22 Temmuz 2008 Salı

Hiss/et/mek

İçim/de sana doğru
taşan bişeyler var...
Sana anlatamadığım
özlemler,
sevgi,
hüzün
ve acı
-hissediyor
musun
-.

Aşk, sadece
sentetik bir
ilaçtır.
İmgelerimde
kaybolduğunda
aç/mısın
Yağmaya
y
a
ğ
m
u
r
l
a,
haz-ı-
r

sın.

LiberterKedi

20 Temmuz 2008 Pazar

Yağmur İle Gelen

Yağmur yağıyor dışarıda,
üzerini giymeden çık.

Tomurcuklanmış toprak kokusunu,
ayakların ile savur etrafına.

Tenini, bedenini yağmura teslim et.
Bırak da damlalar süzülsün üzerinde.

Ölüyor bir deli sensiz farkında mısın?
Başka coğrafyadan ve bu dünyadan olmadığı halde,
burada hayatını idame ettiriyor
sen bilmeden.

Aç bırakıyor bu özlem onu.
Yağmurla gelen sensizliğin
kemirgenliği,onun bedenini
silikleştiriyor.
Ve yağmur
Özletiyor Seni.

Yağmur ile
g
e
l
e
n
.
.
.
Hava/da

Burada
duvar ile direk
arasında asılı
sallanıyorum.

Kenarlarım yırtık
parçalarım sarkık
içim patlak.

Burada
geçmiş ile gelecek
arasında gerili
sallanıyorum.

Saatlerim çarpık
günlerim çatlak
yılım yitik.

Sözcükler gelip geçiyor içimden
anlamsızlığa doğru
eylemler geçip gidiyor elimden
çaresizliğe doğru.

Boşalıyorum
burada
hiçlik ile yokluk
arasında.

Oruç Aruoba

İÇ/Ruh Sökümleri -1-

Uzun zamandır içime bişeyler koymuyordum. Düzensiz raflarım ile, içleri iyice karışmış halde hep kafamı ellerimin arasında hapsetmiştim. Uyurken korkularımı ve yalnızlıklarımı doluyordum bedenime. Kalbim ile beynimin arasına sıkıştırdığım ölümü düşününce hep sen geliyordun beni hayata bağlayan.

Ürperiyordum ışıklı yollarda yürürken, birden karanlık yollara sapan kaderimin farkına varınca. Biraz içime çekilmiştim sanırım. Yalnızlığımla suskunluğumun yitikleştirilmesi nasıl makul bir hal alabilirdi.

Uzunca düşündüm durdum ve en uygun yol, kelimeler ile dans etmekti. Tıpkı Emma Goldman' ın "Danssız bir devrim olmaz" dediği gibi. İşte bu anda yüreğimin düştüğü yol olan yalnızlık dağlarında gezdiridiğim fikirlerimin çobanıydım ben.

Yönetimsel olarak onları sanatta, edebiyatta salamuraya yatırsamda, geçmişte düşündüklerimi gözardı edip onları kirlettiğim için vicdanım yanıyordu. Bedenimi kaplayan bu ateş sürekli beni sayıklamalara itiyordu. Ve oltamın yalnızlıklara saplanmasını fısıldıyordu. Yollarını kaybetmiş gökte asılı duramayan yıldızlar-Ben nerede hata yapıyorum- diye konuşurken, zaman hızla gidiyordu ellerimin arasından usulca süzülerek.

İç/sel oluyordu göz yaşlarım hatırladıkça. Her bir imgem parçalana parçalana dolanıyordu ve anlamını bilmeyen kaynak eminliğinde değil bunun. En acısı bu.

"Ezgi'ye Çağrı"

LiberterKedi

19 Temmuz 2008 Cumartesi

"Kendi dilini kullanamadığında, evrensel düzeyde bir hiçsindir"

Not Alışımı
: Kelimelerinizi seçtiğiniz zaman iç/kapanıklık ile sanrılarımıza gömülme. Ürkek bir kızın bakireliğini kaybetmesi sonrası, vücuduna düşen titreme gibi çekiniyorum kitaplardan alıntı yaparken. Üzüntülerimi, sevinçlerimi, coşkunluklarımı anlatmaya çalışırken seçtiğim imgelerimin sığlaşması için uğraşsamda hep dilimin süzgecine takılıyor. Ki onlar zaten beynin sansürüne maruz kalırken, bu kadar Anti-Liberter' lik ile -özgürlük düşmanlığının-düşüncede yer etmesinin kime ne faydası var çözemiyorum.

Anlat-ama-ma: Herşeyi dilediği konuma getirerek ifade edemediğinde bir hırsa bürünür insan. Affedilme duygusuyla tanrısına sığınır söylemlemek istediğinin doğurduğu yanlışları gidermesi için. Dogmalara düşen birey, her zaman bir noktada tıkanacaktır bilimin kapısında durduğunda. Açıklayamadıklarının kölesi olacaktır, tıpkı dilinde ki imgelerin yetersizliğinde olduğu gibi.

Gelen İfadesizlik: Özgürleşme süreci, hep anlamayla ilintili bir durum olsa da ikisi çoğu zaman ayrı ayrı düşünülmüştür. Bilgi tasarımlarındaki bu açık sırandanlaşmanın sebebi bu. Bilginizi sokakfahişeleri gibi oradan oraya aktarırken, kirlenmesine göz yummanız ile kaybedersiniz. Böyle bir olguya karşılık üç maymunu oynadığınız içindir aslında.

-Tamam bunun uygun ifadesi budur hocam.

-Eminmisin hocam

-Evet. Hep konuşmalıyız kendimizden emin olarak. Ancak böyle ifade edebiliriz kendimizi.

Üzüntü ile hafif bir ton ile:

-Dünya'da en iyi ifade anlatımlarında özgür kalabilmektir. Karşındakini dinlemeden emin olma. Sürekli dinle ve düşün süzgecinden geçir.

[Devam Edecek]

18 Temmuz 2008 Cuma

Perde

Nesimiden açarım perdemi bugün:

Dostluklar kurulsun
İnsanlar gülsün
Barış güvercini uçsun dünyada
Yok olsun kötülük
Düşmanlık ölsün
Barış güvercini uçsun dünyada.

Ne güzel söylemlemiş Nesimi. Yoksa barış dünya da, olsun çocukların boya kalemleri, olsun onların hayalleri, umutları, sevinçleri, neşeleri. Bu neden anlaşılmaz olmuş acaba sorgulandıkça sığlaşır. Hakk-ı nazarım... ızdırabından eridiğim hasret ile üzüntülerime bağlı bir acıdır bu.

Barış ölmüş kabullenemiyorum. Umut ölmüş ağlamaklı yüreğim. Sevgiler sığlaşmış kendimden şüpheleniyorum. Zaman donuklaşmış gelişimim durgunlaşıyor mu bilemiyorum. Gördüğüm birşey var ki nekrofililer dolmuş topluma, ego bağımlıları, yönetme düşkünleri ve diğerleri duyun -Barış Ölmüş-

Sizin yüzünüzden, kibirlerinizin tohumları ile kirlettiğin beyinler yüzünden, karaladığınız onca bakir defter sayfası hayatın yolunda kenarında konsomatris olarak çalışır olmuş. Pisliklerinizi, egonuzu, kelimelerinizin cıvıklığını giderebilmek adına. Ama neye yarar. Homeros' un kahramanları, İskandinav Vikingleri sizin barbarlığınız devam etsin zamanda, zaptedin heryeri. Gitti barış neye yarar ele geçirdikleriniz, yarınlarınız olmayacaksa...

Değişim/Devinim yoksa, barış ölmüşse günde. Gündüze düşer gece, geceden kalmaz karanlık perde.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Yalan Bir İronidir

İnsanın kişilik sorunsalına bağlı olarak beğenilme güdüsü.

Sayfalarca yazılacak bir olgu aslında. Beğenilme güdüsü ile hareket etmenin psikolojisi ne acaba.

Süslü, yaldızlı, etkileyici olmayı isteme arzusu. Övünme, kendin ile yetinme yalanı insanın kendisine bile itiraf etmekten korktuğu en büyük paranoyadır dünden kalan. Bu klasik söylemler , bu davranışın temellendiği olgulardır. Genel bir çerçeve içerisinde toplarsak, bu davranışa yakın olan insanların tabirini şöyle yapabiliriz:

Bu yolda adım atan insanlar; acıktığında avına diş bileyen çakal sürüsünün yaptığı gibi, bu adımları gerçekler olarak kabul görselerde, argo bir tabir ile bunun eşanlamlısı mezarcılıktır.

Yüzyıllardır insan dünya üzerinde hayatını idame ettirirken, koşullar gereği farklı alanlarda da boy göstermiştir. Bu tıpkı Kültür & Sanat alanında da olduğu gibi. Yaşamı içerisinde kimi zaman politik gerçekler ile kimi zaman sanatsal gerçekler ile hareket etmiştir kişi. İnsanın boy gösterdiği ve aslında tek hak götürmeyen alan ise Kültür & Sanat alanıydı bugüne kadar.

Zaman ilerledikçe üretimin yavaşlaması, statikocu yapıların dinamik görünmesi, alışıla gelmiş beşeri davranışları çürüten imgeler ile yazılan yazıların, toplumun gelişimine yönvermeye başlamasıyla, toplumun geleceğine tecavüz edilmiştir. Buna bağlı olarak yola çıktığımızda, böyle Kültür & Sanat çakalları tarafından sistematik olarak yürütülen çalışmalar ile gerçeklerin yerini politik yalanlar yer almıştır. Toplumu oluşturan halk git gide birbirine güvenemez olmuş. İnsanlar ise yalanlar ile gözlerini boyayanların davranışlarını normal bir hareket olarak kabul etmişlerdir. Tarih sayfalarında yer alan buna benzer bir çok olayın ardından gelen tek gerçek ise sistemin "yıkım" ıdır.


...


Evet dejenere olmuş insanın anlayışı, yalanı kabullenip, gerçekleri gözardı etmesi ile gelen tek kazanım sistemin yıkımıdır. Yönetim değişiklikleri işte bugün bu şekilde oluyor. Günümüz toplumunda insan davranışları sanat açısından asimile edilmiş gerçekler ve bireye empoze edilmiş yalanlar ile hızla ilerlemektedir.

Sosyoloji, psikoloji, felsefi ve diğer tüm bilim alanlarında yıkım süregeliyor uzun zamandır.

Yer yer sistemin kötü gidişini daha da kötüye götürmek isteyenlere karşı ayak direyenler olsa da. Ayak direyenlerin gerçekleri yaşatma ve gelecek kuşaklara aktarma inatları, yine bu yalanları kabullenen toplum tarafından yıkılıyor.

Yarınları ellerinden alınan çocuklar ise daha tohumdan gerçek olmayan olgular tarafından yönlendiriliyor güç odakları tarafından. Görüntüde. Aslında toplum yıkmamış oluyor onları, anlattıklarımıza bağlı olarak.

Yıkan ise temelde onlara yüklenen yalanlardır. Bugün bu inatçıların yok oluşu ile hayat idamesi sırasında trajedik olayların yaşanması ardından ve sonrasında kendi kendine ortaya çıkan gerçeklerin hiçbir zaman yıkılmaması da, kendi içerisinde durumun bir ironi barındırdığını gösteriyor. Yani yalan bir ironidir aslında.

Bunun deneysel çıkarımları ise traji komik bir şekilde hep yaşanıyor.

Nasıl mı?

Şöyle: Bugün inatçıların fikirleri şarkılarda, türkülerde, şiirlerde, hikayelerde vb. bir çok Kültür & Sanat dalının altında hep üretilerek yaşatılıyor, gerçek sanatçılar tarafından. Nesillerdir yıkılmayan bu gerçeğin tek sebebi ise; onların "Beğeni gütmeyen, gerçeklerin farkında olan realist insanlar" olmalarından kaynaklanıyor.

