerlemektedir.

Sosyoloji, psikoloji, felsefi ve diğer tüm bilim alanlarında yıkım süregeliyor uzun zamandır.

Yer yer sistemin kötü gidişini daha da kötüye götürmek isteyenlere karşı ayak direyenler olsa da. Ayak direyenlerin gerçekleri yaşatma ve gelecek kuşaklara aktarma inatları, yine bu yalanları kabullenen toplum tarafından yıkılıyor.

Yarınları ellerinden alınan çocuklar ise daha tohumdan gerçek olmayan olgular tarafından yönlendiriliyor güç odakları tarafından. Görüntüde. Aslında toplum yıkmamış oluyor onları, anlattıklarımıza bağlı olarak.

Yıkan ise temelde onlara yüklenen yalanlardır. Bugün bu inatçıların yok oluşu ile hayat idamesi sırasında trajedik olayların yaşanması ardından ve sonrasında kendi kendine ortaya çıkan gerçeklerin hiçbir zaman yıkılmaması da, kendi içerisinde durumun bir ironi barındırdığını gösteriyor. Yani yalan bir ironidir aslında.

Bunun deneysel çıkarımları ise traji komik bir şekilde hep yaşanıyor.

Nasıl mı?

Şöyle: Bugün inatçıların fikirleri şarkılarda, türkülerde, şiirlerde, hikayelerde vb. bir çok Kültür & Sanat dalının altında hep üretilerek yaşatılıyor, gerçek sanatçılar tarafından. Nesillerdir yıkılmayan bu gerçeğin tek sebebi ise; onların "Beğeni gütmeyen, gerçeklerin farkında olan realist insanlar" olmalarından kaynaklanıyor.

Sonuç olarak, her ne kadar bu düşün çoğu kimse tarafından kabul görmesede. Yalanla başlayan bir iş, beğeni kazansada ilk başlarda, kendini tüketerek zamana yenik düşecektir.

Ve gereçeğin yüzüstüne çıkması -sanatçı- tarafından olacaktır. Kendini sanatçı zanneden yalancılar ise ancak süreç içerisinde kendini yitiren politik bir kir olacaktır tarih sayfalarında.

Gölge

Gölge

Yoktun köşe başından
başlayarak esen rüzgarın,
bedenimde seslendirdiği ezgide.
Kim diye merak ettiğimde,
acaba aklına gelen kimdi
düşüncelerinde?

Kendi kendime mırıldanıp,
yükünü zorlanarak sırtlanmış
bir hamal gibi, dinlenmesi için
tenhalara seriyorum ardımdan
beni takip eden gölgemi...

Ve senin olmadığın diyarlara
kanatlandırıyorum yüreğimi!
En keskin bıçaklar ile
hatıralarımı parçalıyor
ve ardıma seriyorum.
Bensiz kaybolduğun da
bilmediğin diyarlarda,
beni bulabilmen için..

Gölgemi bırakıyorum teninde.
Nefesimi sıkıştırıyorum dudaklarının
arasına nefes alamadığında,
yanında olduğumu bilmen için..
İçimdeki içsizlikle ben
senden ayrılıyorum, bedensel olarak.

Ama gölgemi doluyorum gölgene,
soluğumu veriyorum dudaklarının
en derin köşelerine...
Ruh sökümü bir ayrılıkta daima
ayaklarından başlıyorum gölgemi
güneşin geldiği yöne sererek,
Ben sana kelimelerde çığırıyorum
SENİ SEVDİĞİMİ.
Sana gölgemi de emanet ederek,
gidiyorum bugün sensizce,
gölgesizce...

LiberterKedi

10 Temmuz 2008 Perşembe

Buğudaki iz, izdeki sis perdesi

Karadenizin mavi akşamlarının
gökyüzünde çöreklediği anlarda.
Odamın camı üzerine nefesimle
buğu yaparım sevgilim...

Buğuların üzerine dayadığım
yanaklarım ile, senin ve benim
hayallerimizi çizerim gözyaşlarım ile
camın buğusu üzerine...
Ellerimi açıp dalgalara sürtüne sürtüne,
Sana akarım coşkun karadenizin
o hiddetli suları ile birlikte.

Ayaklarımın ıslaklığı ile hayallerine
adım atarım senin rüyalarında.
Geceleri gözlerinin kenarında
oluşan nem ise, hayallerine gizlice
attığım, sana kavuşma adımlarıdır
korkma.Karadenizden kalma
hayallerine taşıdığım,özlemlerimin
ıslaklığındandır gözlerinin etrafındaki nem.

Ne kötü birşey düşün,ne tek bir laf et ;
Ama ebediyet içinde sana karşı olan,
bu sonsuz sevgim ile ısıt kendini...
benim ve senin, bize dair olan
hayallerimizi yakarak yap bunu.

Ve göçebe kuşların daimi göçleri gibi
gitsemde birgün, içinde en masum
ve sana özel olan öpücüklerimin
teninde uyandırdığı o ürkek utangançlığı
hisset ben olmadığım zamanlarda,
bedeninde ve hayallerinde.

Hayalet beni ve hayalet sevgimin sıcaklığını,
üşündüğün anlarda bensizce kaldığın zamanlarda
bizi düşleyerk uyu.
Yağmurun camında oluşturduğu buğuya
dudaklarını dayarak uyu.

Rüyalarında kaybol ve sana yağmur damlalarıyla,
yolladığım en bakir öpücükleri, gözyaşlarının dudaklarında
bıraktığı esinti ile hisset bedeninde her daim...

LiberterKedi

Asimile Edilmiş Suskun Çığlıklar

Bağırma!

Anırma!

Bağımsızlığını savunma!

Artık yok bağımsızlık!

Savaşların bu kadar hat safhada, soğukça yapıldığı dönemler olan günümüzde insanlar arasındaki düşmanlıklarda sinsice oluyor. Tarihin parşömenlerinde yazılanlara binayen, eski düşmanlar bile daha mertmiş, şimdi ki dost görünümündeki hainlerden.

Cesaret ve mücadelenin tek başına yeteceği anların artık kaybolup, hainliğin, dedikodunun, yalanların ve gerçekten uzak olanın kazandığını görüyorsun çevrene baktığında bugün. Artık çocukların elinde tabanca var Afrika' da, Avrupa' da, Asya' da ve Amerika' nın arka bahçelerinde, daha nicesinde... Bunun menşei ne diye soranların ya da soramayanların gördüğü veya göremediği, artık onlar ya kendi özgürlüklerini sahip oldukları yarınlarda daimi kılmak için minik elleri ile mücadele ediyor. Veya onlara verilen sentetikler ile uyuşan beyinleri ile onların yarınlarını çalan bok kafalı, şişman ve koca kaseli patronlara hizmet ediyorlar, onların maşaları aracılığı ile...

Utanma!

Tartışma!

Atışma!

Nasıl deme!

Mahçup bir şekilde durma!

Asıl suçlu sen değilsin!

Bizleriz asıl suçlu, düşünemeyen, üretmeyen, çıkarımlar yapamayan, özeleştiri yapamayan, bilgisi ile şişinip duran, genellemelerden kaçınmayan, insanların güvenlerini çalan ama onları yüzüsütü bırakmayı çok iyi başaran bizleriz. Hainiz ki sizden aldığımız dünümüzü, bizlerin olan yarınlarımıza taşırken düşünemediğinizi, korkularınızı ve cezalarınızı da itiraz etmeden kabullendik. Sizleri uyarmadık dünümüzde gözünüzden kaçanları gösteremeyerek, özgürleşmeyi sürekli toplumun dinamiği içerisinde gerçekleşmesi ile mümkün kılınabileceğine inandık. İnandık ve inandırıldık, kandırıldık ve sorgulamadık yaşamı, sesiz bir fırtına yaklaşırken, bugünde götürceklerine göz yumduk ve yitirmek için bugün bizler, sizlerin eksikliklerini tamamlayamadığınız puzzle parçalarını yerlerine iyice oturtamadığımız ve yanlış yerleştirilmiş parçaların oluşturduğu o düzgünsüzlük dalgasını kendimize, kendimiz empoze ettik.

Ve günümüze düşen, dünün dalgalanmalarının bu kadar şiddetli hissedilmesine kendimiz sebebiyet verdik baba.

Baba bugün çocukların ellerinde silahlar var, Sentetikler ile uyuşturulmuş çocuklar, yarınları çalınmış, özgürlükleri onlar için bir ütopya haline dönüşmüş çocuklar onlar baba. Utanma utanacak bizleriz, düşünemedik sizlerin eksiklikleriniz nedir diye, babadan olanın oğlunda çıkacağını çözemedik, görmezden geldik ve bugün kaybettik. Kendi kendimize empoze ettiğimiz yanlışlar ile gerçekleri asimile ettik ellerimizle.

Asimile edilmiş yaşamaların suskunluğudur umut etmemek, yıkılmış yarınların tek inancıdır mücadele utanma!