Sonuç olarak, her ne kadar bu düşün çoğu kimse tarafından kabul görmesede. Yalanla başlayan bir iş, beğeni kazansada ilk başlarda, kendini tüketerek zamana yenik düşecektir.

Ve gereçeğin yüzüstüne çıkması -sanatçı- tarafından olacaktır. Kendini sanatçı zanneden yalancılar ise ancak süreç içerisinde kendini yitiren politik bir kir olacaktır tarih sayfalarında.

Gölge

Gölge

Yoktun köşe başından
başlayarak esen rüzgarın,
bedenimde seslendirdiği ezgide.
Kim diye merak ettiğimde,
acaba aklına gelen kimdi
düşüncelerinde?

Kendi kendime mırıldanıp,
yükünü zorlanarak sırtlanmış
bir hamal gibi, dinlenmesi için
tenhalara seriyorum ardımdan
beni takip eden gölgemi...

Ve senin olmadığın diyarlara
kanatlandırıyorum yüreğimi!
En keskin bıçaklar ile
hatıralarımı parçalıyor
ve ardıma seriyorum.
Bensiz kaybolduğun da
bilmediğin diyarlarda,
beni bulabilmen için..

Gölgemi bırakıyorum teninde.
Nefesimi sıkıştırıyorum dudaklarının
arasına nefes alamadığında,
yanında olduğumu bilmen için..
İçimdeki içsizlikle ben
senden ayrılıyorum, bedensel olarak.

Ama gölgemi doluyorum gölgene,
soluğumu veriyorum dudaklarının
en derin köşelerine...
Ruh sökümü bir ayrılıkta daima
ayaklarından başlıyorum gölgemi
güneşin geldiği yöne sererek,
Ben sana kelimelerde çığırıyorum
SENİ SEVDİĞİMİ.
Sana gölgemi de emanet ederek,
gidiyorum bugün sensizce,
gölgesizce...

LiberterKedi

10 Temmuz 2008 Perşembe

Buğudaki iz, izdeki sis perdesi

Karadenizin mavi akşamlarının
gökyüzünde çöreklediği anlarda.
Odamın camı üzerine nefesimle
buğu yaparım sevgilim...

Buğuların üzerine dayadığım
yanaklarım ile, senin ve benim
hayallerimizi çizerim gözyaşlarım ile
camın buğusu üzerine...
Ellerimi açıp dalgalara sürtüne sürtüne,
Sana akarım coşkun karadenizin
o hiddetli suları ile birlikte.

Ayaklarımın ıslaklığı ile hayallerine
adım atarım senin rüyalarında.
Geceleri gözlerinin kenarında
oluşan nem ise, hayallerine gizlice
attığım, sana kavuşma adımlarıdır
korkma.Karadenizden kalma
hayallerine taşıdığım,özlemlerimin
ıslaklığındandır gözlerinin etrafındaki nem.

Ne kötü birşey düşün,ne tek bir laf et ;
Ama ebediyet içinde sana karşı olan,
bu sonsuz sevgim ile ısıt kendini...
benim ve senin, bize dair olan
hayallerimizi yakarak yap bunu.

Ve göçebe kuşların daimi göçleri gibi
gitsemde birgün, içinde en masum
ve sana özel olan öpücüklerimin
teninde uyandırdığı o ürkek utangançlığı
hisset ben olmadığım zamanlarda,
bedeninde ve hayallerinde.

Hayalet beni ve hayalet sevgimin sıcaklığını,
üşündüğün anlarda bensizce kaldığın zamanlarda
bizi düşleyerk uyu.
Yağmurun camında oluşturduğu buğuya
dudaklarını dayarak uyu.

Rüyalarında kaybol ve sana yağmur damlalarıyla,
yolladığım en bakir öpücükleri, gözyaşlarının dudaklarında
bıraktığı esinti ile hisset bedeninde her daim...

LiberterKedi

Asimile Edilmiş Suskun Çığlıklar

Bağırma!

Anırma!

Bağımsızlığını savunma!

Artık yok bağımsızlık!

Savaşların bu kadar hat safhada, soğukça yapıldığı dönemler olan günümüzde insanlar arasındaki düşmanlıklarda sinsice oluyor. Tarihin parşömenlerinde yazılanlara binayen, eski düşmanlar bile daha mertmiş, şimdi ki dost görünümündeki hainlerden.

Cesaret ve mücadelenin tek başına yeteceği anların artık kaybolup, hainliğin, dedikodunun, yalanların ve gerçekten uzak olanın kazandığını görüyorsun çevrene baktığında bugün. Artık çocukların elinde tabanca var Afrika' da, Avrupa' da, Asya' da ve Amerika' nın arka bahçelerinde, daha nicesinde... Bunun menşei ne diye soranların ya da soramayanların gördüğü veya göremediği, artık onlar ya kendi özgürlüklerini sahip oldukları yarınlarda daimi kılmak için minik elleri ile mücadele ediyor. Veya onlara verilen sentetikler ile uyuşan beyinleri ile onların yarınlarını çalan bok kafalı, şişman ve koca kaseli patronlara hizmet ediyorlar, onların maşaları aracılığı ile...

Utanma!

Tartışma!

Atışma!

Nasıl deme!

Mahçup bir şekilde durma!

Asıl suçlu sen değilsin!

Bizleriz asıl suçlu, düşünemeyen, üretmeyen, çıkarımlar yapamayan, özeleştiri yapamayan, bilgisi ile şişinip duran, genellemelerden kaçınmayan, insanların güvenlerini çalan ama onları yüzüsütü bırakmayı çok iyi başaran bizleriz. Hainiz ki sizden aldığımız dünümüzü, bizlerin olan yarınlarımıza taşırken düşünemediğinizi, korkularınızı ve cezalarınızı da itiraz etmeden kabullendik. Sizleri uyarmadık dünümüzde gözünüzden kaçanları gösteremeyerek, özgürleşmeyi sürekli toplumun dinamiği içerisinde gerçekleşmesi ile mümkün kılınabileceğine inandık. İnandık ve inandırıldık, kandırıldık ve sorgulamadık yaşamı, sesiz bir fırtına yaklaşırken, bugünde götürceklerine göz yumduk ve yitirmek için bugün bizler, sizlerin eksikliklerini tamamlayamadığınız puzzle parçalarını yerlerine iyice oturtamadığımız ve yanlış yerleştirilmiş parçaların oluşturduğu o düzgünsüzlük dalgasını kendimize, kendimiz empoze ettik.

Ve günümüze düşen, dünün dalgalanmalarının bu kadar şiddetli hissedilmesine kendimiz sebebiyet verdik baba.

Baba bugün çocukların ellerinde silahlar var, Sentetikler ile uyuşturulmuş çocuklar, yarınları çalınmış, özgürlükleri onlar için bir ütopya haline dönüşmüş çocuklar onlar baba. Utanma utanacak bizleriz, düşünemedik sizlerin eksiklikleriniz nedir diye, babadan olanın oğlunda çıkacağını çözemedik, görmezden geldik ve bugün kaybettik. Kendi kendimize empoze ettiğimiz yanlışlar ile gerçekleri asimile ettik ellerimizle.

Asimile edilmiş yaşamaların suskunluğudur umut etmemek, yıkılmış yarınların tek inancıdır mücadele utanma!

LiberterKedi

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Geleceği İfşa Edilmiş Çocuk

Çocukların geleceklerine tecavüz etmemi isteyerek benden sabahları kısaltmamı, güneşin doğmasını engellememi istiyorsun. Arıların polenleri dört bir yana dağıtmasını önlemem için birşeyler yapmamı istiyorsun. Neden?

İşte buna bağlı olarak tek yapacağımdır ki "hayallerini yak,hayatı yaşanamaz bir hale getirebilmek adına, yaptıkların için bu iğrenç güdülerini bir kenara bırak" yaşamdan uzak, yaşamına dair olan bu güdüleri...

Güç aşıklarının kasıkları arasında sıkıştırdığı meni, toprağa verilmiş, tohumları yeşermiş ve dünyanın dört bir yanında hakim olan bu yönetim çılgınlığını kabul etme yarasalığı ile. Herkes kendi esinti sesisini duyurmaya çalışıyor. Kölelik içerisinde, bir yarasa gibi.

En edebi küfürlerden yoksun artık yazılar, sıradan ve dingin olan aşklar, tecavüzlerin tohumlandırdığı bu sapkın latent kişilikler nasıl da boşluklarda çığırtkanlık yapıyor umarsızca.

Düşünme, düşünebilme yetisi elinden alınmış toplumların düştüğü bu sanrı ile gelecek endişesi taşıyanlar, herşeyi bir kenara bırakmış, içinde bulundukları bu kaotik durumu düzeltebilmek adına sürekli hayalleri ile bugünlerini ısıtıyorlar.

Yuvasından fırlatılmış, uçmayı yeni öğrenen serçe bile yere yaklaştıkça gördüklerine bağlı olarak özgürlüğüne kanat çırpıyor. O ince, narin, adeta bir şaheser gibi olan kanatları ile semaya doğru. Bu kadar -bilmişin arasında, bu kadar duyarsızın arasında, böyle beterin beteri var - diyen sorumsuzun arasından sıyrılmak için hayallerini yüklenerek absürdü yenmeye doğru yol alıyor hayalleri ile. Tıpkı geleceğine tecavüz edilmiş bir çocuk gibi...

27 Haziran 2008 Cuma

Huzun ve Mutluluk Iliskisi

Huzun iki bahce arasinda, yer alan bir nehirin ortasinda mevcut.

Ayak diremeye kimsenin cesaret edemedigi o nehirin icerisinde ki akintinin goturdukleri, getirdikleri ve muhafaza ettiklerinin olcusuzlugu ile urkekligim sende ey sevgili dunya.

Korkularinin bictigi cezalarinin mahkumiyeti ile, korkakca etrafina dil suren kene gibi insanlar. Nasilda etrafi dilleri ile bulandiriyorlar? Sikismis kumlarin burundukleri form olan, cam gibi kisiliklerin sonu, nasil oluyor da bu kadar populerlesmeye uygun bir hale erisebiliyor saskinlik verici.

Ay-lak-aklanmalarinizin gerceklestigi, gokkusagimin altindan size her yagmur damlalarinin intihari sonrasinda aci bir tebessum ile bakiyorum. Cikar duskunlugunu savunan sancili beyinleriniz ile tutkunu oldugunuz bu garip yapaylik ile daha ne kadar ilerleyebileceksiniz demiyecegim. Cunku bir guruhun temsilcilerisiniz siz. Cekirdek bir yapinin meyveleri, ilk olgunlasmis urunlersiniz yaptiklariniz ve yapacaklariniz ile.

Olumun bictigi en guzel gercek bir daha sizin icin tekrarlanmayacak olusudur. Bilginizin yitikligini savunacaginiza biraz savasinda kendiniz ile sisinmeyerek, bildikleriniz ile yetinmemeyi ogrenin. Ve savasin bilginin elcileri olabilmek icin. Eger bunu gerceklestirebilirseniz. Iste o zaman huzunun bahcelerini senlendirip, nehrin goturduklerini mutlulugun tohumlari haline getirebilir, ve dunyanin en derin denizlerine, en heybetli daglarinin yamaclarina tasiyabileceksinizdir mutluluklarinizi. Ve bu ancak cikarlarinizdan siyrildiginizda fikirlerinizi olanakli hale gelecektir.

Mutluluk paylasildikca guzeldir.

LiberterKedi

19 Haziran 2008 Perşembe

bitmemis safsatalar

Zamansiz cekismeler ile ruhumdaki irkilmeler. Acinin, huznun, ofkenin ve duygusal bir kaos firtanasinin ruhumu gidiklamasi ile uyandigim bu sanri, ne kadar aci bilemezsin benim icin. Dipsiz bir kuyu icerisinde bulundugum gun, bugun. Kuf tutmus acilarimin, karnima sapladigi hancer ile beni korelttigi dunya, neden ben sana acilmak istedikce sen beni kovugunun icerisinde muhafaza ediyorsun...Neden gozyaslarim ile ruhumu yakiyorsun. Neden!

Pandora

Pandora Yunan mitolojisinde, tanrılar tarafından kendisine emanet edilmiş, içi yeryüzünde bulunabilecek bütün kötülüklerin doldurulduğu ve bunun yanına bir de dünyanın kötülüklerine direnme gücü sağlayan umudun kapatıldığı bir kutunun emanet edildiği meraklı, tedbirsiz bir kadını simgelemektedir. Pandora meraklı ve tedbirsizdir. Biraz da düşüncesiz. Çünkü kendisine söylenmesine karşın merakını yenemez ve bu tehlikeli kutunun kapağını aralar ve tabii bu aralıktan bütün kötülükler dünyaya yayılır. Zavallı Pandora'nın aklı başına gelir ama olan olmuştur. Kutunun kapağını kapatır, içeride yalnız umut kalmıştır. Mitolojik motiflerin hemen hepsinde olduğu gibi, Pandora mitinde çok eski, ilkel inanışların altında yatan etkilerin izlerini çok silik de olsa fark edebileceğimiz ip uçları bulabiliyoruz. İlkel kabile yaşamında doğal işbölümü, erkeklerin daha fazla güç ve organizasyon yeteneği gerektiren avcılık faaliyetiyle uğraşmalarına, kadınların ise toplayıcılık ve klanın çocuklarını yetiştirme işleriyle meşgul olmaları sonucunu doğurmuştu. Toplayıcılık, vahşi hayvanların avlanması ile kısmen karşılanan yaşamak için gerekli ihtiyaçları tamamlamaktaydı ve bu iş klanın kadınlarına ait bir faaliyet alanıydı. Kamp alanının uzaklarında bulunan ve yararlı maddelerin taşınması sorununun çözümü ise bir dizi teknolojik çözümü gerektiriyordu.. Sonuçta bir insanın topladığı meyva, yenilebilir kökler vb. şeyler ellerde ancak sınırlı miktarda taşınabiliyor bu da hem uzaklara gitmeyi engelliyor, hem de daha fazla sayıda sefer gerektirdiği için enerji kaybına neden oluyordu. Herhalde kadınların yanlarında taşımak zorunda oldukları çocuklar da bu faaliyeti sınırlayan önemli bir etkendi.

Sorun bir ölçüde ağaç dallarından sepet örülmesi tekniğinin bulunmasıyla aşıldı ama bu alet fazla dayanıklı değildi ve sıvıların taşınmasında yararlı olmuyordu. Bundan sonraki en önemli aşama, ağaç dallarından örülen sepetin killi çamurla sıvanması ve önce güneşte kurutulması, dayanıksız olduğu görülünce bir şekilde ateşte pişirilmesiyle çömlekçiliğin keşfedilmesi oldu. Bu önemli teknolojik üretim de kadınların işiydi. Çünkü kendilerine biçtikleri -veya dayatılan. Bilmiyoruz.- işin uzantısıydı.

Aslında çömlekçilik gizemli bir işti. Bir yaratma faaliyetiydi. Malzemeler bir dizi değişikliğe uğruyor ve sonunda ilk halinden çok farklı bir nesne meydana getiriliyordu. İyice pişen çömleğin çın çın ötmesi, her cismin içinde bir canlı olduğu şeklindeki ilkel bir inanışın göstergesi olarak algılanıyordu. Pişme işlemi sırasında kötü malzeme kullanımından veya pişme ısısının iyi ayarlanamayışından dolayı çatlayan çömleklerin çıkardıkları sesler de çömleğini terk eden cinler olabilirdi. Klan kadınları ise bu cinlere hükmettiklerine göre, kutsal varlıklardı, yaratma eyleminin yaratıcılarıydılar.

Ve teknoloji gelişiyor, çömlekçi çarkı bulunuyor. Bu teknolojik gelişme, eskinin elle şekillendirme veya bir kalıba bastırılarak şekillendirme yöntemlerini ortadan kaldırıyor ve en önemlisi kitle halinde çok miktarda ve hızlı üretimi olanaklı kılıyordu. Artık çömlek ruhuna hükmetme yetisi kadınların elinden uçup gitmişti dolayısı ile artık kutsal da değildiler. İktidarı kaybeden kadınların yeni bir mücadeleye kalkışmamaları için iyice ezilip aşağılanmaları gerekiyordu.

Aşağılandılar çünkü artık yavaş yavaş ortaya çıkan mülkiyet kavramı ile başka klanların sahip oldukları metaları elde edebilmek için yapılan örgütlenmelerde yer de almıyorlardı. Artık onların kendileri bir meta idi, varlıkları sahip olan erkeğe zenginlik sağlıyordu. Aşağılanma, eski ilkel inanışlardaki kutsal kadınları aslında kötülüklerin kaynağı olarak algılanmasına kadar vardı.

Aşağılanmanın mitoloji dünyasındaki izlerini taşıyan baştaki hikayeye dönersek, Pandora'nın aslında baba tanrı Zeus tarafından insanların başına bela olsun diye yaratıldığını görüyoruz. İnsanlardan kasıt yalnızca erkekler olmalı çünkü bela kadın görünümünde ve çok çekici. Tanrılar Tanrısı baba Zeus insanları (yani erkek cinsinden insanları) neden böyle bir bela ile karşılaştırmayı istiyor?

Tanrılarla insanların beraber katıldıkları bir ziyafette Titan soylu Promethus, Baba tanrı Zeus'a u aldatmış, kurban etinin en güzel kısımlarını işkembe ve deri parçaları ile örtmüş, kemikli kısımları ise yağ parçaları ile kaplayarak Zeus'un seçimine sunmuş. Obur ve aç gözlü baba tanrı Zeus doğal olarak iyi görünümlü yağlarla kaplı parçayı seçmiş.(Acaba bu seçim erkeklerin derinlikten yoksun görünüşe aldanan öngörüsüz taraflarını mı simgeliyor?) Aldatıldığının farkına varınca da çok kızmış baba Tanrı. İnsanları cezalandırmaya karar vermiş ve onlardan ateşi geri almış. Böylece insanlar ışıktan ve sıcaktan yoksun kalmışlar. Ama kurnaz ve ölümlü insanları destekleyen Promethus, tanrılar katından bir *** içine sakladığı ateşi insanlara geri vermiş. Eh artık bu affedilir bir davranışmıydı koca Tanrı için? O da Önce Promethus'u zincirlerle bir kayaya bağlamış ve dev bir kartal Promethus'un ciğerini yemeğe başlamış ama kartal yedikçe ciğer büyüyormuş. Bu Promethus'a verilen ceza.

İnsanlar için (Yine erkek cinsinden insanlardan söz ediyoruz.) daha büyük bir ceza düşünmüş baba tanrı Zeus. Sanatkar Tanrı Hephaistos Zeus'un buyruğu üzerine bir parça toprakla suyu karıştırmış, yüzü ölümsüz tanrılara, vücudu güzel ve alımlı genç kızlara benzeyen bir kadın yapmış. Tanrıça Athena da kadınsı marifetler bağışlamış. Kharitler boynunu altın gerdanlıklarla süsler, Hermaias ise bir köpek yüreği, tilki huyu koyar içine. Belalı bir yaratıktır ama bir o kadar da güzel. İsmi "tanrılar armağanı" anlamına gelen PANDORA olur. Pandora Promethus'un düşüncesiz ve aptal kardeşi Ephimethus'a verilmiş. Böylesine alımlı bir kadını gören Ephimethus, ağabeysinin"Zeus'tan sakın bir armağan alma, alırsan ölümlülerin başını derde sokarsın" diye tembihlemesini hiç hatırlamayarak Pandora ile evlenir ve kendisine emanet edilen sandığı açarlar ve tüm dertlerin yeryüzüne saçılarak insanların başına bela olmasına yol açarlar.

Bu hikayede önce Tanrıların insanlara sudan sebeplerle öfkelenmesini buluyoruz. Çağdaş kutsal kitaplarda da Tanrının insanlara karşı hemen hemen böylesine nedensiz bir kini ve öfkesi ile karşılaşıyoruz. Sonra da insan soyunu cezalandırmak için kadın kılığında bir bela musallat ediyor. Çağdaş inanışlarda Havva'nın yasak meyvayı şeytanın elinden alarak insan soyunun (erkeklerin) cennetten kovulmasına yol açmaları da aynı hikayenin başka bir çeşitlemesi değil midir?

Tevrat metninde (Tekvin 2-3), Adem'in Cennetten nasıl kovulduğunu ve bunda kadına biçilen rolü ve Hıristiyan inanışındaki kadın kavramını anlatıyor. "..Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi, ve gözlere hoş, ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvasından aldı, ve yedi; ve kendisiyle beraber kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve kendilerinin çıplak olduğunu bildiler; ve incir yaprakları dikip kendilerine önlükler yaptılar. Ve günün serinliğinde bahçede gezinmekte olan Rab Allahın sesini işittiler; ve adamla karısı Rab Allahın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler.

Ve Rab Allah adama seslenip ona dedi; Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim, ve korktum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Onda yeme diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi? Ve adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi:Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan, ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin; karnının üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın Ve arzun kocana olacak O da sana hakim olacaktır. Ve ademe dedi: Karının sözünü dinlediğin, ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin; toprağa dönünceye kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın; çünkü topraksın ve toprağa döneceksin. Ve adam karısının adını Havva (= hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu."

Adem, yani erkek, dünyadan bihaber gezinirken Havva, yani kadın Tanrının yasakladığı bir şeyi sorguluyor. Meraklı ama öngörüsüz. Hilekar yılanla işbirliği yapıyor. Yılan kılık değiştirmiş şeytandır yahut şeytanın yönlendirdiği bir kışkırtıcıdır. Kadın yılanın da etkisiyle Tanrının emrine karşı geliyor ve yasağı deliyor, Adem'i de suçuna ortak ediyor. Adem sanki büyülenmiş gibi hiçbir şey demeden kadının teklifini kabul ediyor, sonra da Tanrı tarafından azarlanınca suçu kadının üstüne atıyor. Tabii cezalandırılmaktan kurtulamıyor. Bizde kalan izlenim de Adem'in saf ve temiz olduğu, Havva'nın yüzünden cezalandırıldığı oluyor. Bu arada kadının erkeğin hakimiyeti altına girmesi de sağlanmış oluyor.

İslam'da da aynı anlayışı buluyoruz. "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler." (En-Nisa suresi 34. Ayet.)

Neolitik devrimden bu yana aşama aşama kadınların iktidardan uzaklaştığını ve bu eylemin mitoloji ve inanç dünyasındaki yansımalarını izledikçe ana tanrıçadan baba tanrıya geçişin ciddi bir devrim olduğunu, süreci pekiştirmek ve tamamlamak için de inanç alanında da kadının aşağılandığını görüyoruz

Cevaplanması gereken -belki hiç cevaplanamayacak- soru; topluluklar halinde yaşamaya başlayan ve ilkel sosyal organizasyonlar kurmaya başlayan insanlarda hakim olan anaerkil eğilimlerin veya en azından eşitlikçi tavrın giderek nasıl babaerkil bir toplum yarattığıdır.

İktidarların el değiştirme tarihi bize hiçbir erkin gönüllü olarak terk edilmediğini göstermektedir. Kadınlar acaba bu iktidarlarını nasıl terk etmiş olabilirler. Herhalde gerçeği hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz ama bazı akıl yürütmeler yapabiliriz. Kanlı bir ihtilal sonucunda erkekler toplum üzerindeki hakimiyetlerini sağlamış olmaları pek doğru olmasa gerek çünkü organize bir şiddet hareketinin o toplumu zayıflatması tehlikesi her zaman korku yaratmaktadır.