LiberterKedi

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Geleceği İfşa Edilmiş Çocuk

Çocukların geleceklerine tecavüz etmemi isteyerek benden sabahları kısaltmamı, güneşin doğmasını engellememi istiyorsun. Arıların polenleri dört bir yana dağıtmasını önlemem için birşeyler yapmamı istiyorsun. Neden?

İşte buna bağlı olarak tek yapacağımdır ki "hayallerini yak,hayatı yaşanamaz bir hale getirebilmek adına, yaptıkların için bu iğrenç güdülerini bir kenara bırak" yaşamdan uzak, yaşamına dair olan bu güdüleri...

Güç aşıklarının kasıkları arasında sıkıştırdığı meni, toprağa verilmiş, tohumları yeşermiş ve dünyanın dört bir yanında hakim olan bu yönetim çılgınlığını kabul etme yarasalığı ile. Herkes kendi esinti sesisini duyurmaya çalışıyor. Kölelik içerisinde, bir yarasa gibi.

En edebi küfürlerden yoksun artık yazılar, sıradan ve dingin olan aşklar, tecavüzlerin tohumlandırdığı bu sapkın latent kişilikler nasıl da boşluklarda çığırtkanlık yapıyor umarsızca.

Düşünme, düşünebilme yetisi elinden alınmış toplumların düştüğü bu sanrı ile gelecek endişesi taşıyanlar, herşeyi bir kenara bırakmış, içinde bulundukları bu kaotik durumu düzeltebilmek adına sürekli hayalleri ile bugünlerini ısıtıyorlar.

Yuvasından fırlatılmış, uçmayı yeni öğrenen serçe bile yere yaklaştıkça gördüklerine bağlı olarak özgürlüğüne kanat çırpıyor. O ince, narin, adeta bir şaheser gibi olan kanatları ile semaya doğru. Bu kadar -bilmişin arasında, bu kadar duyarsızın arasında, böyle beterin beteri var - diyen sorumsuzun arasından sıyrılmak için hayallerini yüklenerek absürdü yenmeye doğru yol alıyor hayalleri ile. Tıpkı geleceğine tecavüz edilmiş bir çocuk gibi...

27 Haziran 2008 Cuma

Huzun ve Mutluluk Iliskisi

Huzun iki bahce arasinda, yer alan bir nehirin ortasinda mevcut.

Ayak diremeye kimsenin cesaret edemedigi o nehirin icerisinde ki akintinin goturdukleri, getirdikleri ve muhafaza ettiklerinin olcusuzlugu ile urkekligim sende ey sevgili dunya.

Korkularinin bictigi cezalarinin mahkumiyeti ile, korkakca etrafina dil suren kene gibi insanlar. Nasilda etrafi dilleri ile bulandiriyorlar? Sikismis kumlarin burundukleri form olan, cam gibi kisiliklerin sonu, nasil oluyor da bu kadar populerlesmeye uygun bir hale erisebiliyor saskinlik verici.

Ay-lak-aklanmalarinizin gerceklestigi, gokkusagimin altindan size her yagmur damlalarinin intihari sonrasinda aci bir tebessum ile bakiyorum. Cikar duskunlugunu savunan sancili beyinleriniz ile tutkunu oldugunuz bu garip yapaylik ile daha ne kadar ilerleyebileceksiniz demiyecegim. Cunku bir guruhun temsilcilerisiniz siz. Cekirdek bir yapinin meyveleri, ilk olgunlasmis urunlersiniz yaptiklariniz ve yapacaklariniz ile.

Olumun bictigi en guzel gercek bir daha sizin icin tekrarlanmayacak olusudur. Bilginizin yitikligini savunacaginiza biraz savasinda kendiniz ile sisinmeyerek, bildikleriniz ile yetinmemeyi ogrenin. Ve savasin bilginin elcileri olabilmek icin. Eger bunu gerceklestirebilirseniz. Iste o zaman huzunun bahcelerini senlendirip, nehrin goturduklerini mutlulugun tohumlari haline getirebilir, ve dunyanin en derin denizlerine, en heybetli daglarinin yamaclarina tasiyabileceksinizdir mutluluklarinizi. Ve bu ancak cikarlarinizdan siyrildiginizda fikirlerinizi olanakli hale gelecektir.

Mutluluk paylasildikca guzeldir.

LiberterKedi

19 Haziran 2008 Perşembe

bitmemis safsatalar

Zamansiz cekismeler ile ruhumdaki irkilmeler. Acinin, huznun, ofkenin ve duygusal bir kaos firtanasinin ruhumu gidiklamasi ile uyandigim bu sanri, ne kadar aci bilemezsin benim icin. Dipsiz bir kuyu icerisinde bulundugum gun, bugun. Kuf tutmus acilarimin, karnima sapladigi hancer ile beni korelttigi dunya, neden ben sana acilmak istedikce sen beni kovugunun icerisinde muhafaza ediyorsun...Neden gozyaslarim ile ruhumu yakiyorsun. Neden!