Yok olma korkusu insanlığın en güçlü endişesidir. Beraber ava gittiği, toplayıcılık yaptığı, küçük çapta tarımsal faaliyetlerini sürdürdüğü, hele başlarda kadınların ve erkeklerin yapması gereken işlerin ayrımlanmadığı dönemlerde. (Bugün bile böyle bir ayırım var mı?) böylesine önemli bir üretim gücünden vazgeçmeyi göze almak kolay olmasa gerek. O halde nasıl oldu? Cevap belki de akla gelen ikinci halde. Yani anaerkil tavırdan gönüllü vazgeçme. Kadınlar topluma hakim olmaktan vazgeçiyorlar ama karşılığını da alıyorlar rahat ve risksiz yaşamı seçiyorlar. İlk başta erkeklerle birlikte ava giden (mağara resimleri bize dev hayvanların ellerinde ilkel taş aletler bulunan kabilenin kadın erkek tüm mensupları ile beraberce avlandığını göstermektedir.)kadınlar, bu işin sıkıntılarına ve risklerine katlanmak yerine kamp yerlerine yakın bölgelerde toplayıcılık yapmayı, çocuklara bakmayı ve tarım yapmayı tercih etmişlerdir.

Yiyecek temin etme, tehlikeleri bertaraf etme, yani kısaca yaşamı sürdürme sorumluluğu erkeklere kalmıştır.

Erkekler ise, kendilerine sunulan veya ustaca yedirilen bu görevi ciddiye almışlar, gerçekten insan cinsinin üstün bölümünü meydana getirdiklerine inan-dırıl-mışlardır. Erkekler gerçekten kadın cinsine göre üstün müdürler? Yoksa kendilerini öyle mi sanıyorlar?

Pandora / Bülent Akgezer

15 Haziran 2008 Pazar

Zaman Ahmakliğı

Zamanımı anladım ve çağdaşlarımın ahmaklığını, kibirlerini, hırslarını sömürdüm.

Bu, benim itirafım, acı bir itiraf, görünebileceğinden daha acı verici. Ama en azından ve en sonunda dürüst olma gibi bir değeri var.


Picasso

Hiyerarsi ve yonetme gudusune dair

Hiyerarsi ve yonetme gudusu ile olanlar.
Unutmayin ki; Ozgurluk dusuncede,
veri halindedir.
Dusunce dile dustugunde,
hipotez halini alirken,
dile dusen dusunce
eyleme aktarildiginda,
teori halini almaya baslamistir.

Iste bu noktadan sonra,
kitlesel bir duzeye
yukselttiginizde citanizi
sizler hem ozgur,
hemde basarilisiniz...

LiberterKedi

12 Haziran 2008 Perşembe

Meşru Bir Mutluluk

Bilseydi bilmezdi,
bilemezdi.
Bildikleklerim,
bilmediklerimmiş.
Tam bir kaos..

Nedir ki bilmemek; intiharı bilmezsiniz, ölümü bilmezsiniz, yazmayı bilmezsiniz ama her konuda ahkam kesersiniz neden?

Ruh reçeli olmuş yaşamlarımız, ne kadar cıvık bir -tatlı lezzet - bırakıyor etrafınıza. Bilmediklerimizin kasosu içersinde, sahip olduğumuz balık hafızası beynimiz, ne kadar bizi yönlendirici. Köleleştirdiğimiz idelerimize, neden bu kadar bağlıyız. Efendileşmeye çalıştığımız, kölelik yaptığımız, kendimizin çobanı olduğumuz dünya da, neden bu kadar hegemonya düskünüyüz.

Kimler böyle meşru bir mutluluğa sahiptir?

Gözyaşlarınızdaki Sanrılar

Ne kadar da yalandı sen ve senin gibiler. Ne dediğini bilmediğimi sandığın zamanlarda, sanrılarım her daim doğru çıktı. Bir yazılanı bu kadar uzatmasaydın keşke demiyeceğim size, sebebini biliyorum ben şimdi bu duruşunun. Kutu kolaya tecavüz eden bir idenin damlası olan, okyanusumda yağmur damlasısın unutma.

Artık bu gün menşeii belli olan kaçışının sebebini öğrendiğimde, yaptıklarınla gösterişli bir podyumda yürümek isteyişindi buna sebep. Unutma ki "Ben sina çölünde bir bedevi, kömür madenlerinde bir işçi, ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektarım" yeri geldiğinde ayaklarının altında bir merdiven olsam da sana göre, unutma seni yukarı çıkartan seni merdivenlerdi karanlıklarında...

Kaçın devam edin kişiliklerinizden... yazdıklarım dökülecekler peşinizden. Ve siz öldürdüğünüzde de beni, tıpkı annesi belli olmayan bir velet gibi, düşüncelerim sizleri ezecekler. Sahip olduğunuz kişilik boşluklarınıza, yağmur olup yağacaklar, kirlenmiş toplumsallık dışı safsatalarınızı çürütmek icin.

Korkmayın. Artık bir yıldız gibi gökyüzünden kayıyor, evrenin derinliklerine doğru simasını terk ederek, is düşmüş dilinizin bacasına yakınlaştırın ki, rahatça dumanını dışarı kusasınız. Sıkıştığınız kişiliksizliklerinizin köşe başlarında...

Sokak lambalarının bile küstüğü sokaklar, neydi benim suçum sizce?

"Benim sina çölünde bir bedevi, yeri geldiğinde kömür madenlerinde bir işçi. Ama hiç bir zaman sahte olmayan bir emektar olmamam mıydı?"

Yoksa sahteliklerin verdiği ürkekliği, kiraz tatlısı tadında aşkları doyasıya yaşamak isteyen yüreğimin rotasını, şaşırtan kalbim miydi!

Tek gerçekliği ise gözyaşlarınızdaki sanrılardı kanımca...

Duzenlenmektedir...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gereksiz yaşamlar

Gereksiz yaşamlarında kavak sanırlar kendilerini ömürleri gelincikler gibi olan, popülerlik hayranı insanlar. Gündelik deyilerinde, geyik sohbetini ideoloji haline getirmişler bunlar.

Asosyal alanlarında bile etki gösteremeden, kaybolup gittikleri hayatlarını, ne kadar da kabul edilir bir şekilde gösterirler...-belki, belkide, olabilir mi -diye saldırdıklarını sandıkları insanların, onlar ile inceden inceye geçtikleri kinayeli anlattımları ile, vurduğu tokatları hissedemezler yüzlerinde.

Peki neydi menşeii bunun acaba?

Sakatlanmış bir toplumsal refleksin kaybolduğu zamanların git gide artışını hissedemeyenlerin, anlamadıkları konular hakkında, bu kadar aslan parçası kesilmesinin sebebini merak ediyorum. izah edin bana. Sanrımca, ola giden bu vakıa, bir bedevinin yaşattıklarını anlamayan, toplumsal önyargılara sahip bilinçsizlikti!

Günümüzde bastırılmış duyguların doğurduğu porno sitelerine bile baktığınızda bir estetiği vardır. Pornografik bir estetik. Ama bunların söylemlerinde ise bir hic mevcuttu. Sanatı ve Felsefe'yi bilmeden, kendilerinin kültürel ve sanat alanında birikimi olduğunu sananların, şu içler acısı durumunu artık kaldıramayacağını her anlayanın, ne kadarda sıkıldığını -ne halleri varsa görsünler - gibi basit bir mantığı kabullendiğini gördükçe. Felsefeyi, sanatı, kültürü ne gibi bir oyun içersine çektiklerini sorguluyorum kendimce. Ve sonunda vardığım yargı -bu böyle devam edecekse yeni bir oyun oynayalım- "kimin burnu kimin bir yerinde"- ve birbirimize salya sümük destekçi olalım.

Ne güzel değil mi?

Gelen övgüler ile şişinelim birlikte, büyütelim yanlışları, ve sonunda bize bişeyler anlatmaya çalışanları linç edelim. Her elde edilen birliktelik ile, kazanılmış zafer ile; doğru olanı vecizelere çevirmeye çalıstığınız yalanlariniz ile değiştirelim. Kutu kolaya tecavüz misali bir serinlik ile bu zaferlerin ardindan, yerimizden kalktığımızda;

"aaa bugün yine bayağı egomu tatmin ettim, yeni birisini daha yıkabildim, onda yarattığım depremin artçılları ile bile onu sarsmaya devam edebildim. Ne güzel allahım..."

diye bir anlayyiş gelişmiş bugün...

Ama yıkmışlarmışlermıdır bence sadece vakit kaybı!Sadece bir ego tatmini peki neyse bunun temelleri tarihsel bir boyutta ele alındığında çıktığı yerin ilkel kombinal yaşama geçtikten sonra insanoğlunun ilk işi bireyleri öldürmek olmuş bunu sebebi ise birey olabilmek ilkel bir güç-erk işi olmasından kaynaklanıyordu.Mesela kabile reisinin birey olma hakkı vardır. Diğerleri artık topluluktan ibarettir. Yani kabileye,kabile reisine boyun eğmek zorundadır birey. En güzel kadınlar onundur falandır filandır!!!

Neyse uzun lafın kısası olmasa da,sonuç olarak çıktığımız nokta bu yazıda pek anlaşilır olmasa da kimilerince demek istediğim bilişim çağı insanlığa vurulan son darbe yaşadıklarımız ile! Sanattan,felsefeden bir düşünceden bahsederken insanların vermiş olduğu tepkiler bunun çok güzel örneği! Bu kadar önlemli cümleler kurmak bile çok sinir bozucu,ne kadar salağim neden böyle cümleler kuryorum ki bunlar süslü makyajlı sözler,ben neyim ne değilim neyse sonuç olarak hep ünlü bir değersiz felsefeci ve ünlü bir şahısın dediği şu laf aklıma geliyor "Bir yerde herkes körse, sende bir gözünü çıkarmalısın" ne kadar doğrudur değildir tartışılır ama bu bir incelemedir ama hayatta gördüğüm nokta şu oluyor zamanımızda bir dişi nükte gerçek yıldızlı üyeye lafı gediğe koyma fırsatı verir! Diğeri de yüksek zekasını sergileyerek ona apoletler ile dolu aynı fikirdeyim mesajı yollar ve diğer gereksiz üyenin egosunun üstünde libido noktasına ulaşilmış olunur yani üretmek anlaşılır bir kavramdır tüketenler için bu böyle olmuş ve olmaya devam edecektir!!!

Neyse sonuç olarak ne yapacağiz bu bilişim çağinda herkese hay hay diyerek sen haklısın diyeceğiz,gelincik gibi görünüp kavak gibi upuzun bildiklerimizi görmezden gelip bilmediklerimiz ile ilgileneceğiz okuyacağiz araştıracağiz yani,bilmek ve gelincik olmamak için !


Duzenlenmektedir.

Kuylariniza Defolun!

Siz alin buralari,
aliniz ki allansin
yanaklariniz,
alin inancinizi ve
gidin diyarlarimdan.
Defolun!

Sizin renginiz,
duygusuzlugunuz
morunuz,
mor renginiz.
Inandım sizin
dizgilerinize.

Tanrınız büyük amenna
Siirleriniz coskun
dolu olsa da,
gomuleceksiniz
foseptiklerinizin ardina.
Ve kuyularinizdan
yukselen
kokularinizda cabasi.
Elveda sizlere
kuyularinizda...

LiberterKedi

Katı olan her şey buharlaşıyor

Marx, Herakleitos Ve Bugün

Katı olan her şey buharlaşıyor” sözü, Herakleitos‘un “Aynı nehirde iki defa yıkanamayız” yaklaşımını hatırlattı bana. Süregiden bir değişimi, devinimi, periyodik sürekliliği olan bir değişimi ifade etmek için çok önceden bu sözü söyleyen fikrin bugün farklı bir cümleyle ifadesidir Marx’in söylediği. Aslında bu iki cümle arasındaki – mana olarak aynı olmasına rağmen- söyleniş farkı bu fikri destekleyen bir örnek olarak görülmelidir. Yani aynı fikrin ifadesi olarak görebileceğimiz, değişerek gelen bir söylem var ortada ve bu durum gayet destekleyicidir sözün anlamını. Ancak mantıksal uzantıları değişimi öngörmesine karşın iki yaklaşımı aynı tavırla ele almak doğru olmaz kanısındayım. Çünkü Herakleitos varlığın tanımlanması adına çalışmalar yapıyor ve varlığın değişkenliğini öne sürüyor ancak aydınlanmayı, sanayi devrimi, ekonomik buhranlar ve sınıflaşmış toplumları gören ve tezini bunlardan bağımsız geliştireceğini düşünemeyeceğimiz Marx’in değişimi ifade eden yaklaşımı oldukça farklı olarak ele alınması gerekir.

Marxizm gibi iktisadi ajanların çok önemli olduğu bir düşünceyi ele almak için mikrodan makroya doğru bir yol alarak tartışmak gerekirse şu basit örneklemeyle başlamak faydalı olur; Ulaşım ve iletişim araçlarının ve imkanları çok gelişmiş bu değişim her zamankinden daha hızlı gerçekleşmiştir. Meydana gelen değişmeler bazen bizi kendine benzetirken, bazen de yok sayabilmiştir. Örneğin internet cafeler, atari oyun salonlarını bitirdi. CD’ler, kasetleri bitirdi. Bilgisayarlar, müzik setlerini bitirme noktasına getirdi. Cep telefonları, çalar saat dönemini kapattı. Tüm bu örnekleri arttırmak oldukça mümkün ancak bu kadar detaylayarak temel düşünce olan değişimi perdelememek açısından bu mikro değişimlerin ardındaki gerçek nedenleri yani “ eritici” etkisi olan nedenlere bakmak gerekir.

Berlin Duvarı yıkılmış, SSCB dağılmış, savaş meydanlarındaki üstünlük savaşı enformatik alana kaymış, dünya ortak bir pazar olma yoluna girmiş, bölgesel entegrasyonlar oluşmuş, Amerika her alanda etkinliğini hissettirir hale gelmiş, bir zamanlar sömürülen zenciler özellikle NBA ve futbolda çok yüksek paralar kazanır olmuştur..İşte süreç bu şekilde iç çelişkileriyle gelişe durmuştur. Tıpkı Lenin’in dediği gibi “Gelişme, karşıtların 'savaşımı’ “ olarak kendini göstermiştir. İşte tüm bunlara bakıldığı zaman tıpkı doğa bilimlerinin temel yasalarından olan eriğme yani form değiştirme olgusunu sosyal gelişmeleri de bu tür form değiştirmelerle ifade edebiliriz.

Tüm bunların yanı sıra değişimin tek yönlü olmadığını ve değişim sonucu oluşan yeni objenin/ürünün de tekrar değişmesi olanağı yok mudur? Evet vardır. Nasıl ki eriyen bir buz su olduktan sonra buharlaşıyorsa ve ardından gelen bir soğumayla tekrar su / yağmur olarak yeni bir şekle bürünüyorsa sosyal olgular da aynı kaderi yaşayabilir. O halde buharlaşan katının yeni formunu da belirtmek lazım. Bu konuda G. Politzer’den bir alıntı ile devam edelim: “Karşıtların birbirine dönüştüğünü söylediğimiz zaman, bununla, basit bir sıra değiştirmeyi, yani birinden ötekine geçiş bir kez olduktan sonra, gene de hiçbir şeyin değişmemiş olacağı bir sıra değiştirmeyi anlamıyoruz. “ . Evet eskinin feodal beyinin yerini kapitalistler almış ve yine hakim sınıf olmuş olsa da proloteryanın hakim sınıf olamayacağı anlamı çıkmamalı bundan çünkü değişim durağan değildir ve herkes için vardır. Ancak işçi sınıfının hakim sınıf olsa bile kapitalist sınıf gibi olamayacağını yani kapitalistlerin sömürdüğü gibi sömürücü bir sınıf olmayacağını düşünen fikir ne kadar kabul ediyordur değişimi? Bu çelişkiyi de görmek gerekir diye düşünüyorum.

Modernite, küreselleşme ve postmodernizm olguları ışığında değişimin, form değiştirmelerin varlığını algılamak daha kolay oluyor. Kültürel, politik, sanatsal vs birçok alanda bir başkalaşım var ki hangisinin neden hangisinin sonuç olduğu hakkında dairesel çıkarımlara ulaşmamak elde değil. Yola çıktığınız noktaya geri geliyorsunuz, kısır döngü içinde buluveriyorsunuz kendinizi. Ancak tüm bunları açıklamak adına net ve salt bir çıkarıma ulaşmak zor olsa da klasik söylemle “Değişmeyen tek şey değişimdir.” mantığı size yardımcı olarak beliriveriyor. Bir bakıyorsunuz eşcinsel ilişki tercihi bazı ülkelerde müessese hale gelebiliyor, bir zamanlar çağın diktatoryasının örneği olarak gösterilen devlet başkanının idam anı bir cep telefonunun kamerasından tüm dünyaya servis edilebiliyor. Hatta Çankaya Köşküne davet bile edilmeyen bir bayan bir anda “Hanımefendisi” oluveriyor o köşkün. İşte bu kadar çok alanda var bu “buharlaşma”. Dolayısıyla bu sözü, diyalektik yaklaşımı ve Heraklietos’un değişim yaklaşımını göz önünde tutarak meydana gelen bu devinimleri açıklamak – her ne kadar çok geniş bir yelpazesi olsa da - mümkündür.

yemre

30 Mayıs 2008 Cuma

Neyin farkindasiniz!

Bene bencilce yaklasim,
soze girmis bencilliktir.

Kalin kapakli cizgisiz defterler,
siz ne kadar anlayabilirsiniz ki
hayati sacmaliga binayen
yaziyorsunuz duygularinizi

Her askinsizliklariniz ile
oldurdugunuz geyik muhabbetiniz ile
bugun bir kadin daha,
bir cocuk daha
bir uretilmis daha tuketildi.

Neyin farkindasiniz!

LiberterKedi

29 Mayıs 2008 Perşembe

Zamansızlaşma

Zamansızlaşma,kum tanelerinin her aşağiya doğru kendini bırakması,bir nevi intihardı....onlar için her yalnız düşünüş,özgürlüğün sınırsızlaşmasının olabilirliğini keşfedişti...Yıkılmaların ardından,yığılmış fikirlerden yeniden bir doğuş mümkünmüydü...?

Damlaların her düştüğü noktada çıkardığı tınılar kulaklarını tımalıyordu...tek bir damladan oluşan zerreler tekrar eski hallerini alabileceklermiydi???Damla misali olmuş fikirlerim,düşüncelerim,yaşadıklarım her çarptıktan sonra parçalandığı noktanın etrafında yeni bir form alarak değişimin deviniminden etkileneceklermiydi zamanla????Beynimdeki çatışmalar yaralıyordu,birbirlerine acımıyorlardı ...olguların sorguculuğu her kafamı koyduğum yastığımın üstünde volta atıyorlardı fikirlerimin üzerinde...doğru,gerçek,fikir ne kadar özgürdü zamanın akıcılığında!!!Tiyatral bir eda ile çatışan düşünceler belkide bir dramın sonunu görüyordu son perde ama intihar eden kum taneleri peşlerinden o kadar çok ide'yi sürüklüyorduki farkında olamıyordum kimi zaman....

Zaman yığılıyordu varisli bacakları ağrılarını göçebe bir kavim gibi gezdiriyordu bedenimde....kum tanelerinin intiharları ile özgürlük empozesini yapabilecekmiydi hümanite üzerinde!!!Asimile edilmiş olgular yeniden bir vücuda bürüneceklermiydi...diriliş mümkünmüydü değişimin deviniminden yararlanmadan tabulaşmış idelerin...Dengesizleşmiş yaşamın sebebi bu değişim deviniminden etkilenmeden çıkmış bir yaşamı savunan idelermiydi...tabutlaştırmak değilmiydi yaşamı değişmeden,gelişmeden yaşamak...!!!!

Sebebi neydi acaba,kum tanelerinin intiharının.Hiç düşündünüz mü kaybedilen her kum tanesinin ardından kazanmamız gereken yada yaşantımıza katmamız gereken idelerin beynimizdeki yokluluğunu,istediniz mi değişimin devinimini yaşamak?

LiberterKedi

28 Mayıs 2008 Çarşamba

üçüncü meleğim

Nasıl bir duygudur bilemezsin sen.senden öncesi tanımsız senden sonrası anlamsız.ne kalbimde başkası ne umurumda.hayatımın en uzun süren umudusun.hayallerime ilham bedenime ve ruhuma sahip olan sen dudaklarımda iniltiler halinde nağmelere dönüşürken ben sokakların hoyratlığına müptela,sürükleniyorum her rüzgarda..yanmanın hislerime nasıl hal verdiğini bilsen…kendinden oldukça uzak bir güneşin en ıslak anlarda bile yakan sıcağına vurgun olmanın ne demek olduğunu da anlardın.İstanbul’a her gün yenilmenin nasıl bir haz verdiğinin farkında olmak aslında içimdeki İstanbul’un sultanına olan gurbetten başka bir şey değil...sisli gecelerde kıyıya çağıran ışık gibi,engin bir bozluğun orta yerindeki ıslak yeşil gibi..öyle taze ve canlı ki ölmesi gereken birçok şeyi bile hayatta tutuyor.temeli masumluk sonrası da ızdırapla varedilen bir iç dünya düşün.her nefes alışımda yeniden ölmemin mimarısın sen.ardında bıraktığın yıkılmışlığın da…çölde serap gören bir bedevi gibi her anda senin silüetini gördüm…sensiz defalarca yorgun düşen yüreğim ve bedenim yeniden senin kokunla dirildi.haykırmanın en büyük sessizliğini beni duymamanla tanıdım.her gün kendimden kaçmak aslında içimdeki sana boynu bükük birer ilticaydı…güneşin karanlığını seninle tanıdım…acıkan bir sokak kedisi gibi dolandım durdum kapılarda senden bir iz bulmak için…damgalarını silmek çok zor göğsümden…yerlerde ve göklerde yankılanıp dururken acımın cırtlaklığı sen acımazsızlığın tok sesliliğiyle dik heryere ruhsuzluğunun heykelini…sen başka bir yürekte mutlu olmanın gururuyla yaşadığını zannederken ben seni sevmenin gurursuzluğunda boğuluyorum..perişanlığımın resmini çizecek bir ressam bulmak için çıktığım her arayış suratıma inen birer tokat gibiydi…sen! küçük meleğim aslında seni ne kadar büyütmüşüm ki içime sığmayıp heryerini sarıverdin,en güzel anları bitiverirken bahçesindeki güzel çiçekleri solmaya yüz tutmuş sarayımın.büyük bir yüreğin herkese verilmediğinin resmisin.ne olur gözümün önünden hiç gitmeyen meleğim karşıma çıkma..çıkma ki şeytan yüzünü gören masumiyetim bende başka bir sen yaratmasın.çünkü bendeki seni öldürmene izin veremem...gel demek geliyor içimden ne olursa olsun yeter ki gel gayri gel ki daha fazla tükenmeye kalmadı takatim…kendime acıyorum artık o koca sevgisizliğini göremeyecek kadar kör olduğum için.nedir bilmiyorum..kalbimin bütün kapılarını sana açık başkasına kapalı tutan.ne seni film şeridi gibi gözümün önünden geçecek anılarla ne de bana sevgiyle baktığın bakışlarla hatırlayamıyorum çünkü bunları yaşayamayacak kadar büyüktü aşkım..haykırıyorum işte haykırıyorum seni hala çok seviyorum..