Pandora

Pandora Yunan mitolojisinde, tanrılar tarafından kendisine emanet edilmiş, içi yeryüzünde bulunabilecek bütün kötülüklerin doldurulduğu ve bunun yanına bir de dünyanın kötülüklerine direnme gücü sağlayan umudun kapatıldığı bir kutunun emanet edildiği meraklı, tedbirsiz bir kadını simgelemektedir. Pandora meraklı ve tedbirsizdir. Biraz da düşüncesiz. Çünkü kendisine söylenmesine karşın merakını yenemez ve bu tehlikeli kutunun kapağını aralar ve tabii bu aralıktan bütün kötülükler dünyaya yayılır. Zavallı Pandora'nın aklı başına gelir ama olan olmuştur. Kutunun kapağını kapatır, içeride yalnız umut kalmıştır. Mitolojik motiflerin hemen hepsinde olduğu gibi, Pandora mitinde çok eski, ilkel inanışların altında yatan etkilerin izlerini çok silik de olsa fark edebileceğimiz ip uçları bulabiliyoruz. İlkel kabile yaşamında doğal işbölümü, erkeklerin daha fazla güç ve organizasyon yeteneği gerektiren avcılık faaliyetiyle uğraşmalarına, kadınların ise toplayıcılık ve klanın çocuklarını yetiştirme işleriyle meşgul olmaları sonucunu doğurmuştu. Toplayıcılık, vahşi hayvanların avlanması ile kısmen karşılanan yaşamak için gerekli ihtiyaçları tamamlamaktaydı ve bu iş klanın kadınlarına ait bir faaliyet alanıydı. Kamp alanının uzaklarında bulunan ve yararlı maddelerin taşınması sorununun çözümü ise bir dizi teknolojik çözümü gerektiriyordu.. Sonuçta bir insanın topladığı meyva, yenilebilir kökler vb. şeyler ellerde ancak sınırlı miktarda taşınabiliyor bu da hem uzaklara gitmeyi engelliyor, hem de daha fazla sayıda sefer gerektirdiği için enerji kaybına neden oluyordu. Herhalde kadınların yanlarında taşımak zorunda oldukları çocuklar da bu faaliyeti sınırlayan önemli bir etkendi.

Sorun bir ölçüde ağaç dallarından sepet örülmesi tekniğinin bulunmasıyla aşıldı ama bu alet fazla dayanıklı değildi ve sıvıların taşınmasında yararlı olmuyordu. Bundan sonraki en önemli aşama, ağaç dallarından örülen sepetin killi çamurla sıvanması ve önce güneşte kurutulması, dayanıksız olduğu görülünce bir şekilde ateşte pişirilmesiyle çömlekçiliğin keşfedilmesi oldu. Bu önemli teknolojik üretim de kadınların işiydi. Çünkü kendilerine biçtikleri -veya dayatılan. Bilmiyoruz.- işin uzantısıydı.

Aslında çömlekçilik gizemli bir işti. Bir yaratma faaliyetiydi. Malzemeler bir dizi değişikliğe uğruyor ve sonunda ilk halinden çok farklı bir nesne meydana getiriliyordu. İyice pişen çömleğin çın çın ötmesi, her cismin içinde bir canlı olduğu şeklindeki ilkel bir inanışın göstergesi olarak algılanıyordu. Pişme işlemi sırasında kötü malzeme kullanımından veya pişme ısısının iyi ayarlanamayışından dolayı çatlayan çömleklerin çıkardıkları sesler de çömleğini terk eden cinler olabilirdi. Klan kadınları ise bu cinlere hükmettiklerine göre, kutsal varlıklardı, yaratma eyleminin yaratıcılarıydılar.

Ve teknoloji gelişiyor, çömlekçi çarkı bulunuyor. Bu teknolojik gelişme, eskinin elle şekillendirme veya bir kalıba bastırılarak şekillendirme yöntemlerini ortadan kaldırıyor ve en önemlisi kitle halinde çok miktarda ve hızlı üretimi olanaklı kılıyordu. Artık çömlek ruhuna hükmetme yetisi kadınların elinden uçup gitmişti dolayısı ile artık kutsal da değildiler. İktidarı kaybeden kadınların yeni bir mücadeleye kalkışmamaları için iyice ezilip aşağılanmaları gerekiyordu.