Haliçte savurur gemiler dumanın semaya,
Hergün;
Puslu bir pencereden bakıyorum özlenen simaya,
Hergün.

Yazar : yemre

18 Mayıs 2008 Pazar

Saç(ma)yaptı

Yarına düşen bir sanrının yanılsaması...

Üç kişilikli bir adam neresinde hayatının acaba. Dünden kopmuş, bugünü bitirmiş, yarına imgeler kuran edası ile. Ürkünç bir yaşamın ardındaki o eşsiz doku. Dokuya bağladığı umutları sarmış dört bir tarafını, onu ümide düşürerek...kötülük ve hiçlik arasındaki ince urgan, gönül telindeki kaos ezgsi belkide onu gerçeğe itiyordu uyanması için uykusundan... Bacaklarında ki o ruhu gıdıklayan vücuduna yayılan eşsiz ve bir okadarda mistik olan o üperiş fısıldıyor-Hadi uyanda gel artık terkettiğin kabuğuna-diyerek bir sanrıdan onu koparmaya çalışıyor...

Gerçek ne?

Acı mı,

Duygu mu?

Bilinmezin elçilerinin getirdiği bu sorun dünyanın en eski sorunu...

İyi uykular

Uykusuzluk bu olsa gerek. Damarlarında ki adrenalinin beynnde canlandırdığı sıkıntıların ondaki sende bıraktığı iz. İz olan sen mi, o mu?

Ne, niçin, neden sorun fırtınasındaki nihilistik eda ile yalnızlık, belki de onu azad etmeni vurgulamasıyla bir hiç olmanı sağlayacak. Ondaki sen bir hiç, hiçe dair borges'in karalamalarındaki imgelersin sen unutma. Ve kabuklaştırdığın fikirlerini çıkarttığın için suçlusun bil!

İyi uykular...

Sanatçı ve Dünya Sorunsalına Dair...

"Yeni değerler bulanların çevresinde döner dünya: sessizce döner."

Ama içerisinde kopardığı fırtınalar ile isyanını sembolleştirir aslında bu sakin duruşu ile. Yalan söyleyemeyen sanat yapamaz unutma! Çünkü kabul etmese de düşüncesizler; "gerçekleri anlatmak için yalanı kullanır her sanatçı biliniz!".

Her şey yıkılır, her şey biter, sonrasın da döner varolabilme ve varolana dair anlayabilme sorunsalı başlar. Her şey ölse de sembollere dair, ölene bağlı olarak yeni olgular oluşacaktır. Yaşanılabilecekler için çiçeklenip ardından, sorunsuzca ilerleyecektir fikirlerin sembolik versiyonları. Varlık düşkünleri, iktidardakiler ise farkında değiller ağaçların budanmalarına rağmen her baharda ki gerçekleşen tomurcuklanmalarının...

Buna bağlı olarak gözardı edilse de ağaçlar(Sanatçılar), bu yüksek dağda yalnız duruyor en dipte sorun etmeden vaziyetlerini. Ve boyları, insanlar ve hayvanları aşsada konuşmuyorlar hiç bir zaman. Eğer konuşmak isteselerdi, onları anlayacak kimse de bulunmazdı, gerçeklerini görebilecek. Kanıtı da üretimlerine, sembollerine dair vurulan sansür darbeleri ile hiç bitmek bilmeyen "dünya sorunsalı "olsa gerek.

Onlar şimdi gölgelendiriyorlar dünyayı, parıltıdan uzakta gerçekleri görebilmemiz için, o kadar boyutlandırmışlar ki idelerini, bir değil bir çok pencereden açılmamızı sağlıyor dünyaya sanat ile...
Sanatçı tepkisini kalemiyle, kelimesiyle, kiliyle, notasıyla sembolikleştiriyor dünya sorunsalı için. Ama dünya ne yapıyor?

Bekliyor!

Neyi bekliyor dünya?

O, bulutlara yakın bulunuyor, kurtarabilecekken kendini; galiba ilk yıldırımı bekliyor diğerleri için varolabilme sorunsalının çözümüne ulaşabilme ümidi için!

4 Mayıs 2008 Pazar

Hiçlik Sonrası Bir Kargaşa.

Hiçlik sonrasıbir kargaşa.
Bir hiçlik ardından gelen kaos
Sonrasında görünen tek şey
Bir Hiç

Kum gözlerime kaçtı,
ve peşi sıra sulandı
gözlerim.
Yaktı yüreğime
düşen bu kargaşa
beni.

Yüzümü gösteremem,
İnsan olunca gelirim,
diyen ses; ne anlatmak
istiyordu bana,
kestiremedim.

Güneşin pencereme
şavkıdığı zamanlarda,
her sabah ile yeni bir
güne başlarken, ki
Güneş bile; oraya ne zaman,
niçin, nasıl çıktığını bilmezken?
Galiba sorunsuz, sorgusuz
askıntıydı sadece orada.

Görevlenmiş ve hizmetine
düşkündü güneş.
Gülümsese de her sabah olmadı.
Dudağı aralanmadı,
bişey demedi son demde
Neden suskundu bilinmiyordu.
Acaba yokluğumu, yoksa onda ki
hiçliğimi onu
susturuyordu böyle.

2 Mayıs 2008 Cuma

Güz mevsimi ile güzelleşen aşk!

Güz mevsimi ile güzelleştirilmiş
iki ısırgan otu,
çitlerin engellemelerine ragmen
acıların arasında ormanda yürümekteler.
Bu onlar icin başlangıcın bir zaferiydi.
Ama ne alkış isteyerek,
ne de birilerinin sırt sıvazlanmasına ihtiyac duymadan
yaşanan bir duyguydu bu!
Sözcükler köklerinden, ta derinlerinden ayrılınca
sıg bir hal aliyordu.
Bu aşki anlatmak icin yetmiyordu
betimlemeler.
Ve sonrasi olmayan bir yolculugun
duragina geliyorlardi her seferinde.
Ve tek bildikleri ise;
Her özne yüklemine
boyun eysede yasanilan
en güzel duyguydu aşk.

LiberterKedi

Güz mevsimi ile güzelleşen aşk!

Güz mevsimi ile güzelleştirilmiş
iki ısırgan otu,
çitlerin engellemelerine ragmen
acıların arasında ormanda yürümekteler.
Bu onlar icin başlangıcın bir zaferiydi.
Ama ne alkış isteyerek,
ne de birilerinin sırt sıvazlanmasına ihtiyac duymadan
yaşanan bir duyguydu bu!
Sözcükler köklerinden, ta derinlerinden ayrılınca
sıg bir hal aliyordu.
Bu aşki anlatmak icin yetmiyordu
betimlemeler.
Ve sonrasi olmayan bir yolculugun
duragina geliyorlardi her seferinde.
Ve tek bildikleri ise;
Her özne yüklemine
boyun eysede yasanilan
en güzel duyguydu aşk.

LiberterKedi

30 Nisan 2008 Çarşamba

Fayton

O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey,
incecik melankolisiymiş yalnızlığının,
intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam
caddelerinden ölümler aşkı pera' nın

Esrikmiş herhalde bahçe bahçe çiçekleri olan ablam
çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş
tüllere sarılmış mor bir karadağ tabancasıyla
zakkum fotoğrafları varmış
cezayir menekşeleri camekânda

Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem
intihar karası bir faytonun ağışı
göğe atlarıyla birlikte
cezayir menekşelerini seçip satın alışından
olabilir mi ablamın.

Ece AYHAN

11 Nisan 2008 Cuma

...ölmek...

ölümün manasizcasi, hiclik...mana icereni ise sensizlik!


Ama anlayabilene!

10 Nisan 2008 Perşembe

Kontes

Nasıl bir duygudur bilemezsin sen, senden öncesi tanımsız, senden sonrası anlamsız. Ne kalbimde başkası, ne umurumda. Hayatımın en uzun süren umudusun, hayallerime ilham bedenime ve ruhuma sahip olan sen. Dudaklarımda iniltiler halinde nağmelere dönüşürken ben sokakların hoyratlığına müptela, sürükleniyorum her rüzgarda. Yanmanın hislerime nasıl hal verdiğini bilsen kendinden oldukça uzak bir güneşin en ıslak anlarda bile yakan sıcağına vurgun olmanın ne demek olduğunu da anlardın. İstanbul’ a her gün yenilmenin nasıl bir haz verdiğinin farkında olmak aslında içimdeki İstanbul’un sultanına olan gurbetten başka bir şey değil…

Sisli gecelerde kıyıya çağıran ışık gibi, engin bir bozluğun orta yerindeki ıslak yeşil gibi…öyle taze ve canlı ki, ölmesi gereken birçok şeyi bile hayatta tutuyor..Temeli masumluk sonrası da ızdırapla varedilen bir iç dünya düşün. Her nefes alışında yeniden ölmenin mimarısın sen. Ardında bıraktığın yıkılmışlığın da…çölde serap gören bir bedevi gibi her anda senin silüetini gördüm…sensiz defalarca yorgun düşen yüreğim ve bedenim yeniden senin kokunla dirildi..haykırmanın en büyük sessizliğini beni duymamanla tanıdım..her gün kendimden kaçmak aslında içimdeki sana boynu bükük birer ilticaydı…güneşin karanlığını seninle tanıdım…acıkan bir sokak kedisi gibi dolandım durdum kapılarda senden bir iz bulmak için…damgalarını silmek çok zor göğsümden…yerlerde ve göklerde yankılanıp dururken acımın cırtlaklığı sen acımazsızlığın tok sessliliğiyle dik heryere ruhsuzluğunun heykelini…sen başka bir yürekte mutlu olmanın gururuyla yaşadığını zannederken ben seni sevmenin gurursuzluğunda boğuluyorum..perişanlığımın resmini çizecek bir ressam bulmak için çıktığım her arayış suratıma inen birer tokat gibiydi…

Sen:küçük meleğim aslında seni ne kadar büyütmüşü ki içime sığmayıp heryerini sarıverdin,en güzel anları bitiverirken bahçesindeki güzel çiçekleri solmaya yüz tutmuş sarayın.büyük bir yüreğin herkese verilmediğinin resmisin sevdiğim..ne olur gözümün önünden hiç gitmeyen meleğim karşıma çıkma..çıkma ki şeytan yüzünü gören masumiyetim bende başka bir sen yaratmasın…çünkü sen bir tanesin ve özelsin ben dahi başka bir seni kabullenemem.gel demek geliyor içimden ne olursa olsun yeter ki gel gayri gel ki daha fazla tükenmeye kalmadı takatim…kendime acıyorum artık o koca sevgisizliğini göremeyecek kadar gör olduğum için.nedir bilmiyorum..kalbimin bütün kapılarını sana açık başkasına kapalı tutan.ne seni film şeridi gibi gözümün önünden geçecek anılarla ne de bana sevgiyle baktığın bakışlarla hatırlayamıyorum çünkü bunları yaşayamayacak kadar büyüktü aşkım..haykırıyorum işte haykırıyorum seni hala çok seviyorum..unutamıyorum ve kalbimi avutamıyorum zalim meleğim..mutluluk uğramadı hiç semtime arka sokakları hep gözyaşı ve acı kokan semtime. Yetimleri bir avuç sevgiye muhtaç bir köyün yıkık evi gibi kalakalan bu yüreğin semtine..