Aşağılandılar çünkü artık yavaş yavaş ortaya çıkan mülkiyet kavramı ile başka klanların sahip oldukları metaları elde edebilmek için yapılan örgütlenmelerde yer de almıyorlardı. Artık onların kendileri bir meta idi, varlıkları sahip olan erkeğe zenginlik sağlıyordu. Aşağılanma, eski ilkel inanışlardaki kutsal kadınları aslında kötülüklerin kaynağı olarak algılanmasına kadar vardı.

Aşağılanmanın mitoloji dünyasındaki izlerini taşıyan baştaki hikayeye dönersek, Pandora'nın aslında baba tanrı Zeus tarafından insanların başına bela olsun diye yaratıldığını görüyoruz. İnsanlardan kasıt yalnızca erkekler olmalı çünkü bela kadın görünümünde ve çok çekici. Tanrılar Tanrısı baba Zeus insanları (yani erkek cinsinden insanları) neden böyle bir bela ile karşılaştırmayı istiyor?

Tanrılarla insanların beraber katıldıkları bir ziyafette Titan soylu Promethus, Baba tanrı Zeus'a u aldatmış, kurban etinin en güzel kısımlarını işkembe ve deri parçaları ile örtmüş, kemikli kısımları ise yağ parçaları ile kaplayarak Zeus'un seçimine sunmuş. Obur ve aç gözlü baba tanrı Zeus doğal olarak iyi görünümlü yağlarla kaplı parçayı seçmiş.(Acaba bu seçim erkeklerin derinlikten yoksun görünüşe aldanan öngörüsüz taraflarını mı simgeliyor?) Aldatıldığının farkına varınca da çok kızmış baba Tanrı. İnsanları cezalandırmaya karar vermiş ve onlardan ateşi geri almış. Böylece insanlar ışıktan ve sıcaktan yoksun kalmışlar. Ama kurnaz ve ölümlü insanları destekleyen Promethus, tanrılar katından bir *** içine sakladığı ateşi insanlara geri vermiş. Eh artık bu affedilir bir davranışmıydı koca Tanrı için? O da Önce Promethus'u zincirlerle bir kayaya bağlamış ve dev bir kartal Promethus'un ciğerini yemeğe başlamış ama kartal yedikçe ciğer büyüyormuş. Bu Promethus'a verilen ceza.

İnsanlar için (Yine erkek cinsinden insanlardan söz ediyoruz.) daha büyük bir ceza düşünmüş baba tanrı Zeus. Sanatkar Tanrı Hephaistos Zeus'un buyruğu üzerine bir parça toprakla suyu karıştırmış, yüzü ölümsüz tanrılara, vücudu güzel ve alımlı genç kızlara benzeyen bir kadın yapmış. Tanrıça Athena da kadınsı marifetler bağışlamış. Kharitler boynunu altın gerdanlıklarla süsler, Hermaias ise bir köpek yüreği, tilki huyu koyar içine. Belalı bir yaratıktır ama bir o kadar da güzel. İsmi "tanrılar armağanı" anlamına gelen PANDORA olur. Pandora Promethus'un düşüncesiz ve aptal kardeşi Ephimethus'a verilmiş. Böylesine alımlı bir kadını gören Ephimethus, ağabeysinin"Zeus'tan sakın bir armağan alma, alırsan ölümlülerin başını derde sokarsın" diye tembihlemesini hiç hatırlamayarak Pandora ile evlenir ve kendisine emanet edilen sandığı açarlar ve tüm dertlerin yeryüzüne saçılarak insanların başına bela olmasına yol açarlar.

Bu hikayede önce Tanrıların insanlara sudan sebeplerle öfkelenmesini buluyoruz. Çağdaş kutsal kitaplarda da Tanrının insanlara karşı hemen hemen böylesine nedensiz bir kini ve öfkesi ile karşılaşıyoruz. Sonra da insan soyunu cezalandırmak için kadın kılığında bir bela musallat ediyor. Çağdaş inanışlarda Havva'nın yasak meyvayı şeytanın elinden alarak insan soyunun (erkeklerin) cennetten kovulmasına yol açmaları da aynı hikayenin başka bir çeşitlemesi değil midir?

Tevrat metninde (Tekvin 2-3), Adem'in Cennetten nasıl kovulduğunu ve bunda kadına biçilen rolü ve Hıristiyan inanışındaki kadın kavramını anlatıyor. "..Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi, ve gözlere hoş, ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvasından aldı, ve yedi; ve kendisiyle beraber kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve kendilerinin çıplak olduğunu bildiler; ve incir yaprakları dikip kendilerine önlükler yaptılar. Ve günün serinliğinde bahçede gezinmekte olan Rab Allahın sesini işittiler; ve adamla karısı Rab Allahın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler.

Ve Rab Allah adama seslenip ona dedi; Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim, ve korktum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Onda yeme diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi? Ve adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi:Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan, ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin; karnının üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın Ve arzun kocana olacak O da sana hakim olacaktır. Ve ademe dedi: Karının sözünü dinlediğin, ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın; çünkü topraksın ve toprağa döneceksin. Ve adam karısının adını Havva (= hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu."

Adem, yani erkek, dünyadan bihaber gezinirken Havva, yani kadın Tanrının yasakladığı bir şeyi sorguluyor. Meraklı ama öngörüsüz. Hilekar yılanla işbirliği yapıyor. Yılan kılık değiştirmiş şeytandır yahut şeytanın yönlendirdiği bir kışkırtıcıdır. Kadın yılanın da etkisiyle Tanrının emrine karşı geliyor ve yasağı deliyor, Adem'i de suçuna ortak ediyor. Adem sanki büyülenmiş gibi hiçbir şey demeden kadının teklifini kabul ediyor, sonra da Tanrı tarafından azarlanınca suçu kadının üstüne atıyor. Tabii cezalandırılmaktan kurtulamıyor. Bizde kalan izlenim de Adem'in saf ve temiz olduğu, Havva'nın yüzünden cezalandırıldığı oluyor. Bu arada kadının erkeğin hakimiyeti altına girmesi de sağlanmış oluyor.

İslam'da da aynı anlayışı buluyoruz. "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler." (En-Nisa suresi 34. Ayet.)

Neolitik devrimden bu yana aşama aşama kadınların iktidardan uzaklaştığını ve bu eylemin mitoloji ve inanç dünyasındaki yansımalarını izledikçe ana tanrıçadan baba tanrıya geçişin ciddi bir devrim olduğunu, süreci pekiştirmek ve tamamlamak için de inanç alanında da kadının aşağılandığını görüyoruz

Cevaplanması gereken -belki hiç cevaplanamayacak- soru; topluluklar halinde yaşamaya başlayan ve ilkel sosyal organizasyonlar kurmaya başlayan insanlarda hakim olan anaerkil eğilimlerin veya en azından eşitlikçi tavrın giderek nasıl babaerkil bir toplum yarattığıdır.

İktidarların el değiştirme tarihi bize hiçbir erkin gönüllü olarak terk edilmediğini göstermektedir. Kadınlar acaba bu iktidarlarını nasıl terk etmiş olabilirler. Herhalde gerçeği hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz ama bazı akıl yürütmeler yapabiliriz. Kanlı bir ihtilal sonucunda erkekler toplum üzerindeki hakimiyetlerini sağlamış olmaları pek doğru olmasa gerek çünkü organize bir şiddet hareketinin o toplumu zayıflatması tehlikesi her zaman korku yaratmaktadır.

Yok olma korkusu insanlığın en güçlü endişesidir. Beraber ava gittiği, toplayıcılık yaptığı, küçük çapta tarımsal faaliyetlerini sürdürdüğü, hele başlarda kadınların ve erkeklerin yapması gereken işlerin ayrımlanmadığı dönemlerde. (Bugün bile böyle bir ayırım var mı?) böylesine önemli bir üretim gücünden vazgeçmeyi göze almak kolay olmasa gerek. O halde nasıl oldu? Cevap belki de akla gelen ikinci halde. Yani anaerkil tavırdan gönüllü vazgeçme. Kadınlar topluma hakim olmaktan vazgeçiyorlar ama karşılığını da alıyorlar rahat ve risksiz yaşamı seçiyorlar. İlk başta erkeklerle birlikte ava giden (mağara resimleri bize dev hayvanların ellerinde ilkel taş aletler bulunan kabilenin kadın erkek tüm mensupları ile beraberce avlandığını göstermektedir.)kadınlar, bu işin sıkıntılarına ve risklerine katlanmak yerine kamp yerlerine yakın bölgelerde toplayıcılık yapmayı, çocuklara bakmayı ve tarım yapmayı tercih etmişlerdir.

Yiyecek temin etme, tehlikeleri bertaraf etme, yani kısaca yaşamı sürdürme sorumluluğu erkeklere kalmıştır.

Erkekler ise, kendilerine sunulan veya ustaca yedirilen bu görevi ciddiye almışlar, gerçekten insan cinsinin üstün bölümünü meydana getirdiklerine inan-dırıl-mışlardır. Erkekler gerçekten kadın cinsine göre üstün müdürler? Yoksa kendilerini öyle mi sanıyorlar?