Yazar : kewel17( kont)

29 Mart 2008 Cumartesi

İlişkiler

Anlamadıkları düşünceleri,kınarlar sürekli.
Bir el diğerinin sırtında temizlendikçe
tebrik ve cesaret alır, güce sahip olanlar.
İşte böyle gerçekleşir dünya zaferleri.
Aptalın suskunluğu ise
bu zamanlarda her daim
bilgelik sanılır,bu durum karşısında.
Zorlasalar da bizleri, istemediğimiz
bu durumlar ile karşılaşmayı,sonrasın da
hep kabul ettik.
Ve bugüne düşen terfilerde
geçerli olan ise;


"Devlet-i Osmani ahalide
terfi temayüz ilim irfan ile olmaz
Ya olacak kuvvetli iltimas,
Ya olacak madeni haz,
Ya olacak ten ile temas."

derler eskiler.

Sizce Haksızlar Mı?

22 Mart 2008 Cumartesi

Ezgime Son Eziyet

Yeteri kadar kafan karışsa da sIkIlma.Zamanin güncelliğine göre estetiğinin tokatlandığı yüzlerini goremeyenlere, ışığı yanılsamaları kirleten insanlara, aldirma ne olur.

Son bir bakış ile aklıma hangi harf gelirse, ona basıyorum su an onlara bakarak. Yaptığımın bir anlamının olmadigini soyleseler de, zeytin ağaçlarından denize doğru rüzgarlanan o essiz ezgiydi aslinda beni mezarimdan dirilten, aksini idda etseler de.

Gerçeği kendi yüreğinde kanayan bir yara oldugunu dusunsen de, egil gonlune bak bizi bulabilmek icin. Bir öykü bizim askimiz kabullenmesen de, gözlerimizde yazıla yazıla hayatlarimizin son demine ayni mezar icerisinde devam edecek olan… Son sakınış ile gözüm yakışıklı küfürlerin bittiği toprakta bana inancaksin emin ol…

18 Mart 2008 Salı

Dogdum bugun.
Sabahin sessiz sakin saatlerinde,
gozlerimi yakan o oksijen ile
aglayarak basladim hayata.

Kicima yedigim saplak ile
sustum ve o gun bugundur,
hala ayni sekilde aglamayi arzuluyorum.
Haykirarak, kesintisiz ve tertemiz
bir yurege sahip olarak

Itelemek...

Insan ruhuna sirtunmus cirkeflik.

Bazen oyle bir noktaya erisir ki

bizi biz olmaktan cikartip,

baskalarina hukmetmeye iteler...

29 Şubat 2008 Cuma

Ne Olacak Sonumuz!

Birçok değişik imge kullanmak istiyorum hayatımda. Farklı olmak için değil. Ama sadece anlatamadıklarımı değişik ifadeler ile betimlemek amacındayım.

Sizlere sormak istiyorum şunu;

Dün gece uyurken bir rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu önümde. Çürümüş et kokuları yükselen insanlık aynı etten bir yığındı bu rüyada. Ve sürekli çağ atladığını düşünse de, sadece yaşamını kolaylaştırmıştı aslında üretimden, düşünmekten ve daha birçok şeyden uzaklaşmıştı hep bir sonraki çağ içerisinde insanlık. Bağrına uğultusu sinmişti dünyanın. Tutunamayanların sesiz çığlıkları ise endişeden kaskatı kesilmişti bu duvar karşısında. Genizlerine hakim olmaya yüz tutmuş bu çürümüşlüğün dayattığı yaşamı kim isterdi ki acaba merak ediyorum?

Yıkılan onca fikir, gelişen onca dinamik yapı, atılan onca adım neden bir yerlere taşıyamıyordu toplumları. Loş ışıklar altında gizli saklı olan idealar aslında kurtaracaktı hümaniteyi. Oyuklardan sızan ışığın üzerine düştüğü bu garip ekoloji vahşi gözlerini parıldatıyordu, her onu değiştirmek isteyene. Korkuyorlardı aslında ve utanmalarıda bu korkularından türeyen, onlara kesilmiş cezalardır onlar bunu göremese de.

Yontmalar, hiyeroglifler, kabartmalar, ardından zamanın içerisinde keşfedilen papirüs üzerine gerçekleştirilen yazım dili bile artık karşı çıkamıyordu bu yapıya. Sınırlandırılıyor, yasaklanıyor ve önüne setler çekiliyordu. Aslında insanlığa büyük bir armağandı yazmak, anlatmak ve düşüncelerini eyleme dökmek. O kadar zarif bir işti ki bizler bunu layıkı ile hiçbir zaman yapamıyoruz.

Sonuç olarak güne düşen, dünün artıklarına baktıkça bugün. Zümrütten, somaltından ve yakuttan saraylar görüyoruz geçmiş tarihimizde. İçlerinde cariyeler, hadım ağaları kontrolünde tutsak. Perşembe Anna, çarşamba Nina, salı ..nın günü. Ne günümü?

Tabi ki efendisinin çürümüş bedeninin altında döşek, üstünde yorgan olma günüdür. Anna, nina ve niceleri için. Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu, cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu inlerde yaşayan, bir görünen tarihi yaşadık bizler. Günün kokuşmuşluğunu ve çürümüşlüğünü görenler ya sadece ahir zamanda, seher yeliyle nasıl bir ağaç ürperirse, yukarıda bahsettiğimiz o kokuşmuş duvar da muttasıl öyle ürperiyordu. Ya da başka vakitlerde ise sadece tek büründüğümüz canlı formu yarasa gibi olmamızdı bunlara tek sebep. Tek farkımız bizler günün her saatinde sokaklardayız.

Ne olacak sonumuz diye düşündüğünde tutunamayanlar. Tek çıkar yolu muammanın üstüne oturmuş sır kapısını aralamaktır diye fısıldıyor çevre sesler.

Peki sizce ne olacak sonumuz?

25 Şubat 2008 Pazartesi

Sen/Siz Sess-iz Bir Ölüm

...gözlerinde esen lodosun önüne takilip gitsemde sensizce,
uzat ellerini üsüyor yüregim sevgilim senden uzakta olan
bu sahipsiz bedenle....

Beni hayata ve mutluluga baglayan,
senin karsiliksiz sevgindir,
farkinda olmasanda...
Olmazsan olamayan
bir maddeyim dünya da
ben sensiz..

Kelimelerim arasinda sakladigim dünyam,
hayatimin arz merkezinde
yer alan seni anlatir herzaman..
Varligima mana
yükleyerek seninle.

Yildizlarin pariltisi altinda,
yastigima sarilip ta boguyorum kendimi
hergece sen bilmesende
"sevdigim" senden uzakta
sahipsiz bir mezarim ben...
yol alamiyorum hiç sensizce
tipki mezarlar gibi..

Bir dolu, iki bos gidip gelmekteyim
bilmesende yoklugunda.
Mutlu ve (u)mutlu yüregimde
sensiz olsamda,
mücadelem "BiZiM" için hayatimda...
Unutma ki;
"Olmadan sen/siz sess-iz bir ölüm hakim bana bilmesende!"

Senden Uzakta

Mazgallara dolan suyun
tasmasi gibiydi
sana olan sevgim.

Unutulmayı bekleyen kelimelerim var
benim,hayalerimde sana karsi.
Kapa gözlerini
ağrıyan dişin yerine
düşünü çektim
bağışla beni...

Rutubet tutmuş ağzım
dillendiremiyor sensizligi.
Kalabalık caddelerde nefessiz
kalana kadar dolaşsamda
seni bulmak icin,
yetersiz kaliyor bacaklarim...

Sebebi ise,
senden uzakta,
ben bir hicim sevgilim....

22 Şubat 2008 Cuma

Sahte Ekoloji

Yoksunluğunun kabulünü,
günüme düşen
güvensizlikler belirlese de.

Anlaşılmayan kelimeler bile
harap düştü artık bu şüpheden.

Ne isem o olabileceğimi
neden kabullenilmeden
yargılanıyorum
ben bilmiyorum.

Belkide sebeb kişinin
ekolojisidir.
Böyle olmamıza
tek neden
onun fikirlerinden kopamadığı,
kişiliğini belirleyen
belirsizlikler içerisinde
bulunan sahte ekolojisidir...

Ben Bencilim

Ben bir pervazım
dışarıya bakan,
sokağınızı gözlemleyen
bir pervazım.

Ben dışarıya açılan bir kapıyım,
fakında olmayan
bir çok kişinin
hergün arşınladığı bir kapı.

Ben bir pencereyim
içerisi havalansın diye
kanatları öylesine hiddetli bir şekilde
açılan bir pencere.

Ben dipsiz bir kuyuyum,
içerisine ne atarsanız atın
dolduramayacağınız bir kuyu

Ben artık bir ölüyüm,
anlayamadıklarınız içerisinde,
kendi dünyasında,
yeraltından sizleri izleyen bir ölü

Ben bencilim artık.
İstemeyerek beni bu yola iten
sizlerden kaçan bir bencilim

Seni Çok Özledim Dedecim

Üzerinden 4 yıl geçti üzücü zor ve hala kabul edemediğin bir dört yıl. İsyan etmek istedim o güne hep. Hayatımın ise sensiz manasız ve bir hiç olduğunu senin yokluğunda anladım benim canım Dedecim.

Her gece bir kere rüyamda o ay parçası gibi gecemi aydınlatan yüzünü görebilmek için yalvardım ve dua ettim ama sen yoktun bir çok gece. Rüyalarıma her girdiğinde, her senin hayalini beynimde tenefüz ettiğimde bir sonraki gün yeniden doğdum.

Her sene birkaçkez uğradığım minik ama sevgi dolu ufak bahçende, senin yüreğinden kopan sevginle işlediğin bahçene girdiğimde ise içimi bir hüzün kaplıyor. Yüreğim biraz daha kırgın, gönlüm gün geçtikçe biraz daha acılı sana koşmak için sabırsızca ruhumu bedenimden sökmek istese de, birşeyler tutuyor onu orada kalması yönünde.

Yağmurlar yağdığında gözlerimin içerisinden dışarıya süzülen damlalar beni biraz daha bu acıya katlanamaz hale getirse de, her senin mezarının başına geldiğimde garip bir tebessüm doluyor yüreğime yüzüme yansıyan, göz yaşlarımla mezarının başına akan. Soğuk mezar taşlarının arasında süzüldükçe, yüreğim daha da burkulsa da başında dua etmeye başladığımda. Mutlaka tek bir gerçek yüreğime saplanıyor. Ve bu gerçeklik ise " senin olmadığın bir hayat çok zor ve manasız geliyor bana".

Ben seni çok özledim dedecim, hala her gece yatağıma girdiğimde dua ediyorum sana "ne olursun bu gece rüyamı hayalinle şenlendir dedecim"diye. Ben sensiz yapamıyorum bu hayatta. Seni çok özledim dedecim.

17 Şubat 2008 Pazar

Öylesine Değil, Ölesiye Sevmek

Ne zaman sokakları yaralayan,
kaldırımları tokatlayan,
gelinciklerin solmasına ve
yapraklarını toprağın
üstüne çömelmesine
sebebiyet veren bir yağmur
olsa dışarıda.
Sokağa çıkarım yalın ayak.

Yeşil olan dünya üzerindeki
en bakir, en el değmemiş
topraklar bile.
Senin tenin kadar bana
canlılık sağlamıyordu yokluğunda.
İşte böyle zamanlarda
rengarenk doğanın
en kirletilmemiş
yedi beyaz orkide yaprağının
eşsiz zerafeti, yedi buğday başağının
göz kamaştıran sarılığı,
seni bana yedi gün, yedi gece
rüyalarımda, yani gecenin mavisinde
beyinimi işgal etmeni,
zerafetinin ve göz kamaştırcılığın ile
yerini hep orada tutmanı sağlardı.