Pandora / Bülent Akgezer

15 Haziran 2008 Pazar

Zaman Ahmakliğı

Zamanımı anladım ve çağdaşlarımın ahmaklığını, kibirlerini, hırslarını sömürdüm.

Bu, benim itirafım, acı bir itiraf, görünebileceğinden daha acı verici. Ama en azından ve en sonunda dürüst olma gibi bir değeri var.


Picasso

Hiyerarsi ve yonetme gudusune dair

Hiyerarsi ve yonetme gudusu ile olanlar.
Unutmayin ki; Ozgurluk dusuncede,
veri halindedir.
Dusunce dile dustugunde,
hipotez halini alirken,
dile dusen dusunce
eyleme aktarildiginda,
teori halini almaya baslamistir.

Iste bu noktadan sonra,
kitlesel bir duzeye
yukselttiginizde citanizi
sizler hem ozgur,
hemde basarilisiniz...

LiberterKedi

12 Haziran 2008 Perşembe

Meşru Bir Mutluluk

Bilseydi bilmezdi,
bilemezdi.
Bildikleklerim,
bilmediklerimmiş.
Tam bir kaos..

Nedir ki bilmemek; intiharı bilmezsiniz, ölümü bilmezsiniz, yazmayı bilmezsiniz ama her konuda ahkam kesersiniz neden?

Ruh reçeli olmuş yaşamlarımız, ne kadar cıvık bir -tatlı lezzet - bırakıyor etrafınıza. Bilmediklerimizin kasosu içersinde, sahip olduğumuz balık hafızası beynimiz, ne kadar bizi yönlendirici. Köleleştirdiğimiz idelerimize, neden bu kadar bağlıyız. Efendileşmeye çalıştığımız, kölelik yaptığımız, kendimizin çobanı olduğumuz dünya da, neden bu kadar hegemonya düskünüyüz.

Kimler böyle meşru bir mutluluğa sahiptir?

Gözyaşlarınızdaki Sanrılar

Ne kadar da yalandı sen ve senin gibiler. Ne dediğini bilmediğimi sandığın zamanlarda, sanrılarım her daim doğru çıktı. Bir yazılanı bu kadar uzatmasaydın keşke demiyeceğim size, sebebini biliyorum ben şimdi bu duruşunun. Kutu kolaya tecavüz eden bir idenin damlası olan, okyanusumda yağmur damlasısın unutma.

Artık bu gün menşeii belli olan kaçışının sebebini öğrendiğimde, yaptıklarınla gösterişli bir podyumda yürümek isteyişindi buna sebep. Unutma ki "Ben sina çölünde bir bedevi, kömür madenlerinde bir işçi, ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektarım" yeri geldiğinde ayaklarının altında bir merdiven olsam da sana göre, unutma seni yukarı çıkartan seni merdivenlerdi karanlıklarında...

Kaçın devam edin kişiliklerinizden... yazdıklarım dökülecekler peşinizden. Ve siz öldürdüğünüzde de beni, tıpkı annesi belli olmayan bir velet gibi, düşüncelerim sizleri ezecekler. Sahip olduğunuz kişilik boşluklarınıza, yağmur olup yağacaklar, kirlenmiş toplumsallık dışı safsatalarınızı çürütmek icin.

Korkmayın. Artık bir yıldız gibi gökyüzünden kayıyor, evrenin derinliklerine doğru simasını terk ederek, is düşmüş dilinizin bacasına yakınlaştırın ki, rahatça dumanını dışarı kusasınız. Sıkıştığınız kişiliksizliklerinizin köşe başlarında...

Sokak lambalarının bile küstüğü sokaklar, neydi benim suçum sizce?

"Benim sina çölünde bir bedevi, yeri geldiğinde kömür madenlerinde bir işçi. Ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektar olmamam mıydı?"

Yoksa sahteliklerin verdiği ürkekliği, kiraz tatlısı tadında aşkları doyasıya yaşamak isteyen yüreğimin rotasını, şaşırtan kalbim miydi!

Tek gerçekliği ise gözyaşlarınızdaki sanrılardı kanımca...

Duzenlenmektedir...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gereksiz yaşamlar

Gereksiz yaşamlarında kavak sanırlar kendilerini ömürleri gelincikler gibi olan, popülerlik hayranı insanlar. Gündelik deyilerinde, geyik sohbetini ideoloji haline getirmişler bunlar.

Asosyal alanlarında bile etki gösteremeden, kaybolup gittikleri hayatlarını, ne kadar da kabul edilir bir şekilde gösterirler...-belki, belkide, olabilir mi -diye saldırdıklarını sandıkları insanların, onlar ile inceden inceye geçtikleri kinayeli anlattımları ile, vurduğu tokatları hissedemezler yüzlerinde.