Ve dizelerde ki serzenişim ile
sana yaklaşamaya çalışsamda.
Sen ne kadar duyuyorsun
beni bilemiyorum;
Ve sana bikez daha diyorum;
Şarap yapılması için,
ayaklar altına alınan
üzüm taneleri gibi.
Param parça, ezik büzük
olmuş yüreğim.
Senin dudakların arasından çıkan,
o sözler ile
yeniden doğdum.
SENİ SEVİYORUM
benim canım sevgilim.
Sen bunun
farkındamısın
bilemiyorum...
Ama ben seni
öylesine değil,
ÖLESİYE SEVİYORUM.

LiberterKedi

Gerçek Bu Mu?

Son üç gecedir,
intihar etmedim hiç biliyormusun.
Düşlerimde gizlendiğim duvarın
ardında bakakaldım dünyaya!

Edebiyat için insan,
büyütülmüş düşünceleriyle değil,
öldürülmüş çocuksu fikirleri ile
olmalıymış aslında.
Sadelik ve temiz bir
gelecek yaratabilmek için.

Şiddet unsuru içeren cümleler,
kin besleyen kelimeler
birlikte bir düşü öldürmüş.
Ardından doluşmuşlar
edebiyat minibüsünün
içerisine tıklım tıkaç,
cenaze namazı için...

Çığlığımıydı bu toplumsal şizofreninin,
yoksa gecenin
karanlığına gömülmüş hali mi,
yoksa acının can çekişmesi miydi.
"Toplum" üzerindeki insan davranışlarını
yansıtan bir ayna gibi
edebi kisve altında
yeralarak,bir düş daha
üç gecedir ürkerek bakıyor,
gerçek bu mu diye...

LiberterKedi

24 Ocak 2008 Perşembe

Sen Bil(Me)sende 2

Doğa, bahar için serenad yapıyor.
Rüzgarlar ılık ılık bedenlerimizi okşuyor.
Herkes mutlu, herkes sesizce arşınlıyor sokakları.
Geceleri çıkan seslerin ürpertisi ile herkes,
amansız bir koşucu gibi, bir el daha önümüze geçecek
diye altındakini eziyor,
önündekini arkadan çekiştiriyor.

Bu gidişe kim,kimler dur diyecek.
Yok mu bu düzensiz düzeni değiştirecek?
Üstüne sinmiş yol kokusuyla
avunan onca zombi var ki...
Umutsuzum bu güne baktıkça...

Bu seranad gerçekleşirken içinde sevgili doğa.
Sen ne umutlar ile her sene tüm doğurganlığın
yenilemeye çalışırsın evreni getirdiklerin ile.
Yeniden tüketecekler ama bu zombiler
unutma...
Sen Bilmesende...

LiberterKedi

22 Ocak 2008 Salı

Kazım Koyuncu

1972 Artvin/Hopa doğumlu Koyuncu, yirmi yaşında Dinmeyen adlı müzik grubu’na katılmış, 1993′de Mehmedali Barış Beşli ile, Lazca müzik yapmak amacıyla Şuku grubunu kurmuştu. İki arkadaş bir yıl sonra aralarına İlhan Karahan ve Metin Kalaç’ı da alarak grubun adını Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) dönüştürmüş ve 1995 başında Va Mişkunan (Bilmiyoruz) albümüyle Lazca rockın ilk örneğini vermişti. Lazcayı yaşatmak amacıyla Lazca rock yapıyorlardı. Plak şirketleri ise bu soundu ‘Soft Laz Rock’ diye tanımlıyordu.O günlerde grup elemanları Lazca dilinin yaşatılmasına rock yoluyla katkıda bulunmayı amaçladıklarını, rock müzikteki dinamizmle yöre insanının enerjisinin örtüştüğünü görünce heyecanlandıklarını anlatıyor, Lazca’nın rockın sert söyleyişine de uygun olduğunu belirtiyorlardı.

Dört yıl içinde Zuğaşi Berepe, kamuoyuna pek yansımasa da önemli işler yaptı ve konserlerle hedefini gerçekleştirmeye çalıştı. Bu etkinliklerden Brüksel konseri sırasında canlı kayıt edilen parçaları, kısıtlı sayıda bastırdıkları Bruxel Live (1998) adlı albümde bir araya getirdiler.

Gruptaki eleman sayısı arttıkça müzikal yapı da güçlenmişti. Kazım Koyuncu (vokal, akustik gitar), Cafer İşleyen (bass, vurmalılar, flüt), Gürsoy Tanç (elektrikli gitar), Uğurcan Sezen (klavye), Zülküfil Murat Dilek (davul), Metin Kalaç (kayıt) Lazcayı yaşatmanın yanında aşk şarkılarına katılan sert söylemli yapıtlar ve modern rock anlayışı üzerine oluşturdukları çizgiyle de kabul görmeye başlamışlardı.

Zuğaşi Berepe, Va Mişkunan albümünden dört yıl sonra İgzas (Gidiyor) adlı albümüyle bu çabayı listelere taşıdı. Yedi Lazca, bir Hemşince, bir de Türkçe sözlü parçadan oluşan albümün müzikal zenginliği, rockın çeşitli tonları arasında akıllıca gidip gelen sounduyla 1998′in en iyi yerli yapıtlarından biri oldu. Lazca’nın öne çıktığı kültürel bir misyonun yanında sıkı bir rock albümü özelliği de taşıyordu İgzas (Parçaların Türkçe anlamları kapakta verilmişti). Bu albümde Kazım Koyuncu (vokal, gitar), Cafer İşleyen (bass, vurmalılar, flüt), Gürsoy Tanç (gitar), Uğurcan Sezen (tuşlular), Zülfikil Murat Dilek (davul), Mahmut Turan (tulum), Metin Kalaç (kayıt), Mehmedali Barış Beşli’den (vokal) oluşan grubun, doğayı katledecek Çamlıhemşin’deki Fırtına Deresi’nin üzerine yapılacak santrale karşı kampanyayı desteklemesi de İgzas’ın diğer bir özelliğiydi.

Grup 2000′lerin başında dağılınca, kuruculardan Kazım Koyuncu yoluna tek başına devam etmeyi kararlaştırdı ve solo albümleri Viya (2002) ile Hayde’yi (2004) yayımladı. Anadolu Rock’a kayan soundla ürettiği müziği kısa sürede büyük ilgi görüp, yaptıkları geniş kitlelere tam ulaşmaya başlamıştı ki hastalandı Koyuncu. Akciğer kanserine yakalanmıştı.

Pes etmiyordu; tedaviyi sürdürürken üretmeye devam ediyorduı. Ancak günden güne direnci zayıflıyordu; adına düzenlenen konsere çıkamamıştı. Sonunda 25 Haziran tarihinde ajanslardan şöyle bir başlık düştü: ‘Karadeniz’in genç sesi sustu’

Müzik vazgeçilmez bir yaşam kaynağı idi onun için. Devrimci mücadele ise onun kendi ifadesiyle “tarihin akışını düze çıkarmaya çalışmak”, “savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar, kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar, yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar, yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar” görmemek için, insanlaşmak için üzerinde yürünmesi gereken uzun bir yoldur. Çocuk yaşında tanıştığı mahpushane, dört ay misafir edecektir onu İstanbul’da. Ama ne gözaltında gördüğü işkence ne de dört aylık mahpusluk durdurur onu insanlığın aydınlığa olan yürüyüşünde.

21 Ocak 2008 Pazartesi

Pir Sultan Abdal

Karanlık, ıslak, soğuk bir zindanda geçti puslu kış. Elleri, ayakları, boynu zincire vurulmuş, sessizce ölümü bekliyordu. Bir darağacında sallandırılacağını biliyordu ama kimseden aman dilemiyordu.

İran Şahı İsmail' in kırk bin yandaşının ismini ''deftere'' yazdıran, yetinmeyip başlarını vurduran Yavuz Selim' in ardından, oğlu Kanuni de Anadolu Alevileri' ni kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Ve işte bu delikanlı günlerinde o, dizelerinden eksik etmedğini 'şahına' soruyordu.

''Güzel şah'ım çok yerlerden görünür,
Aslı nedir niye verdin Bağdat'ı''

Yıllar sonra başına neler geleceğini bilmiyordu elbette bu sözleri söylerken. Padişaha karşı ayaklananların arasına katılıp tutuklanacak, Sivas Valisi Deli Hızır Paşa' nın önüne çıkarılacak, Paşa ona içinde şahın adının geçmediği üç şiir söylerse salıverileceğini bildirecek ama sazını eline alan ozan gönülsüz kelimelerle methiyeler düzmektense karşısındakine,


''Hızır paşa bizi berdâr etmeden,
Açılın kapılar Şah' a gidelim,
Siyaset günleri gelip yetmeden,
Açılın kapılar Şah' a gidelim''

diye başlayacaktı söze ve geri gönderilecekti Sivas Kalesi içindeki zindanına.

Hızır paşayla tanışıklığı gençlik yıllarına dayanıyordu bir rivayete göre. O sıralarda paşa değildi henüz Hızır. Komşu köy Sofular' dan yola çıkıp Banaz' a gelmiş, Pir Sultan' ın tekkesinde müridi olmuş ve yedi yıl sonra birgün şöyle demişti ona:

''Pirim herkes himmetinle bir makama oturuyor. Bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama varayım.''

Pir Sultan dalmış düşünmüş, düşünürken gülümsemiş, sonunda ağzından şu sözler dökülmüştü: ''Ben sana dua ederim, sen büyük adam olursun. Olursun da bir gün gelir başımı vurdurursun''. İzniyle tekkeden ayrılan Hızır İstanbul' a gitmiş, padişahın sarayına girmiş, çok geçmeden paşa olup Sivas Valiliği' ne atanmıştı. Ne var ki halkına zulmeden paşadan 'illallah' demişti kısa süre içinde halk.

Büyüklenen Hızır Paşa bir gün masa donatıp Pir' ini yemeğe çağırmış ama konuğu lafı döndürüp dolaştırmadan onun haram yemeklerini değil kendisinin, köpeklerinin bile yemeyeceğini söylemiş, derken paşanın kadılarının adıyla çağırdığı köpekleri de gelmiş ama yemeklerin yanına bile yaklaşmamıştı. Bu durum karşısında kendisini iyice aşağılanmış hisseden Paşa hiddetlenmiş ve emir vermişti askerlerine:

''Asın!''

Söylenen o ki Pir Sultan sonraki günlerde söyledi şu dizeleri:

''Yürü bre Hızır Paşa,
Senin de çarkın kırılır,
Güvendiğin padişahın,
O da bir gün devrilir.''

Umrunda değildi ki onun bağışlanmak... Kim bilir kaç kez Alevilik' ten cayması için baskı yapılmış ama o itaat etmeyip her seferinde aynı karşılığı vermişti:

''Dönen dönsün ben dönmem yolumdan...''

Göze almıştı ölümü, çünkü ölüm özgürlüktü. Tutsaklıktı öteki türlüsü. "Öyle değil böyle söyle" diyenlere, dilindeki, yüreğindekini inkâr ettirip onu kendilerine benzetmek isteyenlere, kitaplarına uydurdukları adaletsiz kurallarını Tanrı'ya maledip onu günahkâr belleyenlere, usanmadan 'iman etmeye' davet edenlere, 'çok' oldukları için 'az' olanların üstüne yürüyenlereydi isyanı.

20 Ocak 2008 Pazar

Native Flute Ensemble - Spirit Wind [2007]



1. Drummers Journey
2. Red Hawks Rattle
3. Calling the Spirits
4. Sacred Spaces
5. Healers Melody
6. Cosmic Tree
7. Hunting Spirit Rock
8. Spirit Wind
9. Invoking Hawks Spirit
10. Offerings Against an Empty Sky
11. Guardians of the Medicine Pipes
12. Flutes of the Heart
13. Flute and Drum Quest
14. Flesh of White Corn