Peki neydi menşeii bunun acaba?

Sakatlanmış bir toplumsal refleksin kaybolduğu zamanların git gide artışını hissedemeyenlerin, anlamadıkları konular hakkında, bu kadar aslan parçası kesilmesinin sebebini merak ediyorum. izah edin bana. Sanrımca, ola giden bu vakıa, bir bedevinin yaşattıklarını anlamayan, toplumsal önyargılara sahip bilinçsizlikti!

Günümüzde bastırılmış duyguların doğurduğu porno sitelerine bile baktığınızda bir estetiği vardır. Pornografik bir estetik. Ama bunların söylemlerinde ise bir hic mevcuttu. Sanatı ve Felsefe'yi bilmeden, kendilerinin kültürel ve sanat alanında birikimi olduğunu sananların, şu içler acısı durumunu artık kaldıramayacağını her anlayanın, ne kadarda sıkıldığını -ne halleri varsa görsünler - gibi basit bir mantığı kabullendiğini gördükçe. Felsefeyi, sanatı, kültürü ne gibi bir oyun içersine çektiklerini sorguluyorum kendimce. Ve sonunda vardığım yargı -bu böyle devam edecekse yeni bir oyun oynayalım- "kimin burnu kimin bir yerinde"- ve birbirimize salya sümük destekçi olalım.

Ne güzel değil mi?

Gelen övgüler ile şişinelim birlikte, büyütelim yanlışları, ve sonunda bize bişeyler anlatmaya çalışanları linç edelim. Her elde edilen birliktelik ile, kazanılmış zafer ile; doğru olanı vecizelere çevirmeye çalıstığınız yalanlariniz ile değiştirelim. Kutu kolaya tecavüz misali bir serinlik ile bu zaferlerin ardindan, yerimizden kalktığımızda;

"aaa bugün yine bayağı egomu tatmin ettim, yeni birisini daha yıkabildim, onda yarattığım depremin artçılları ile bile onu sarsmaya devam edebildim. Ne güzel allahım..."

diye bir anlayyiş gelişmiş bugün...

Ama yıkmışlarmışlermıdır bence sadece vakit kaybı!Sadece bir ego tatmini peki neyse bunun temelleri tarihsel bir boyutta ele alındığında çıktığı yerin ilkel kombinal yaşama geçtikten sonra insanoğlunun ilk işi bireyleri öldürmek olmuş bunu sebebi ise birey olabilmek ilkel bir güç-erk işi olmasından kaynaklanıyordu.Mesela kabile reisinin birey olma hakkı vardır. Diğerleri artık topluluktan ibarettir. Yani kabileye,kabile reisine boyun eğmek zorundadır birey. En güzel kadınlar onundur falandır filandır!!!

Neyse uzun lafın kısası olmasa da,sonuç olarak çıktığımız nokta bu yazıda pek anlaşilır olmasa da kimilerince demek istediğim bilişim çağı insanlığa vurulan son darbe yaşadıklarımız ile! Sanattan,felsefeden bir düşünceden bahsederken insanların vermiş olduğu tepkiler bunun çok güzel örneği! Bu kadar önlemli cümleler kurmak bile çok sinir bozucu,ne kadar salağim neden böyle cümleler kuryorum ki bunlar süslü makyajlı sözler,ben neyim ne değilim neyse sonuç olarak hep ünlü bir değersiz felsefeci ve ünlü bir şahısın dediği şu laf aklıma geliyor "Bir yerde herkes körse, sende bir gözünü çıkarmalısın" ne kadar doğrudur değildir tartışılır ama bu bir incelemedir ama hayatta gördüğüm nokta şu oluyor zamanımızda bir dişi nükte gerçek yıldızlı üyeye lafı gediğe koyma fırsatı verir! Diğeri de yüksek zekasını sergileyerek ona apoletler ile dolu aynı fikirdeyim mesajı yollar ve diğer gereksiz üyenin egosunun üstünde libido noktasına ulaşilmış olunur yani üretmek anlaşılır bir kavramdır tüketenler için bu böyle olmuş ve olmaya devam edecektir!!!

Neyse sonuç olarak ne yapacağiz bu bilişim çağinda herkese hay hay diyerek sen haklısın diyeceğiz,gelincik gibi görünüp kavak gibi upuzun bildiklerimizi görmezden gelip bilmediklerimiz ile ilgileneceğiz okuyacağiz araştıracağiz yani,bilmek ve gelincik olmamak için !


Duzenlenmektedir.